18 Mart 2024 08:37

Poor Things: Bir kadının kendini keşfetme yolculuğu mu bir erkeğin hayâl dünyası mı?

Poor Things, salt bir sinema eseri değil; aynı zamanda kadınlığın ve özgürlüğün dokusunu özgün bir şekilde işlemeye çalışan bir yapıt olarak öne çıkıyor.

Paylaş

Günizi ÖZEN
İstanbul Üniversitesi

Yorgos Lanthimos’un Poor Things’i, önceki başarılı işleri olan Dogtooth, The Lobster ve Killing of a Sacred Deer gibi yapımlarının ardından yine dikkat çeken bir film oldu. Ünlü yönetmenin bu filmi, son zamanlarda sinema çevrelerinde oldukça sık tartışılan cinsel şiddet, pedofili ve kadın düşmanlığı üzerinden birçok eleştiriye maruz kalmasıyla ismini duyurmasının yanında, oldukça sancılı geçen çıkış süreci nedeniyle merakla bekleniyordu. Geçtiğimiz yaz Hollywood’da 11.500 senarist, Sinema ve Televizyon Yapımcıları Birliği (AMPTP) ile iş güvencesi ve maaş konularında anlaşma sağlanamadığı için 2 Mayıs’ta greve gitmişti. Bu grev, film ve dizi endüstrisinde geniş bir etki yaratmıştı ve 65.000 oyuncuyu temsil eden SAG-AFTRA sendikasının da 14 Temmuz’da AMPTP ile anlaşamaması sonucunda iş bırakmasıyla daha da büyümüştü. Protestoların ve grevlerin gölgesinde kalan ve bu yıl 80.’si düzenlenen Venedik Film Festivali’nde, 8 dakika boyunca ayakta alkışlanmasıyla gündeme gelen filmin vizyon tarihi, yine grev nedeniyle, önce Ağustos’tan Eylül’e, ardından da Amerika için Aralık ayına; Birleşik Krallık için ise Ocak ayına ertelenmişti.

BELLA’NIN ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KORUMA MÜCADELESİ

İskoç yazar Alasdair Gray’in 1992 yılında yayımlanan aynı adlı romanından uyarlanan bu absürt yeniden yaratım hikâyesi, hamile bir genç kadının intiharı sonrasında cesedinin eksantrik bir karakter olan Doktor Goodwin Baxter tarafından bulunması ile başlar. William Dafoe’nun hayat verdiği bu doktor, kadının beynini karnındaki henüz doğmamış bebeğin beyni ile değiştirerek, Bella Baxter karakterini yaratır. Film boyunca Bella’nın, bir bebek zihnine sahip olarak konuşmayı, yürümeyi, cinselliği ve toplumu yeniden öğrenmesini, “Tanrı” adını verdiği bilim insanının kendisini yarattığı evden, Duncan Wedderburn ile bir macera yaşamak amacıyla kaçmasını, çeşitli aşamalarda hayatı nasıl deneyimlediğini izleriz. Viktorya Dönemi İngiltere’sinde geçen bu öykü, Bella’nın yeniden inşa ettiği hayat deneyimi sırasında karşılaştığı çeşitli ataerkil figürler ve toplumsal trajediler çevresinde şekilleniyor. Bella’nın varoluşunu ve cinselliğini keşfetme arzusu, filmi sadece bilim kurgu olmaktan çıkararak bir içsel keşif yolculuğuna dönüştürüyor. Duncan Wedderburn ile cinsellik çerçevesinde şekillenen kaçışı, Bella’nın yeniden şekillenen dünyasıyla bütünleşiyor. Ancak filme asıl perspektifini veren şey, Bella’nın kaçışından sonra korumaya çalıştığı özgürlüğü. “Tanrı”ya ve dünyaya baş kaldıran bu güçlü kadın karakter, izleyiciye kimi baskıcı normların absürtlüğünü fark ettirme konusunda başarılı olsa da, artık klişeleşen kimi söylemler kadınların özgürlüğü için devrimsel nitelikte değil. Vermeye çalıştığı mesajı mizahî unsurlarla harmanlayarak yönetmen, hem keyifli bir sinema deneyimi yaratıyor, hem de filmi bir didaktik propaganda aracı olmaktan çıkarıyor. Bu noktada Poor Things, salt bir sinema eseri değil; aynı zamanda kadınlığın ve özgürlüğün dokusunu özgün bir şekilde işlemeye çalışan bir yapıt olarak öne çıkıyor.

BİR TÜR MODERN FRANKENSTEIN

Hikâye birçok yönüyle, Mary Shelley’nin unutulmaz eseri “Frankenstein”’a benzerlik gösteriyor; zaten Gray’in romanı, bu ünlü hikâyenin hicivli bir şekilde ele alımından başka bir şey değil. Kitabın cinsiyet ve sınıf eşitsizliği, bilim ve güç ile bilgi arasındaki bağları ele almadaki ustalığı, senarist Tony Mcnamara’nın kalemiyle yeniden hayat buluyor. Derin felsefî katmanlara sahip bu senaryonun içine çeşitli alegorilerle yedirilen çarpıcı kavramlar, yoğun estetik kaygılarla çekilmiş kareler ve alışılmışın dışındaki kamera ve kurgu teknikleriyle buluşunca, filmin neden ayakta alkışlandığını anlamak zor değil. William Dafoe, Mark Ruffalo ve başrol Emma Stone’un etkileyici performansları ise Akademi ödüllerinde kendinden epey bahsettirecek gibi duruyor.

Ancak filme getirilen eleştirilerin göz ardı edilmemesi gerekiyor. “Poor Things bir kadının kendini ve dünyayı keşfetme yolculuğu mu orta yaşlı bir erkeğin hayal dünyası mı?” sorusu oldukça dikkatli yanıtlanması gereken bir soru. Burada ilk dikkat çeken şey elbette yönetmen, senarist ve yazarın cinsiyet kimliği. Her ne kadar kadın perspektifinde ilerleyen bir film izliyor olsak da, film kendini bazı yargılardan ve erkek bakış açısı ile yazılmış olma ithamlarından kurtarabilmiş değil. Ayrıca Lanthimos’un agresif bir sinema diliyle oldukça provokatif yaklaşımı, birçok farklı çevreden tepki görüyor. Film; kadın vücudunun metalaştırılması ve sosyalizm gibi alanlarda, izleyiciye, yönetmenin bazı toplumsal dinamikleri yeterince kavrayamadığını hissettiriyor. Eleştirilere oyuncular ve yönetmen tarafından getirilen cevaplar ise yetersiz kalıyor. “Poor Things filminde hem oynadım hem yapımcılığını üstlendim. Yetişkin bedeninde bebek beyni taşıyan Bella’nın seks sahnelerinin hiçbirinde onu bir çocuk olarak görmedim” şeklindeki açıklamalarını basına veren Emma Stone, eleştirilerin bir sosyal medya linçinden öte bir şey olmadığını söylüyor. Bu tartışmaların ışığında Poor Things; sert eleştiriler, etkileyici performanslar ve özgün sanat anlayışıyla uzun süre kendinden bahsettirecek gibi duruyor.

ÖNCEKİ HABER

Pulp kültürü, süper kahramanlar ve kolektivizm

SONRAKİ HABER

Trabzonspor - Fenerbahçe maçının ardından çıkan olaylar dünya basınında: Kaos ortamı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa