Yeni faşizmin tezahürü olarak İliç Maden Katliamı
"Tıpkı 6 Şubat depremi gibi İliç Katliamı da sadece kapitalist düzenin kâr mantığını değil, siyasal rejimin yeni faşizm doğrultusunda geçirdiği dönüşümü bir kez daha gözler önüne serdi."
Fotoğraf: AA
Şebnem OĞUZ
13 Şubat’ta Erzincan’ın İliç ilçesinde Anagold’a ait altın madeni işletmesinde meydana gelen ve en az 9 işçinin ölümüne, tonlarca siyanürün çevreye saçılmasına neden olan çökme, toplumsal muhalefet tarafından haklı olarak doğal bir afet değil sermayenin katliam düzeninin son örneklerinden biri olarak yorumlandı. Ancak bu katliamı sadece sermayenin kâr hırsı üzerinden okumak yanıltıcı olur. Tıpkı 6 Şubat depremi gibi İliç Katliamı da sadece kapitalist düzenin kâr mantığını değil, siyasal rejimin yeni faşizm doğrultusunda geçirdiği dönüşümü bir kez daha gözler önüne serdi. Bu dönüşümü anlamak için öncelikle küresel kapitalizmin krizine bir yanıt olarak ortaya çıkan 21. yüzyıl faşizminin temel özellikleri üzerinde durmak gerekir. Marksist Kuramcı William I. Robinson’a göre, faşizm kapitalizmin krizine verilen özgün bir yanıttır. Klasik faşizm 1929 krizine verilen özgün bir yanıt iken, yeni faşizm 1970’lerde başlayan ve 2008’de derinleşen kapitalist krize verilen özgün yanıttır. Faşizmin günümüzde aldığı biçim tam da sözü edilen bu krizlerin tarihsel farklılıklarından kaynaklanır. Klasik faşizm sermayenin uluslararasılaşmasının görece erken bir evresinde ortaya çıkmıştır ve gerici siyasal iktidarların kendi ulusal sermayeleri ile ittifakına dayanmıştır. Bir eksik tüketim krizi olan 1929 krizinden sonra ulus devletlerin kendi ulusal sermayeleri için pazar arayışına girişmeleriyle başlayan emperyalistler arası rekabetin yol açtığı iki dünya savaşı arası döneme özgüdür. Yeni faşizm ise sermayenin uluslararasılaşma sürecinin görece geç bir evresinde ortaya çıkmıştır ve gerici siyasal iktidarların ulusötesi sermaye ile ittifakına dayanır. Bu dönemin temel özelliği ulus devletlerin 1970’lerde başlayan, 2008 krizinden sonra derinleşen sermayenin yeniden üretim krizini aşmak üzere zor yoluyla ulus üstü sermayeye sürekli olarak yeni birikim olanakları yaratmaya çalışmasıdır. İliç katliamında karşımıza çıkan Anagold’un yüzde 80’inin Kanada merkezli madencilik şirketi SSR Mining’e, yüzde 20’sinin ise Çalık Holdinge bağlı Lidya Madencilik’e ait oluşu tam da bu durumun bir örneğini oluşturuyor. Yeni faşizmin ekonomi politiği açısından İliç Katliamı’nın işaret ettiği bir diğer olgu ise zora dayalı el koyma ve mülksüzleştirme yoluyla doğanın sermaye birikim sürecine çekilmesi; ancak bu mekanizmanın genel olarak sermayeye değil, daha çok AKP yanlısı sermaye kesimlerine kaynak transferi için kullanılması. Tıpkı Akbelen Ormanlarının iktidar yanlısı IC İÇTAŞ ve LİMAK şirketlerinin termik santralleri için yıkıma uğratılması gibi. Bu noktayı biraz daha açalım.
AKP 2002’de iktidara gelişinden itibaren, kendi içindeki politik heterojenliğe ve Türkiye burjuvazisinin her iki kesimini (TÜSİAD eksenli Batı yönelimli sermaye ve MÜSİAD eksenli İslami sermaye) temsil etme iddiasına rağmen ana ideolojik yönelimi olan siyasal İslam doğrultusunda sermayenin ikinci kesimini güçlendiren yeni bir iktidar bloku kurmaya dönük adımlar attı. Özellikle 2008 krizinden sonra bu adımları hızlandırdı ve var olan iktidar blokundan koptuğu ölçüde alternatif finansal kaynaklara ihtiyaç duydu. Bu süreçte “rant/talan/yağma düzeni” olarak adlandırılan mülksüzleştirme mekanizmaları işlev değiştirdi. Bu tür mekanizmalar neoliberal politikaların ayrılmaz bir parçası olarak 1980’li yıllardan itibaren zaten mevcuttu, ancak genel olarak sermayeye kaynak transferi için kullanılıyordu. AKP iktidarının ikinci on yılında ise yeni rejim inşası için İslamcı sermaye kesimlerine, vakıflara, derneklere, tarikatlara vb. kaynak aktarma işlevi öne çıktı. 2013’te Fed’in faiz artışı kararını açıklamasından sonra bol ve ucuz likidite döneminin kapanmasıyla birlikte AKP iktidarı birikim sürecine zor yoluyla müdahale mekanizmalarını çeşitlendirerek artırdı. Acele kamulaştırma gibi yöntemlerle doğanın iktidar yanlısı sermaye kesimlerine kâr alanı olarak açılması; inşaat, enerji, altyapı gibi sektörlerin aynı amaçla desteklenmesi, Merkez Bankasının siyasi kontrolünün mümkün kıldığı faiz indirimi politikalarıyla yeni bir ihracat rejiminin kurulması bu mekanizmalar arasındaydı. İliç’teki katliamda karşımıza çıkan Çalık Holdingin büyüme dinamikleri bu ve benzeri mekanizmalarla yeni bir iktidar blokunun inşasının tipik bir örneğini oluşturuyor.
İliç Katliamı’ndan sonra bölgeyi ziyaret etmek isteyen meslek örgütlerinin, Menzil Tarikatına bağlı Beşir Derneğinin çadır kurduğu alana alınmaması; İliç’te siyanürlü altın madenine karşı mücadelesi ile tanınan ve gözaltına alındıktan sonra serbest bırakılan Sedat Cezayirlioğlu’nun maden sahasına 3 kilometre kadar mesafeye girişinin yasaklanması ve benzeri gelişmeler ise 6 Şubat depreminden sonra devletin felaketi fırsata dönüştürme mekanizmalarını hatırlatıyor. Bu noktada son dönemde sıkça kullanılan “felaket kapitalizmi” kavramının yaşadığımız süreci açıklamakta yetersiz kaldığını; “felaket faşizmi” kavramının durumun anlaşılması için daha uygun olduğunu düşünüyorum. Zira felaket kapitalizmi Naomi Klein’ın Şok Doktrini kitabında, büyük toplumsal şoklar sırasında ve sonrasında, iktidarın felaketi fırsat bilerek popüler olmayan neoliberal ekonomi politikalarını uygulaması olarak tanımlanıyor. Sermayeye yeni kâr alanları açarken felaketlerin oluşumunu engelleyecek önlemleri almayan neoliberal politikaların sonucunda yıkıcı hale gelen felaketlerin, neoliberal politikaları daha da derinleştirmek için fırsata dönüştürülmesini ifade ediyor. AKP iktidarının özellikle son on yılda uyguladığı ekonomi politikaları ise bu tanımın ötesine geçiyor: AKP iktidarı felaketlerin oluşumunu engelleyecek önlemleri almaksızın doğayı ve yaşam alanlarını şirketlere kâr alanı olarak açarken sadece sermayeye kaynak yaratmıyor, inşa etmekte olduğu İslami faşist rejimin sermaye tabanını ve finansal kaynaklarını güçlendiriyor. Bu durumu 1999 Marmara depremiyle 6 Şubat depremini karşılaştırdığımızda daha iyi görebiliyoruz. Her iki depremde de kâr hırsıyla hareket eden müteahhitlere karşı yeterli önlem almayan hükümetler afeti katliama dönüştüren politik aktörlerdi. Ancak 1999’da inşaat sektörü genel olarak kolay yoldan ekonomik büyüme için kullanılan bir mekanizma iken 2023’e gelindiğinde daha çok İslamcı sermayeye servet transferi mekanizmasına dönüştü. AKP’nin 6 Şubat depreminden sonra felaketi fırsata dönüştürme sürecine baktığımızda da benzer bir durum görüyoruz. AKP iktidarı depremden hemen sonra mülksüzleştirme yoluyla el koyduğu arazilerde konut ihalelerini AKP yanlısı şirketlere verdi; tarikatlerin deprem bölgelerindeki varlığını güçlendirdi; imar ve iskan politikasını kentlerin demografik yapısını dönüştürmek için kullandı; göçmen karşıtı Ümit Özdağ ve Zafer Partisini halkın öfkesini Suriyeli ve diğer göçmen gruplara yönlendirmek amacıyla seferber etti; yerelliklerde “öteki”ne yönelik ölçüsüz şiddetin yaygınlaşmasını tetikleyerek faşizmin toplumsallaşmasını hızlandırdı. İliç Katliamı’ndan sonra alana giden meslek örgütlerinin Menzil Tarikatına bağlı Beşir Derneğiyle karşılaşması benzer bir sürecin İliç’te de yaşanabileceğini gösteriyor.
Yerel seçimler yaklaşırken İliç Katliamı bir kez daha yaşam alanlarının “Sermayeye peşkeş çekilmesi”nin yol açtığı yıkım üzerine tartışmaları yoğunlaştırdı. Benzer tartışmalar zaten halkçı-toplumcu belediyelerden söz edilirken çokça duyduğumuz “Kentsel alanların ranta açılması”nın yol açtığı yıkım konusunda yapılıyor. Bu noktada İliç Katliamı’ndan çıkarılabilecek en önemli derslerden biri söz konusu politikaları sadece neoliberalizmin derinleştirilmesi açısından değil, yeni siyasal rejimin kentin toplumsal dokusuna kazınması sürecinin bir parçası olarak ele almak olabilir. Böyle bakıldığında yerel demokrasi mücadelesini de sadece antineoliberalizm ve antikapitalizm üzerinden değil aynı zamanda antifaşizm üzerinden örme gerekliliği ortaya çıkıyor.