Şafak Yüca: ‘Sıradan insanın hayatını anlatmaya çalışıyorum’
Öyküleriyle bizleri karneyle ekmek alınan günlere götüren yazar, değişim sancılarının peşine düşerken her şeye rağmen umudu var edenlerin de olduğunu hatırlatıyor.
Serkan Yüca | Fotoğraf: Kişisel arşiv
Halil YENİ
Genç öykü yazarlarından Şafak Yüca’nın “Üç Buçuk Numaralı Gözlük” adını taşıyan ilk kitabı Klaros Yayınları tarafından yayımlanarak raflardaki yerini aldı.
Şafak Yüca bu ilk kitabıyla, yürüdüğümüz kaldırımların, tanıdığımız yüzlerin resmini çiziyor. Gerçekliği tüm saflığıyla anlatırken, bir anda hüzne dil çıkarıyor. Ait olduğu yeri bulmaya çalışanların, kendinden ödün verenlerin, hayal kırıklıklarının, nereye giderse gitsin yalnızlıklarını da beraberinde götürenlerin izlerini takip ediyor. Öyküleriyle bizleri karneyle ekmek alınan günlere götüren yazar, değişim sancılarının peşine düşerken her şeye rağmen umudu var edenlerin de olduğunu hatırlatıyor.
Genç bir öykücü olarak yazınsal yolculuğunuz nasıl başladı?
İlk olarak mizahi metinlerle başladım yazmaya. Ortaokulda karikatür çizerdim. Türkçe Öğretmen’im Zarife Tarakçı vesile olmuştu buna. Hatta birlikte yıl sonu tiyatro gösterileri hazırlardık. Diğer yıl tanıştığım Türkçe Öğretmen’imiz Tolga Torman şiirle haşır neşir olmamı sağlamıştı. Ardından lisede Edebiyat Öğretmen’im Halim Bektaş, bana farklı bir yol çizdi. Belki de yaşım gereği, okuduklarımla birlikte siyasallaşmaya başladım. Bana Attila İlhan’ın “Sokaktaki Adamı”nı verdi. Çarpıldım. Orhan Kemal’in “Murtaza”sını verdi. Bu kitaplarla birlikte ben kendimden geçtim. On dakikalık teneffüste Halim Hocam beni yakalıyor, elime Halikarnas Balıkçısı’nın kitabından bir metni tutuşturuyor, “Hemen oku, bana anlat” diyordu, “Anlat, ne anladın?” Bu kitaplar beni öykü yazmaya sevk etti.
‘ÇOĞU ÖYKÜ KENTE DAİR GÖZLEMLERİMDEN ÇIKTI’
Öykü sizin için ne anlam ifade ediyor?
Sıradan insanlarız biz, hayatımız küçük tesadüflerle, rastlantısal değişimlerle ilerliyor. Sıradan insanın hayatını anlatmaya çalışıyorum ben de. “Üç Buçuk Numaralı Gözlük” adını verdiğim kitabımdaki çoğu öykü de kendi yakın çevreme ve yaşadığım kente dair gözlemlerimden çıktı.
Güncel Sanat dergisi tarafından 11.si düzenlenen “Kaygusuz Abdal Öykü ve Şiir Ödülleri” kapsamında “Türlü Burjuva Adetleri” başlıklı öykünüz “Alara” ödülüne değer görülmüştü.
Evet. Söz konusu öyküde Gebze’deki bir gencin dramını anlatmaya çalışıyorum. Benim kuşağım (’93 doğumlular) bilirler, yaşadığımız kentte sosyalleşme alanlarımız kısıtlıydı. Bu yüzden şehrin dışına, İstanbul’a ya da aynı mesafedeki İzmit’e gitmek zorunda kalırdınız. Ben de İstanbul’a giden bir aşığın yaşadıklarını anlatıyorum. Mecidiyeköy’ü de özellikle seçtim, zira bana, bir distopyanın içinde yaşadığımızı hissettiriyor. Trafiği bakımından araç gürültüsünün yoğun olduğu, gökdelenlerin uzayıp gittiği, kendinizi ufacık hissettiğiniz bir yerdir bana göre. Rantın ayyuka çıktığı ve yaşam alanının insancıl olmaktan çok uzaklaştığı yerleşim yerlerinin en bariz örneğidir. Hatta bu yüzden öyküdeki karakter, Gebze’yi kastederek, “Sırf ben varım diye sevemez miydin bu kenti?” diye soruyor çaresizce. Sevemez tabii. Bu hikayenin sonunun hüsran olduğu çok bariz…
GERÇEKLE DÜŞ ARASINDA BİR DÜNYAYI ANLATAN ÖYKÜLER
Biraz kitabınızı konuşmak istiyorum. “Üç Buçuk Numaralı Gözlük” hangi duygularla yazıldı? Kitap nasıl bir emeğin ürünü olarak raflardaki yerini alıyor?
Her biri farklı zamanlarda yazılmış olan öykülerden oluşuyor aslında ama onları bir kitapta toplayan şey, kendi yakın çevremi gözlemleyerek yazdığım metinler olmalarıdır. Yazdığım ilk öyküm, dedemi anlattığım “Üç Buçuk Numaralı Gözlük” öyküsüdür. Sonra “Yazlık” gelir. Orada da anneannem var. Çocukluğumdan beri annemle yaptığımız sohbetlerde, kendi hayatına dönük anlattıkları da birikmişti zihnimde. Bütün bunları kurguyla karıştırarak öyküye dönüştürdüm. Gerçekleri kurguya dönüştürmek çok zor. Bazen gerçek yaşantılar, kurgusal bir metne dönüştüğünde gerçekçi gelmiyor. Kurmaca, “gerçek gibi” olduğunda güçlü bir metin oluyor. Buna yaklaşmaya çalışıyorum yazdıklarımda.
Bir yandan toplumsal hafızamızı diri tutmaya çalışırken diğer yandan bireysel duygulara yönlendiriyorsunuz bizleri. Öykülerinizde okuru neler ve hangi karakterler bekliyor?
Yavaş yavaş kayboluyor şimdi, ama ben cinsiyetine ve buna bağlı olarak toplumsal rolüne göre yetiştirilmiş nesildenim. “Yazlık” öyküsüyle bunu vurgulamaya çalışıyorum. Erkek tamirat işlerini, kadın da mutfak ve ev işlerini bilerek yetişmiyor artık. Dolayısıyla toplumun sıkıştırdığı rolleri yırtıp atıyor insanlık. Cinsiyet rollerini ayet gibi benimsemiş bir örnek vardı önümde: Anneannem. Ben de ondan esinlenerek yazdım. Üç Buçuk Numaralı Gözlük, öykümdeki karakter dedemdir. Karneyle ekmek alınan günleri yaşamış, ’60’larda İstanbul’a, ’70’lere doğru da Almanya’ya göç etmiş bir işçiydi. Bu bakımdan tıpkı anneannem gibi, belli bir nesli anlatmak için bir ideal tip yaratmak istesek, en oturaklı örneğimiz olurdu. “Benim Suçum” ve “Nefes Almayı Öğrenmeliyiz” öykülerindeyse çocuklar var. Ancak bu çocuklar, karakterin çocukluğu da olabilir. İnsan kendi çocukluğunu peşinde gezdirir. Bazen ona geri döner. Hatta kendi geçmişiyle daima bir hesaplaşma halindeyse, anılarından kurtulup günceli yakalayamaz bir türlü. İşte böyle bir sürecin yarattığı çatışmayı ve gerçekle düş arasında bir dünyayı anlatan öyküler bunlar.