14 Şubat 2024 04:47

Siyaset Bilimci Doç. Dr. İsmet Akça: Hedef, mutlak güce dayalı başkanlık

Doç. Dr. İsmet Akça: Herhangi bir denge kontrol mekanizmasının olmadığı bir başkanlık rejimini kodifiye etmeye çalışıyorlar. MHP ve AKP kanadının bütün politik, ideolojik, fikri arka planı bunun üzeri

Fotoğraf, İsmet Akça'nın kişisel arşivinden alınmıştır.

Paylaş

Serpil İLGÜN
İstanbul

“Anayasa Mahkemesinin kararlarına uyulmamasının hiçbir anayasal, yasal zemini yoktur!” Anayasa Mahkemesi (AYM) Başkanı Zühtü Arslan’ın, yeni AYM Üyesi Yılmaz Akçil için 8 Şubat’ta düzenlenen yemin töreninde verdiği bu mesaj karşısında Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum’dan Devlet Bahçeli’ye, “AYM’nin artık bir güvenlik sorunu olduğu, kaldırılması gerektiği” yönündeki açıklamalar tekrarlandı. Uzun zamandır yaşanan “anayasasızlaştırma” sürecinde son merhaleyi temsil eden Hatay Milletvekili Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi ise, muhalefet cephesinde “siyasi/anayasal darbe” olarak tanımlansa da, buna uygun pratik eylem sergilenemedi. Söylemle eylem arasındaki uyumsuzluktan yararlanan iktidar bloku, AYM’nin kaldırılması ve anayasanın değiştirilmesi gerektiğini artık daha sık ifade ediyor.

Peki iktidar blokunun yeni anayasa tasavvuru ne? Siyaset Bilimci Doç. Dr. İsmet Akça, sorularımızı yanıtladı.

Yargıtay 3. Dairesinin AYM kararına ilk bayrak açtığı günden Atalay’ın vekilliğinin düşürülmesine varan süreç muhalefet tarafından “anayasal darbe”, “Meclis hükümsüzleşmiştir” gibi sert ifadelerle tanımlandı. Ama sonra her şey kaldığı yerden devam etti. Siyasal tepki ile pratik eylem arasındaki bu uyumsuzluğun nedeni için nereye bakmalı?

Güç kapasitelerine. İktidar bloklarının çeşitli kanatlarının zaman zaman birbiriyle çatışmaları söz konusu olsa da ezilenler, emekçiler, kadınlar, Kürtler, özetle toplumun tahakküm altındaki tüm toplumsal kesimleri açısından bir gerçek var, Türkiye’deki rejim ve devlet tipi “olağan dışı” bir forma sahip. Buna bir çeşit faşistleşme süreci diyebiliriz. Bu yeni faşistleşme sürecinde iktidar bloku elini arttırırken gücüne, yani zora dayanıyor. Bunu bazen yargı darbesiyle yapıyor, bazen bütün öngörülebilir kuralları ortadan kaldırarak her türlü keyfilikle.

Bu hamleleri karşılamak, hepimizin bir parçası olduğu Türkiye’nin en geniş sol muhalefeti açısından kolay olmuyor. Retorik olarak çok radikal şeyler söyleyebiliriz, hatta fiiliyatta bazı çok radikal gözüken anlık eylemler de yapabiliriz, ama siyaset bunlarla yürüyen bir süreç değil. Siyaset güç ilişkileri, güç dengeleri, mevzilenmeleri çok iyi okuyarak, stratejileri doğru belirleyip, taktiksel hamleleri doğru yaparak ilerleyen bir şey. Buradaki güç dengesindeki muazzam asimetriyi kırmamız gerekiyor. Henüz istediğimiz düzeyde kıramadığımız için tahterevallinin denge durumuna gelemiyoruz sol muhalefet açısından. Ama zaman zaman bir takım avantajlı momentler yakalasak da, Gramsci’ye atıf yaparak söylersek, bu hamlelere karşı bir cephe savaşı yapabilecek bir güç şu an itibarıyla ortada yok. Ama böyle bir gücün inşasına dair emareler, nesnel imkanlar bence var.

Bu siyasal söylemle, pratik tepki arasındaki uyumsuzluk, insanların protesto duygusunu da aşındırıyor, ne dersiniz?

Şöyle ki, kağıt üzerinde doğruları söylemek ya da radikal sokak eylemi söylemi tek başına yetmiyor. Sokağa çağırdığınızda eğer güçsüz çıkarsanız karşı tarafın elini yeniden güçlendiriyorsunuz. Konumuz için örneklendirelim, Can’ın vekilliğinin düşürüldüğü an ve öncesinde tabii ki sokağa çıkacaksınız, çıkıldı da zaten. Burada sürekli bir mücadeleyi sağlamak zorundayız ama tabanınız sokağa tekrar tekrar çıkmaya hazır değilse, o zaman onu zorlamak değil başka yaratıcı yollar düşünmek gerekiyor. Diğer yandan, karşımızdaki iktidar blokunun da bir sürü çelişkileri, yumuşak karınları var, diğer bloktaki Millet İttifakı parçalansa da müesses nizamın iki kanada bölünmüşlüğü sürüyor. Dolayısıyla bir çeşit rejim restorasyonunu öngören bir sürü çelişkilerden biz de zaman zaman mevziler kazanma imkanlarına sahip oluyoruz. Bunu iyi değerlendirmek gerekiyor.İkincisi, solun bu yeni faşistleşme süreci karşısında birbirinin altını oymaktan, birbiri ile rekabet etmekten imtina etmesi lazım. Bu tabii ki aynı olmayanların her şeyde aynı davranması anlamına gelmiyor. Ama siyasal düşman karşısında bir arada durması gereken bütün anlarda bir arada durarak bir mevzi güçlenmesi yapılması, tahkimatın sağlanması gerekiyor. Bence bu herkesin tarihsel sorumluluğu.

UCUNA YERLEŞTİRİLEN YEMLERE DEĞİL, OLTAYA ODAKLANMALI

Yeni anayasa başlığına gelirsek, Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Başkanı Mehmet Uçum’dan adalet bakanına, Erdoğan’dan ve Bahçeli’ye konu her vesileyle gündeme getiriliyor. Can Atalay davasının da kaldıraç yapıldığı tartışmalarda ortaya konan çerçeve, tasarlanan anayasanın politik, ideolojik tasavvuruna dair nasıl veriler sunuyor?

Öncelikle, iktidar bloku mevcut Anayasa’nın 12 Eylül Anayasası olduğu gerekçesini sunuyor ama bu 12 Eylül Anayasası değil, bu artık AKP anayasası. Biliyorsunuz 2010 referandumunda bu argüman çok kullanıldı ama onun altından da çok sular aktı. Dolayısıyla bu lafı yememek, şunu açıktan söylemek lazım: Bu 12 Eylül Anayasası falan değil, bu bir AKP, MHP anayasasıdır. Özellikle pratikte hayata geçirilişi açısından.

Ek olarak, “Sorun yaratıyor” denilen AYM’ye başvuru hakkını 2012’de AİHM’ye bariyer oluşturması için bu iktidarın getirdiğini hatırlatalım.

Ama işte bir şekilde bulandırıyor suyu. Anayasa temel olarak bir siyasal rejimin, devlet biçiminin kurallarını belirler. Ağustos 2015’te Erdoğan “Türkiye’nin idare biçimi değişmiştir, anayasal olarak da değişmelidir” demişti. Arkasından OHAL koşulları altında gerçekleştirilen ve oldukça şaibeli bir referandum sonucunda Türk tipi denilen başkanlık sistemine geçildi, buradan devam ediyoruz. Yani bir rejim inşasının kodifikasyonu ile ilgili bir tartışma yapıyoruz. Dolayısıyla, önümüze yeniden getirilen anayasa tartışmasını teknik konulara boğarak esas politik çekirdeğini görünmez kılıyorlar. Bütün anayasa değişiklikleri süreçleri de böyle oldu.

Herhangi bir denge kontrol mekanizmasının olmadığı bir başkanlık rejimini kodifiye etmeye çalışıyorlar. Şu andaki iktidar blokunun MHP ve AKP kanadının bütün politik, ideolojik, fikri arka planı bunun üzerine kuruluyor.

MHP’nin bunda nasıl bir kazancı olduğu sorusunu yüzde 50+1 tartışmasıyla birlikte soralım. Erdoğan Yüzde 50+1’in sıkıntı yarattığını açık bir şekilde ifade etti ama Bahçeli itiraz edince bu tartışma kesildi. Bahçeli ikna edilir mi, ne dersiniz?

Bilemiyorum, burada çeşitli pazarlıklar vardır, taviz karşılığında başka kazanımlar elde eder MHP, bunlar olabilir. Mevcut sistem içinde MHP 50+1’de kendi kurumsal, seçmen gücünün ötesinde büyük kazanımlar elde etti, özellikle devlet aygıtı içinde. MHP geleneği açsından siyaset, Meclis ayağından ziyade esas olarak devlet içinde yürütülen bir faaliyet olarak kurulur. O nedenle MHP açısından bu çıkışı anlayabiliyoruz. Dediğim gibi al gülüm ver gülüm bir şeyler olabilir ama bu işin özü, Türkiye’nin siyasi rejiminde mutlak güce sahip başkana dayalı bir siyasal sistem ve yeni faşistleşme sürecine uygun bir devlet formu oluşturmaktır.

Ve bu MHP için de sorun teşkil etmiyor?

Klasik anlamda bir faşist hareketin içinden çıkan MHP geleneği de “mutlak” güce sahip, “mutlak” bir başkanı hayal eder, bunu şimdilik Erdoğan’da buluyorlar. Diğer taraftan AKP-Erdoğan geleneğinin içinden çıktığı Necip Fazıl’da somutlanan “yüceler meclisi ve onların en başındaki “baş yüce” de aynı şeydir.

Dolayısıyla, “AYM’ye bireysel başvuru hakkı kalkmalı”, “yüzde 50+1 sorun çıkarıyor” veya “12 Eylül Anayasası değişmeli” gibi oltanın ucuna yerleştirilen (Teşbih yaparak söyleyelim) yemlere takılmamak lazım. Oltanın ucuna her zaman birtakım yemler takıldığını hatırlamak için 2010 referandumunda neler söylendiğini hatırlayalım. O yemlere değil, oltanın kendisine, politik öze odaklanmamız lazım. Yeni anayasa tartışmalarını neofaşistleşme dediğim sürecin içinde düşünmek zorundayız. Can’ın davası, kuşku yok ki yeni anayasa ve AYM tartışmalarının muharebe alanına çevrilmiş durumda ama Türkiye’deki devletin yeniden yapılanma süreci yıllardır devam ediyor.

MİLLİYETÇİLİK, İSLAMCILIĞA DAHA GÜÇLÜ EKLEMLENECEK

Mayıs seçimleri sonrasında eğitimin İslamileşmesinden genel olarak laiklik ilkesinin tarumar edilmesine dönük adımların hızlanmasına bakılarak, olası bir yerel seçim başarısının devlet biçiminin değişmesine alan açacağı yorumları yapılıyor. Hatta bunun totaliter bir din devleti olacağı da dillendiriliyor. Yeni anayasa tartışmalarına bu gözle bakıldığında değerlendirmeniz ne olur?

Sosyal bilim kavramsallaştırmasıyla totaliter din devleti mi olur, öyle düşünmüyorum ama şunu unutmayalım, bu yeni rejim inşasının ideolojik harcı İslamcılıkla milliyetçiliğin eklemlenmesinden oluşuyor. Bunu nasıl adlandıracağımızı tartışabiliriz, literatüre bakarak İslami milliyetçilik diyebiliriz, Müslüman milliyetçiliği vs. diyebiliriz. Bunun ideolojik harcında elbette Sünni İslam, imkan bulunduğunda tüm alanlara ideolojik rengi verecek şekilde kullanılıyor. Ama daha klasik dönemlerin İslamcılığından daha farklı olarak güçlü bir milliyetçilik eşliğinde. Yani, sadece İslamcılık olarak tarif edilebileceğini düşünmüyorum, daha esnek bir ideolojik hat var orada, İslamcılıkla milliyetçiliği sürekli birbirine eklemleyen.

Mesela?

Şöyle, yeri geliyor son seçimdeki gibi savaş sanayi üzerinden bir çeşit tekno-militarizm, tekno-milliyetçilik körükleniyor, yeri geliyor eğitim alanında örneğin İslamileşme daha ön plana çıkıyor. Dolayısıyla yeniden yapılanmanın bir çeşit İslamcılık ve milliyetçilik eklemlenmesinden ortaya çıkan bir harç olduğunu unutmamamız lazım. İdeolojik boyutu bu.

SERMAYENİN TERCİHLERİNİN SONUCUNU YAŞIYORUZ

Bu İslamcı, milliyetçi harca sermaye de rıza gösteriyor mu?

Sermayenin Türkiye’de farklı fraksiyonları var. TÜSİAD’da kendini konumlandıran Türkiye büyük sermayesinin ana kanadı neoliberal kapitalizm içinde bir çeşit siyasi restorasyon peşindeydi. CHP’nin, TÜSİAD’ın, seçim döneminde altılı masanın metinlerine baktığımızda bunu görebiliyoruz. Mevcut başkanlık sisteminin karşısına parlamenter sistem vurgusu ile çıkılsa da başkanlığa külliyen karşı olunmayıp biraz daha mutedil bir başkanlık rejimine açıklar aslında. Bu pozisyonu belirleyen kritik veri, Türkiye’de son 4-5 senede sermayenin gelirden aldığı payla, ücretlilerin aldığı pay arasındaki iktisatçıların timsah ağzı dedikleri makasın gittikçe artmasıdır. Bu yıkıcı, öldürücü makastan bütün sermaye kesimleri çeşitli mekanizmalarla yararlanıyor. Önemli olan bu bölüşüm makasıdır. Belli konularda siyasal alanın mimarisine dair farklı tasavvurları olabilir. Örneğin hukuk meselesinde “Hukuk olmazsa yabancı sermaye gelmez, öngörülebilir olsun” vs. diyebilirler. Ama o hukuk, örneğin Can’ı serbest bıraktıracak hukuk değil, bunu unutmayalım.

Dolayısıyla nüanslar olsa da sermayenin bütün kesimleri, siyasal alanın otoriter bir yapıda olmasından rahatsız değil?

Evet. Kimse bu düzene karşı yükselecek bir emekçiler hareketinden vs. hoşnut olmaz. Dediğim gibi, otoriterliğin niteliği ile ilgili, bu kadar neofaşistleşmeye gitmemesi doğrultusunda başka tercihler olabilir ama bunların birbirinin mütemmim cüzü olduğunu unutmayalım.

Türkiye’deki büyük sermayenin 12 Eylül’den bugüne yaptığı tercihlerin sonucunu yaşıyoruz. Bugün mavi yakalısı, gri yakalısı, beyaz yakalısı bütün yakalılarıyla örgütsüzleşmiş, güvencesizleştirilmiş, geleceksizleştirilmiş işçi sınıfı, sermaye sınıfının bütün kanatlarının talep ettiği politikalarla yaratıldı. Konuştuğumuz neofaşistleşme o zemin üzerinde mümkün oluyor ve gerçekleşiyor.

YARGI, ERK GRUPLARININ KONTROLÜNE GİRDİ

Can Atalay’ın avukatları, CHP, TİP AYM’ye yeniden başvurdular. İktidar medyasında Atalay’ın vekilliğinin Mecliste düşürüleceği ancak AYM’nin hak ihlali kararını yenilemesiyle vekil olarak Meclise döneceği yönünde haberler çıkmıştı. Erdoğan’ın “18 yıl hapse mahkum olmuş bir teröristi Meclise taşımak için hukukun altından tünel kazılıyor” sözlerini anımsatarak soralım, yeniden başvurudan ne beklenebilir?

Bu rejimin devlet yapılanması içinde bunları öngörmek mümkün değil. İktidar blokunun farklı kanatlarından bazen olması istenen ya da süreci yönlendirmeye yönelik bu tür hamleler gelebiliyor. Dolayısıyla bunu öngöremeyiz ancak Türkiye’de asgari yargı düzeninin işlemediği aşikar. Yargı adeta feodal bir şekilde tamamen çeşitli erk gruplarının kontrolüne girmiş durumda. Bunun son sahnelerinden birini AYM’de görüyoruz. AYM elbette her durumda hukuk devletinin gerekleri konusunda kararlar vermiyor ama Can’da gördüğümüz gibi azıcık bile öyle bir karar ortaya çıksa, siyasal iktidar hemen buraya müdahale ediyor.

Bu süreçte ne olur? AYM, özellikle MHP kanadının bağıra bağıra ifade ettiği gibi tamamen kaldırılır, Türkiye 60 yıl öncesine geri mi döner, bunları öngörmek mümkün değil. Ancak bunları yok saymaksızın, elimizdeki araçları çeşitli fantezilere ve hayallere kapılmadan kullanmak zorundayız.

SÜREÇ CİDDİYE ALINMALI

İktidarın yeni anayasa çıkışları, düzen muhalefeti içinde “Gerçek sorunları örtmek için gündem değiştiriyorlar” ya da “Buna cesaret edemezler” şeklinde karşılanabiliyor. Oysa 22 yılda “Cesaret edilemez” denilen ne varsa hemen hepsi hayata geçti, ne dersiniz?

Evet, İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilme de dahil. Bazen iktidarlar, siyasal aktörler gündemi kaydırmak için hamleler yaparlar ama büyük mevzularda AKP’nin yaptığı gündem değiştirme falan değil. 22 senedir bu böyle, atacağı adım öncesinde karşı bloklardan gelecek reaksiyonu anlamak üzere önce bir yoklama çekiyor. Başkanlık rejiminden Ayasofya’nın ibadete açılmasına, hep böyle oldu. Uygun zemini görüyorsa hamlesini yapıyor. Dolayısıyla gündem değiştirme olarak görülmemesi, AYM’yi kaldırmaya kadar uzanan sürecin ciddiye alınması gerektiğini düşünüyorum.

ÖNCEKİ HABER

İlhan Cihaner'den İliç maden katliamıyla ilgili açıklama: Kuruluşundan itibaren şaibeler var

SONRAKİ HABER

İşçileri toprağa gömen maden tekeli, gözünü Artvin ve Erzincan’a dikti

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa