İsrail İran’ı kışkırtmada neden bu kadar ısrarlı?
ABD’nin ve İsrail’in dış politikasının “Ortadoğu’da kendilerine mukavemet edecek herhangi bir devleti ve gücü bulundurmama” üzerine kurulu olduğunu hatırlatmakta fayda var.
Fotoğraflar: AA
Ali KARADAŞ
İsrail, 1 Nisan’da İran’ın Şam’daki konsolosluk binasını hedef alan bir saldırı düzenledi. Bu saldırıda aralarında iki üst düzey generalin de yer aldığı 7 yetkili, toplam 16 kişi yaşamını yitirdi. Her ne kadar İran “sınırlı bir saldırıyla” cevap verse de aslında uzun süreden beri devam eden “İran’la bölgesel bir savaş” hedefi çerçevesinde önemli bir adım oldu. Son olarak ise İsrail devlet televizyonu KAN, Hava Kuvvetlerinin, İran'a yönelik yeni bir saldırı için yürüttüğü hazırlıkları tamamladığı duyurdu.
İsrail ve bir numaralı müttefiki ABD bu kışkırtmayı ilk sefer yapmıyor. Hatırlanacağı üzere ABD, 3 Ocak 2020’de Bağdat’ta İran’ın Ortadoğu’daki en önemli politik figürü olan Kasım Süleymani’yi düzenlenen bir suikastla öldürmüş ve daha sıcak bir çatışmaya çekmenin çabasını göstermişti. Yine İsrail, Lübnan’da son yıllarda Hizbullah’a yönelik defalarca operasyonlar düzenlemiş ve üst düzey isimlerini katlederek provoke etmek istemişti. Bu gelişmelere paralel olarak İsrail ordusu Çarşamba günü, Hizbullah'ın sorumlularından birini "suikast saldırısıyla öldürdüğünü" duyurdu.
İsrail, kadın çocuk demeden 34 bine yakın Filistinliyi katlederek, on binlercesini yaralayarak, yüz binlercesini yerinden ederek dünyanın vicdanında mahkum olmuşken neden hâlâ saldırganlığına son vermiyor? Amaç sadece Gazze ve Batı Şeria’yı insansızlaştırarak yeni bölgeleri işgal ve iskân etmek mi?
Bu noktada ABD’nin ve İsrail’in dış politikasının “Ortadoğu’da kendilerine mukavemet edecek her hangi bir devletin ve gücün bulundurmama” üzerine ne kurulu olduğunu hatırlatmakta fayda var. Irak, Libya ve Suriye; İsrail karşıtı ve Filistin destekçisi politik duruşlarıyla biliniyordu. Şüphesiz ki bu üç ülkede meydana gelen gelişmelerin iç dinamikleri de mevcut. Ancak bu ülkeler bakımından ortaya çıkan durum tam da bu stratejiye uygun.
IRAK, LİBYA VE SURİYE’NİN BAŞINA GELENLER
Bilindiği üzere ABD İngiltere hükümetlerinin başını çektiği koalisyon güçleri “kitle imha silahlarına sahip olduğu” gerekçesiyle Irak’ı işgal etmiş ve o zamandan bu yana kendi iç çatışmaları nedeniyle günümüze kadar devam eden bitmek tükenmek bilmeyen bir kaosa sürüklenmiş durumda.
Mart 2011’de yapılan NATO müdahalesiyle Libya’da da Kaddafi yönetimi devrilmiş, günümüze kadar da ulusal bir birlik oluşturacak bir yönetim kurulması başarılamamıştır. Ülkenin doğusu ve batısı iki ayrı odak tarafından kontrol edilmektedir.
Komşumuz Suriye ise başta Körfez ülkeleri ve Türkiye tarafından desteklenen çoğu aşırı İslamcı gruplar tarafından çıkarılan silahlı ayaklanma ile yıpranabileceği kadar yıpratılmış ve kendi iç sorunları nedeniyle kafasını kaldıramaz duruma gelmiştir.
İRAN VE SÜNNİ NATO’SU ‘MESA’
İşte oluşan bu tablo karşısında bölgede hedefe konulabilecek tek devlet olarak İran kalmış durumda. İran’ın ABD ve müttefiklerinin hedefinde olması yeni bir olgu değil. Muhammed Rıza Pehlevi liderliğindeki monarşinin 1979 gerçekleşen devrimle yıkılmasından ve yerine İslami bir rejim kurulmasından beri Batılı ülkelerin radarında. Eylül 1980’de batı emperyalizminin desteğiyle Irak’ın başlattığı ve sekiz yıl İran-Irak savaşının temel amacı İran rejiminin yıkılmasıydı. Ancak savaş gerekçesiyle içerideki muhalefeti tasfiye eden molla rejimi, savaştan güçlendirerek çıktı. Günümüze gelene kadar Batı ile İran arasındaki gerginlik çeşitli düzeylerde devam etti. Özellikle Irak’ın işgalinden sonra ABD’nin “şer eksenin” bileşeni olarak sıfatlandırdığı İran’a askeri müdahale hep gündemde oldu.
Tunus’ta Muhammed Buazizi’nin 2010 yılında kendisini yakmasıyla başlayan ve Arap dünyasına dalga dalga yayılan halk hareketleri, Ortadoğu halklarının dikkatini iç sorunlara yoğunlaştırdı. Birçok ülkede onlarca yıldan beri devam eden diktatörlüklerin yıkılmasından sonra ortaya çıkan siyasi boşluk emperyalistlerin bölgeyi ve ülkeleri yeniden dizayn etmesi noktasında bir alan açtı. ABD başkanlığını 2017-2021 yılları arasında yapan Donald Trump döneminde, değişen dengeler çerçevesinde İran’ı hedef alan ardı ardına adımlar atıldı. İran’a karşı altı Körfez ülkesi, Ürdün ve Mısır’ın katılımıyla Arap NATO’su olarak adlandırılan MESA’yı kurmak için birçok girişimde bulunuldu. Bölgede İran ile rekabet içinde olan Suudi Arabistan, bu askeri paktın kurulmasında çok istekliydi. ABD, mayıs 2018’de, İran’la imzalanan nükleer antlaşmadan tek taraflı olarak çekildi. Trump’ın son hamlesi ise İran’a yönelik yaptırımları tekrar devreye almak ve bölgeye askeri yığınak yapmak oldu. Bütün bu gelişmelere ek olarak akabinde İsrail’i henüz resmen tanımayan ama çok sıkı ilişkiler içerisinde olan gerici Arap rejimleri İsrail’le normalleşme süreçleri başlattılar.
HAMAS, HİZBULLAH VE ‘DİRENİŞ EKSENİ’
ABD Başkanı George W. Bush 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra İran, Irak ve Kuzey Kore için “şer ekseni” ifadesini kullanmış buna karşılık İran’a yakınlığıyla bilinen basın organları İran, Suriye ve müttefikleri için “direniş ekseni” adlandırmasını yapmıştı. Suriye’nin bölgedeki diğer ülkelerden farkı 1980’de başlayıp sekiz yıl süren İran-Irak savaşında Ortadoğu’da İran’ı destekleyen tek ülke olması. Suriye atlattığı iç savaş ve özellikle hem Kürt bölgesinde ABD varlığının bulunması, hem de İdlib’de Türkiye’nin hamiliğindeki cihatçı gruplar nedeniyle kımıldayamacak durumda. Bu siyasi iklim içerisinde Hizbullah ve HAMAS’a yönelik yapılan operasyonlar; olası çatışma veya saldırıdan önce çeşitli düzeylerde müttefiklik ilişkileri içinde bulunduğu bu gibi örgütlerin yok edilmesi veya gücünün kırılması, böylece de İran’ın bölgedeki nüfuzunun tümden zayıflatılması amaçlanıyor.
Burada sorulması gereken diğer bir soru böylesi bir planda Türkiye’nin konumunun ne olacağı. Türkiye’nin Mısır İsrail, BAE ve Suudi Arabistan’la ilişkileri düzeltmek için attığı adımlar İran’a karşı oluşabilecek askeri paktın bir parçası olacağının habercisi gibi. Hem ekonomide ve de iç politikada yaşadığı sorunlar sürece hızlandıracak faktörler olabilir.