29 Şubat 2024 04:59
/
Güncelleme: 07:40

İliç’teki ölü balıklar asıl felaketin habercisi

Türkiye’deki ilk siyanür kazası 17 Ağustos depreminde Yalova’da yaşandı. Depremde akrilonitril tankları çatladı ve 6 bin 500 ton zehirli gaz çevreye yayıldı.

İliç’teki ölü balıklar asıl felaketin habercisi

Anagold Madencilik'e ait siyanür havuzu | Fotoğraf: Ferit Demir/Munzur Press

Sibel HÜRTAŞ

İliç’teki maden faciasının üzerinden iki haftadan fazla süre geçti. Önce göç yolu maden ocağının üzerinden geçen kuşların toplu ölüm haberi sosyal medyaya yansıdı, önceki gün de meslektaşım Ferit Demir, su yüzüne çıkmış ölü balıkların haberini ekranlara yansıttı. Tüm bu olağan dışı gibi görünen hareketlilik aslında büyük bir felaketin habercisi. Aslında bundan sonra yaşanacakları tahmin etmek hiç de zor değil. İliç’teki yakın tehlikeyi anlatmak için Türkiye’deki ilk siyanür faciası olan AKSA’da yaşananları hatırlamakta fayda var.

Türkiye’deki ilk siyanür kazası 17 Ağustos depreminde Yalova’da yaşandı. Deprem sırasında AKSA’nın viril siyanür olarak adlandırılan akrilonitril tankları çatladı ve 6 bin 500 ton zehirli gaz çevreye yayıldı.

Bu sırada Evrensel gazetesinin İstanbul’daki merkezinde çalışıyordum. Depremden bir hafta sonra, gazeteye gelen bir postacının haber vermesiyle olaydan, faciadan haberdar olmuştum. Hemen otobüsle Yalova’ya geçmiş, Taşkent’e gitmek için bir minibüse binmiştim. Ancak şoför, Taşkent mevkiinde “burası tehlikeli” diyerek, beni indirmişti. Tarifi üzerine önümde 6 kilometrelik bir yol vardı.

Sahilden, kimsenin olmadığı bir yolda yürümüştüm. Her yer o denli sessizdi ki; bu sessizliği ayaklarımın altından gelen hışırtılar deliyordu. Etrafı çakıl taşlarıyla dolu yolda yürürken, seslerin garipliği dikkatimi çekmiş, yere daha dikkatli baktığımda ayaklarımın altının sahile vurmuş ve kuruyarak, taşlara yapışmış yüzlerce ölü balıkla dolu olduğunu fark etmiştim.

Geri dönüşüm mümkün değildi, bu yolda saatlerce yürüyerek, faciadan etkilenen Altınkum Sitesine varmıştım. Site’de bir evin dışında yıkım yoktu, ama etrafta kimse yoktu. Herkes, dağlara kaçmıştı. Deprem sırasında evlerinden kendilerini can havliyle sokağa attıklarını, dışarı çıktıklarında acımtırak bir hava ile karşılaştıklarını, boğazlarının yandığını, nefes alamadıklarını ve dağa kaçtıklarını anlatıyorlardı.

Durum pek vahimdi. Sızıntının ardından 6 kişi ölmüştü ve ölümlerin hepsi şüpheliydi. İlk Zeki Aydın hayatını kaybetmişti. Oğlu Osman Aydın babasının deprem öncesi sağlıklı olduğunu, sonra hızla zayıfladığını gittikleri hastanede ise hiçbir teşhis konulamadığını söylemişti. Aydın’ın ardından Cemile Tezer, Melahat Kaypak, Necla Uysal, Ahmet Nalbant ve Zühtü Mallı art arda ölmüştü. Ölüm raporlarında “nefes darlığı” yazıyordu.

Aynı sürede rahatsızlanan 40 kişi Bursa Devlet Hastanesine kaldırılmıştı. Kendilerine bir teşhis konulamadığından ağrı kesici ve serumla tedavi edilmeye çalışılmışlardı. Başvurularına karşın Hastaneden bir rapor da alamamışlardı. 

Fabrikanın yakınındaki Hava Meydan Komutanlığında da şüpheli durumlar vardı. Deprem gecesi fabrikadaki sızıntı nedeniyle çıkan yangına müdahale eden Hava İstihkam Astsubay Çavuşu Cemil Özkalay ile sızıntı nedeniyle yerleşim yerlerine inerek uyarılarda bulunan Astsubay Osman Tosya, teşhis edilemeyen rahatsızlıktan dolayı hastanede idiler. 

Tüm bu olağanüstü duruma kısa süre içinde hayvan ölümleri eklenmişti. Köylüler hayvanlarının telef olduğunu anlatıyordu, kısa süre içinde hayvanat bahçesindeki hayvanların da telef olduğu bilgisi gelmişti. 

Bunlar, siyanürün sadece havadaki etkileriydi. Eylül’ün ilk haftası Yalova Kriz Masası, yer altı sularında siyanür tespit etmişti. Tehlike büyüktü çünkü köylüler ekinlerini bununla suluyordu. Hasadı yapılan ekinlerin nerelere dağıtıldığı bilinmiyordu. Henüz hasadı yapılmayanların ise imhasına karar verilmişti.

Ne soluduğumuz hava, ne içtiğimiz su, ne de üzerine bastığımız toprak, güvenli idi. İnsanlar depremden kurtulduklarına sevinemiyorlar; büyük bir belirsizliğin içinde adeta kayboluyorlardı. Avukat Ayşe Aydemir ile burada tanışmıştım. Aydemir, bütün bunları raporluyor, anlatıyor, sesini duyurmaya çalışıyor ama hiçbir sonuç alamıyordu. Ben de  telefonumun çekebileceği yerlere çıkarak, gazeteye haber yazdırmaya çalışıyordum. Fabrika ise büyük bir vurdumduymazlık içindeydi.

Durum öyle bir hale gelmişti ki; Çevre Bakanlığı 27 Ağustos’ta üretimin durdurulmasına karar vermişti. Ama fabrika hâlâ çalışıyordu. Haberler, uyarılar, tepkiler, yasaklar… Hiçbir şeye kulak asmayan fabrika yönetimi depremden tam 40 gün sonra açıklama yapmıştı. Kameralar karşısına çıkan AKSA Genel Müdürü Selçuk Ergin, hem üretime devam edeceklerini söylemiş, hem de kanser tehlikesi iddialarını kulak arkası etmişti. Yalova’da bu haberi takip ettiğim zaman boyunca Selçuk Ergin’in kapısını defalarca çalmış, konuşmaya çalışmış, aramıştım. Kanser iddialarını hep reddetmişti.

Eldeki tek yol hukuktu. Avukat Ayşe Aydemir, 189 mağdur adına toplam 44 dava açtı. Davalar yıllarca yerel mahkemeler ile temyiz mahkemesi arasında gidip, geldi. 

Aradan 6 sene geçti…

9 Haziran 2005 tarihinde ajanslara düşen bir haber, kelimenin tam anlamıyla ibretlikti! AKSA Genel Müdürü Selçuk Ergin, yaşamını yitirmişti. Kanserden!

Depremden sonra rahatsızlanarak gittiği hastanede de kendisine teşhis konulamamış, ABD’de tedavi olmaya çalışmıştı. Ölmeden önce doktorlara vasiyeti, bu olayın gizlenmesiydi. 

Oysa ortada gizlenecek hiçbir şey yoktu.

Çünkü o günler bütün bir ülkeye seslerini duyurmaya çalışan ve dava açan 189 mağdur da kanser olmuştu. Onların Avukatı Ayşe Aydemir de kanserdi. Dahası o gün sızıntıya karşı insanları uyaran Astsubay Osman Tosya, kanserle mücadelesine yenik düşmüştü. 

Nihayet AKSA’ya karşı açılan tazminat davaları 2006’da sonuçlandı. Fabrika mağdurların hepsine küçük tazminatlar ödedi ama bölgede kanser vakaları hâlâ çok yüksek.

Evrensel'i Takip Et