Marksizm vs. feminizmler: Kadının ezilmişliği sorunu-1
Kadının ezilmişliği sorununun kökenine ilişkin tartışmalar toplam mücadele hattının farklılaşmasını da beraberinde getiriyor.
Zeynep ALGEDİK
ODTÜ
Beşeri Bilimler Emek Gençliği olarak gerçekleştirdiğimiz “Marksizm ve Feminizm” etkinliğinde kadın mücadelesinin tarihsel gelişimi bağlamında feminizmlerin ve marksizmin meseleyi ele alış biçimlerini tartıştık. Alman Marksist Clara Zetkin ve Sovyet Marksist Kollontai’ın feminizme yönelik yürüttüğü polemikleriyle mücadelede yöntem sorunuyla birlikte ele aldık.
Etkinlikten çıkardığımız sonuçlarla birlikte, kadın hareketi içerisinde en çok tartışılan kadınların ezilmişliği sorununun ortaya çıkışını, mücadele rotasında feminizmler ve marksizmin hangi nedenlere ayrıştığını birinci dalga feminizmden başlayarak bu yazı dizisinde tartışacağız.
19. YÜZYIL’DAN 20. YÜZYIL’A KADIN MÜCADELESİNİN SEYRİ
19. Yüzyıl’dan itibaren sanayi devrimi ve köyden kente göçün artmasıyla özellikle tekstil gibi ince el işi gerektiren iş kollarında kadın ve çocukların iş gücüne çekildiğini gözlemliyoruz. Osmanlı’da da görülen bu sürece bir örnek olarak Bursa ipek işçileri kadınları gösterebiliriz. İşçileşen kadınlar kendi bireysel emekleri üzerinde söz sahibi olmuştu ancak bu aynı zamanda kendi emeklerini satmaları anlamına geliyordu. İşçileşemeyen yoksul/mülksüz kadınların ise fuhuşa sürüklendiğini görüyoruz.
Aristokrat kadınların ayrıcalıkları aristokrasinin parçalanmasıyla birlikte ellerinden alınıyor. Böylelikle üretime katılmayan eski aristokrat yeni burjuva kadınların değişen dünya içerisindeki pozisyonlarının ne olacağı sorusu ortaya çıkıyor. Kadınların eğitim alma, seçme ve seçilme hakkı gibi hakları yokken, aileden zengin ya da bir sermayedarla evlenmiş burjuva kadınların çalışma hakları bulunmuyor.
Toplum içerisindeki bu çatışmayla birlikte egemen sınıf kökenli kadınlar üretime ve siyasete katılmak isterken işçi olarak çalışmaktan ziyade eğitim alıp “masa başı” işlerde yer almak istiyorlar.
Marksistler tarafından dönemin koşulları bu biçimde değerlendirilirken birinci dalga feministlerin değerlendirmeleri mevcut toplumsal koşullardan olabildiğince kopuk.
Örneğin, kadınların özgürleşmesine dair tartışmalar ilk kez bu dönemde çıkmıyor. 15. ve 16. yüzyıllarda İtalya’da rönesans döneminin ve ticaret burjuvazisinin ortaya çıkışıyla birlikte kadınların özgürleşmesine dair tartışmaların olduğu yazılar bulunuyor. Peki ama neden 15. Ve 16. yüzyılların İtalya’sında değil de 19. yüzyıllara geldiğimizde bu denli kitleselleşen kadın hareketine rastlıyoruz? Meselenin özü birinci dalganın iddia ettiği gibi kadın cinsinin doğasıyla ilgiliyse 19. yüzyılda olan neden 15. yüzyılda olmamış?
KADIN SORUNU SINIFLI TOPLUMLARA AİTTİR
Kadınların özgürleşmesine dair taleplerin kitlesel bir hal alması, sanayi devrimi ve kadınların kitleler halinde üretime katılmasıyla başlıyor. Yani, kadın hareketinin kitlesel gücü, toplumsal çoğunluğu oluşturan işçi emekçilerin “kadınlarının” çalışma ve yaşam taleplerinden gelmektedir, işçi sınıfının mücadele olanaklarının ve bir sınıf olarak örgütlenmesinin büyümesiyle kadın kitlelerinin mücadeleye kazanılma düzeyi büyümüştür.
Tarihi, alt yapı ve üst yapı arasında çelişkilerin arttığı koşulları değerlendirerek incelemek, tarihsel dönüşümlerin içindeki uğraklarda bulunan “zorunluluk” ilişkilerini tespit etmeyi sağlar. Böylelikle üretim ilişkilerindeki değişikliklerin nasıl beraberinde toplumsal değişimleri getirdiği açığa çıkıyor. Clara Zetkin’in birinci dalga feministleri en çok eleştirdiği noktalardan biri de bu alt yapı ve üst yapı çatışmasını görememelerine ilişkindir.
Zetkin, bugün pek çok feminist akımın da “birinci dalga feminizm” olarak adlandırdığı kadın hareketine yönelik polemiklerinde ele aldığı gibi dönemin taleplerini hem burjuva kadınlarının hem de işçileşmeye başlayan kadınların sahiplendiği görülebilir. Ancak örneğin oy ve çalışma hakkı konusunda burjuva kadınlarla birlikte mücadele eden işçi kadınlar çalışma koşullarına dair talepleri, doğum izni gibi talepleri için patronlarına gittiklerinde burjuva kadınlarını yanlarında bulamıyor. “Eşitlik” talebi iki ayrı sınıf açısından ortaklaşıyor görünse de sınıfsal pozisyonları itibariyle proleter kadınlar burjuva kadınları tam karşılarında buluyorlar. Daha detaylı bilgi için Sufrajet hareketine göz atabilirsiniz.
KADIN KADIN OLDUĞU İÇİN Mİ İKİNCİ CİNSTİR?
Kadının ezilmişliğine dair çevremizle yürüttüğümüz kimi tartışmalar içerisinde kadınların doğurgan olmalarından, doğasına ilişkin bir mesele olmasından kaynaklı ikinci cins olduğu argümanlarıyla kimi zaman karşılaşırız. Ancak etkinliğimizde de tartıştığımız üzere bugün açısından esasında ikili cinsiyet teorisinden kalkarak ilerleyen tartışmaların çok daha egemen olduğunu söyleyebiliriz. Feminizmler, kadının ezilmişliğini mevcut toplumsal sistem, üretim ilişkileri bağlamında ele almadan; erkek ve kadın arasında bir ikililik kurarak “ezen, tahakküm altında tutan bir erkek cinsi ile ezilen, baskılanan bir kadın cinsi” olarak ele alır.
Kadının ezilmişliği sorununun kökenine ilişkin tartışmalar toplam mücadele hattının farklılaşmasını da beraberinde getiriyor. Örneğin Koreli radikal feministlerin 70-80’li yıllarda politik feminizm/lezbiyenlik, erkeksiz evler, erkeklerle romantik-cinsel ilişki kurmamak, onların çocuklarını doğurmamak içerikli grevleri gibi patriyarkaya karşı kadının doğurganlığı üzerinden çeşitli mücadele pratikleri ortaya koymuşlardır. Bu içeriklerin esas hedefini oluşturan fikirler, tahakkümün erkek cinsinin doğası gereği ortaya çıkmasından hareketle oluşmuştur.
Bir diğer yandan kadın ve erkek cinsi ikiliğinde homojen bir kadın tanımının da yapılıyor olması; farklı toplumsal sistemler içerisinde efendi kadın- köle kadın, feodal beyin eşi – köylü kadın, burjuva kadın- işçi kadının aynı düzlemde ele alınması, kadının ezilmişliğinin esas temelini ıskalamanın en büyük etkenlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor.
Marx ve Engels’e göre “ataerki tarih üstü değildir”; sınıflı toplumların, özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla ilişkilidir. Yani ataerki mevcut üretim ilişkilerinde ancak değerlendirilebilir. Bu düşünce ise antropologlar tarafından daha önce yapılan çalışmalara dayanıyor. Bu çalışmalara göre ilkel komünal toplumlardaki kabilelerde bugünkü biçimiyle bir aile yapısına rastlanmıyor. Var olan aileler tek eşlilik temelinde var olmuyor. Kabile içerisinde hem kadın hem erkek liderlerden bahsedilebiliyor. Sınıfların olmadığı bu dönem açısından cinsiyetlerin bugünkü toplumsal konumlarından bahsedemiyoruz. Bu açıdan baktığımızda pek çok alanda karşımıza çıkan kadının doğası gereği zayıf/güçsüz olmasıyla baskılanması; erkeğin ise doğası itibariyle ezen, tahakküm altında tutan bir cinsi olduğuna ilişkin argümanların tarih dışı/metafizik argümanlar olduğunu bu bilimsel bulgulara dayanarak söyleyebiliyoruz.
Evrensel'i Takip Et