Türkiye Sineması’nda işçi-emekçi temsilleri
Türkiye işçi mücadelesi cumhuriyetin kuruluşunun ardından örneklerini ortaya koysa da Türkiye Sinemasında işçi-emekçi temsilleri de oldukça geç yer bulabildi.
Fotoğraf: Birleşik Metal-İş arşivi
Feyzullah ÜNNÜ
Boğaziçi Üniversitesi
1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramı ve Uluslararası Birlik Mücadele ve Dayanışma Günü yaklaşıyor. 1 Mayıs’ı mücadele tarihiyle beraber düşünürken kültürde, sanatta ve sinemada işçi ve emekçileriyle beraber düşünmek günün ve mücadelenin önemini tarihsel olarak görebilmek adına oldukça önemli. Türkiye Sinemasında belki biraz kısıtlı da yer verilse işçi-emekçi temsilleri hem döneminin siyasi ve ekonomik iklimini yansıtmak konusunda hem de sınıf mücadelesinin tarihsel anlatıları resmetmekte oldukça iyi örnekler sunuyor.
SİNEMAMIZDA İLK ÖRNEKLER
Türkiye işçi mücadelesi kökenlerini Tanzimat’a dayandırsa, cumhuriyetin kuruluşunun ardından örneklerini ortaya koysa da geç gelişen Türkiye Sinemasında işçi-emekçi temsilleri de oldukça geç yer bulabildi. Ancak ülkedeki sanayileşmenin ve işçileşmenin hızla arttığı ve kırsaldan kente yoğun nüfus göçünün yaşandığı 50’lerin ardından 60’lar sinemasında işçi sinemasının yavaş yavaş oluştuğunu söyleyebiliriz. Özellikle 1960 darbesinin ardından yeni anayasa ile işçilerin ve geniş halk kitlelerinin kazandığı haklar, hem sınıf mücadelesinin hem de onun sanatta yer almasının genişlediği bir zemin yarattı. 1961’de TİP’in kurulduğu, 1967’de DİSK’in kurulduğu dönemde, sınıf mücadelesine dair tartışmalar ve direnişler yoğunlaştı. Sendikalaşmanın arttığı, adil ücret, toplu sözleşme, grev hakkı, iş güvenliği gibi taleplerin yükseldiği yıllarda sinemacılar da yaşanan işçi direnişlerini sinemamızda konu etmeye başladılar.
Bunun ilk örneği ise Vedat Türkali’nin senaryosunu yazdığı Ertem Örgeç’in yönetmenliğini yaptığı Karanlıkta Uyananlar. Bir boya fabrikasında çalışan işçilerin maaşlarını alamamalarının ardından greve gidiş süreçlerini anlatan film, işçi-işveren çatışmasını, işçi mücadelesinin temel kavramlarını izleyiciyle ilk defa buluşturmuştur. Karakterlerin gündelik yaşamı üzerinden maruz kaldıkları sömürüye sık sık tanıklık ederiz ve yine dönemin sık gündeme gelen grev meselesini de bir işçi bayramı olarak resmedişi sadece sınıfı tarif eden değil ayrıca sınıftan yana pozisyon alan bir sinema anlayışını da ilk defa ortaya koymaktadır. Altın Portakal Film Festivali’nde gerçekleştirilen gösterimde ülkücü grupların protesto ve saldırılarına maruz kalan Karanlıkta Uyananlar, gösterimin ardından İçişleri Bakanlığı emriyle yasaklandı ve sonrasında uzun yıllar sansür politikası altında kaldı. Bu filmin ardından Vedat Türkali Otobüs Yolcuları, Şehirdeki Yabancı, Güneşli Bataklık gibi filmlerle sinemamızda emekçilerin gündelik dertlerini, maden işçiliğini, sendikalaşma taleplerini beyazperdeye taşımaya devam etti.
Sinemamızda direniş dediğimizde ilk akla gelen filmlerden biri de şüphesiz Maden’dir. Yeşilçam yıldızları Tarık Akan’lı, Cüneyt Arkın’lı kadrosuyla işçi sinemasının diğer örnekleri arasında öne çıkan film, maden kazasında bir işçinin ölümüyle başlar. Ağır çalışma şartları, ihmaller, güvenlik önlemlerinin alınmayışı gibi sorunlar bir bir işçilerin ölümüne sebep olmaktadır. Bu duruma dur demek isteyen İlyas ve Nurettin, sarı sendikanın yaşananlara gözünü kapamasına tepki gösterip işçi direnişi örgütlemeye koyulur. Bu sarı sendika tartışmasının sinemamızda ilk defa konu edilişidir. Filmin devamında patronun ve destekçisi sarı sendikacıların tüm engellemelerine rağmen işçiler greve gider ve film “İşçiler birleşin” sloganıyla sona erer.
Sinemamızda kimisi edebiyatımızdan beslenen kimisi özgün yönetmenlerin elinden çıkan kentleşme ve feodal bağlar altında emekçilerin hikayelerine de sık sık yer verilir. Lütfi Akad’ın Göç üçlemesinin son filmi Diyet, bunun en çok ortaya çıkan örneklerindendir. Köyden göç eden ailenin kadın, erkek fabrikada çalışmak zorunda kalmasıyla çözülen ve dönüşen feodal bağların yerine sınıf bilincinin yavaş yavaş nüfuz ettiği bir anlatıyı izleriz. Hem fabrikada çalışmanın tüm zorluğunu ve ölümcüllüğünü ortaya koyan hem de kadınların sınıf mücadelesindeki rolünün önemini vurgulayan film, yoğun kentleşme ve sanayileşme altında yaşanan toplumsal dönüşümleri başarıyla resmetmiştir. Bununla birlikte, edebiyatımızda da sıkça konu olan Adana havzası Orhan Kemal’in aynı isimli romanında uyarladığı Bereketli Topraklar Üzerinde ve Yılmaz Güney’in yazıp Şerif Gören ile beraber yönettiği Endişe, feodal bağların sömürü ilişkilerinde süre giden kuvvetini ve emekçilerin ağır yaşam şartlarını sinemamıza taşır.
DÖNÜŞEN DÖNEM VE YENİ ANLAYIŞLAR
1980’lere geldiğimizde ise 24 Ocak kararları ve 12 Eylül’ün ardından neoliberal politikaların sürdürüldüğü, baskı ve şiddetin kol gezdiği yıllarda sinemamız işçi-emekçi temsilleri konusunda zayıflıklar göstermiştir. Tüketim, banker, fırsat, zenginleşme gibi sözcüklerin kol gezdiği yıllarda açık anlatılar yerine komedi dilini kullanarak dönemin ruhunu taşıyan hikayelere yer verilmiştir. Kemal Sunal’ın başrolünde oynadığı Orta Direk Şaban ve Korkusuz Korkak filmleri talihin rolüyle hayatı değişen karakterlere yer verildiği dönemin ekonomik ruhunu güçlü bir şekilde yansıtmaktadır. Politik eleştirinin yapıldığı Zengin Mutfak gibi filmlerde de Bretchyen anlatı dilinin kullanıldığı, ironik bir yaklaşımın ortaya konduğu görülmektedir.
Günümüz sinemasına baktığımızda ise güçlü bir sınıf sinemasından söz etmek pek mümkün değil. Ancak kısıtlı yönetmenler ve denemelerle işçi-emekçilerin güncel dertlerine ve yaşantısını görebiliyoruz. Bunun bir örneği, Ahu Öztürk’ün Toz Bezi filmi diyebiliriz. Evlere temizliğe giderek ailesinin geçimine katkı sağlayan iki kadının hikayesini izlediğimiz filmde, güvencesizliğin, sınıf çelişkilerinin ve çalışan kadının aile hayatındaki konumunun konu edildiğini görüyoruz. Ayrıca son yıllarda özellikle beyaz yakalıların yaşadığı sorunlar ve çelişkilerin büyümesiyle, beyaz yakalı olarak çalışanların güncel dertlerine odaklanan filmlerini de sık sık izliyoruz. Çoğunlukla sınıf bilincinden uzak, sorunun kaynağını ve çözümünü tespite edemeyen karakterlerin merkeze alındığı filmlerde, neoliberal ekonominin getirdiği esnek çalışma şartları ve kurumsal yaşamın ürettiği yeni baskı ve sömürü ilişkileri ortaya konuyor.
1960’larla başlayan işçi-emekçi temsilleri sinemamızda yıllar içerisinde değişen ekonomik ve politik durumların yarattığı atmosferlerden sık sık etkilenmiş, dönemin kimliğini kültürel olarak taşıdığını görüyoruz. 60’larda ve 70’lerde güçlü bir işçi mücadelesinin etkisinde sinemamızda da bunu açıkça ortaya koyan filmler olagelirken, 80’lerin ardından ise işçi-emekçi temsilleri sorunları ortaya koymadan, komedi ve ironi etkisinde resmedilmiştir. Günümüz sinemasında da verdiğim kısıtlı örneklerin dışında işçi-emekçilerin geniş bir temsilinden bahsetmek mümkün değildir.