23 Nisan 2024 09:15
/
Güncelleme: 11 Şubat 2025 16:31

Emperyalist savaşlar hakkında iki gerçek

Emperyalist devletlerin sömürü merkezleri kurabilecekleri yerlere girmeye dair ortak istençleri aralarında da çelişkiler doğmasına sebep oluyor. Savaşlar sömüren-sömürülen ikiliğinden daha karmaşık.

Emperyalist savaşlar hakkında iki gerçek

Fotoğraf: U.S. Department of Agriculture/Flickr (Public Domain)

Ece AKIN

İstanbul

“Emperyalist kapitalizm çağı, yeryüzünün sermaye tarafından fethedildiği; tekelci kapitalist gruplar ve emperyalist devletler arasında paylaşılmasının tamamlandığı ve yeniden paylaşmak üzere, dünyanın bağrında kendini sürekli yenileyen bir mücadelenin zorunlu olarak ve inatla yürütüldüğü kapitalizmin çağıdır.”*

Emperyalist tekeller, sermaye ihracı adına dünyanın ezici çoğunluğunun doğal kaynaklarını yağmalar ve oradaki işçileri hiç parasına çalıştırırken, anlaşamadıkları noktalarda da devreye paylaşım savaşları giriyor. Diyebiliriz ki, emperyalizmin olduğu yerde savaş bir zaruriyet olarak, çıkar çatışmalarının varlığını sürdürmesi üzere karşımızdadır. Emperyalizmin bir kavram karşılığı olarak görebileceğimiz, savaşların yaygın bir gerekçesi olarak sunulan sınır güvenliği meselesini bu noktada örnek olarak alabiliriz. Sınır güvenliği bahane edilerek girilen savaşların, sınırların güvenliklerini tehdit eden asıl durum olduğu önümüzde duruyorken, emperyalist ülkeler, kapitalizmin bunalımlarına kendi kendilerine çare bulamadıkları her koşulda yer altı ve yer üstü kaynaklarını yağmalayabileceği bölgelerde manevralarını çeşitlendirmeye ve yoğunlaştırmaya devam ediyor.

Dünya genelinde yeni tip sömürgeciliklerin, ucuz emek gücü arzusunun ve doğal kaynakları kontrol etme rekabetinin düğümlendiği günümüz koşullarındaysa, uluslararası askeri harekatların ve politikaların tırmandığını, böylece karşılıklı silahlanmanın sözde “önleyici savaşlar”ın ve terörle mücadelenin bahane edilerek savaşa girmenin meşrulaştırıldığını söylemek mümkün.

Bu “önleyici savaş” meselesine ve güvenlik maskesinin altında yatan amaçlara, Rusya’nın, Ukrayna’nın NATO’ya girme ihtimalini göz önünde bulundurarak yıllardır örtülü sürdüğü savaşı geniş bir cepheye taşıma kararı ile ardından Donbas’ta “çöktüğü” maden yatakları veya Netanyahu’nun Gazze’ye girdiği andan itibaren Hamas’ın bir daha “İsrail’e saldıramaması” isteğiyle hareket ettiğini söyleyerek 33 bin sivili katletmesi ve Gazze’yi yeniden Yahudi sermayedarlarının kolonizasyonuna açması örnek gösterilebilir.

EMPERYALİSTLER İÇİN “AL BENİ”Sİ YÜKSEK SAVAŞLAR

Bu durumu biraz açmak gerekirse üzerinden bir süre geçmiş olsa da, geçtiğimiz mart ayının ortasında Türk ve Iraklı devlet yetkilileri arasında Kuzey Irak’taki durumu ve “terörle mücadele” konusunda ortak çalışmayı konu alan görüşmeyi ele alabiliriz. Türkiye’de güvenlik tehdidi “al beni”si yüksek bir şey. Keza, durum sadece Türkiye’de değil Avrupa’da ve Orta Doğu’da da böyle. Polonya’nın GSYİH’sinin %4’üne varan devasa savunma harcaması ve Kaliningrad üzerinden komşu olduğu Rusya’ya belirli aralıklarla yaptığı “düello çağrıları” ve kendi ülkesinde Amerikan nükleer başlıklarının konuşlandırılmasını istediğini deklare etmesi, İsveç ve Finlandiya’nın birbirlerinin peşi sıra gelen NATO üyeliklerini ve dünyada artan savaş harcamalarını da göz önünde bulundurunca, uzun bir süredir refaha gömülmüş Avrupa’nın Ukrayna Savaşı’yla sarsıldığı açık. Savaş iklimi beraberinde güvenlikçi, politikaları da beraberinde getirdiği gibi, bunun olayların sonuçlarının ilk nüvelerini; İtalya’da Meloni’nin seçilmesinde, Macaristan’da Orban’ın konumlarını kuvvetlendirmelerinde, Almanya’da sandıktan AfD’ye rekor oy oranı çıkmasında ve daha pek çok örnekte aramak mümkün. Uzun süredir hayatlarını savaşlarla iç içe sürdüren Orta Doğu’nun, Latin Amerika’nın “sıradan” kan dökümlerinin aksine bu sefer hedef tahtasında Avrupa’nın olması dünyadaki toplam siyasi ve ekonomik ilişkilerin de dönüşümüne işaret ediyor. 1991’den sonra NATO bünyesinde birleşen Avrupa ülkelerinin dünyanın farklı pek çok yerinde körükledikleri savaşların kendi kıtalarına sıçraması aslında çok da şaşırtıcı değil.

Özellikle NATO’nun Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra temel amacı olan komünizmle mücadele ihtiyacı ortadan kalkınca (geçmişte de hâlihazırda da bunu yapan) ABD, İngiltere, Fransa vb.lerinin “dünya polisliği”ne soyunan emperyalist programları NATO dış politikasının belirleyici unsuru oldu. Bunu Körfez Savaşı’nda, Afganistan’da daha nice yerde oluşturulan “koalisyon”larda görmek mümkün. Elbette ki NATO’nun değişen niteliği, üye ülkelerinin pek çoğunun da görev değişiklikleriyle sonuçlandı. Bu değişimden Türkiye’nin payına düşen de, tarih boyunca İsrail’in de üstlendiği Orta Doğu’daki ABD “karakol”u göreviydi.

NATO “HAYDİ SAVAŞA” DİYOR

NATO’nun 2006’da (hem kendisi açısından Sovyet tehdidinin henüz egale edilmiş olduğu hem de günümüzün aksine burjuva Rusya’sının da iç işleri sebebiyle oldukça pasif olduğu bir dönemde) aldığı kararla tüm üye ülkelere GSYİH’lerinin %2’sini silahlanmaya harcamaları “öneri”si de NATO agresyonun bir kanıtı olarak gösterilebilir. Üstelik, işin ilginci, %2 çağrısı devlet bütçesi için değil, GSYİH için yapılmıştır. GSYİH, yalnızca devlet harcaması değil, ülkedeki tüm ekonomik faaliyet anlamına geliyor, içerisinde özel sektör yatırımları da var, sivil vatandaşların bankadaki parası da. Yani NATO, üye ülkelerine “Cebindeki bu kadar parayla silah al” demek istemiyor sadece, (harcamaların, %20’sinin de bu olmasını istiyor ya, orası ayrı), bir yandan da askeri-sınai kompleksi ve teşvik etmeyi; üyelerinin sivil yatırımlardan askeri yatırımlara kaymalarını istiyor. Herkesin malumudur ki, bu silahlar elbette ki “kara günler” için depolarda beklemek amacında değil. Keza bu silahlanma yarışı küresel ekonominin de küçülmesine ve küresel refahın da azalarak kaynak ve paylaşım savaşlarının teşviki için ekonomik gerekçelendirmeleri de doğuracak bir nitelikte. Hatta Erdoğan, geçtiğimiz günlerde Türk ekonomisinin tarihte ilk kez 1 trilyon dolar seviyesini aştığımızı “müjdelemişti”, savaşa harcanan bütçenin büyüklüğünü merak edenler için, ABD’nin 2023 yılı “savunma” bütçesi 916 milyar dolar. Ki, Türkiye, (biz bölüşüm şoku nedeniyle öyle olduğunu hissetmesek dahi) dünyanın ilk 20 ekonomisi arasında.

Yukarıda verdiğimiz verilerin bağımlı kapitalist devletler için adeta bir otobiyografik çetele görevi gördüğünü söyleyebiliriz. Çin, Rusya, ABD gibi emperyalist devletlerin tekelci kapitalizm döneminde yaşadığımız koşullarda hem odak hem hedef noktalarının bellendiği savaş sanayisinin yanına Türkiye gibi tam bağımlı kapitalist devletlerin de savunma sanayiye akışın mecburi(!) askeri müdahaleleri yaratacağını tespit etmek de açık, girilmeyi bekleyen bir kapıdan başka bir şey değil.

SAVAŞLAR HEP VAR MIYDI?

Savaşlar ve emperyalizm ilişkisini bir biçimiyle anlattığımız bu noktada, işin en başına dönerek, savaşın kendisini var eden temellerini, iskeletini görmeye ihtiyacımız var. Günümüzdeki genel savaş iklimini incelerken, geçmişten bugüne savaşların hep aynı motivasyonlarla, temellerle gelişip gelişmediğinin röntgenini çekmeliyiz. Sorunun cevabını vermek gerekirse savaşlar elbette hep vardı, yani, kısmen.

Geçmişte, ilkel dönemlerde insan topluluklarının hayatta kalmak adına (o dönem gerçekten kısıtlı olan) kaynaklar için sürdürdükleri savaşların veya feodal beylerin toprak mülkiyetlerini ve miraslarını güvence altına almak adına giriştikleri namus ve aile savaşlarının hiçbiri (uzaktan benzer amaçlarla çıkmışlar gibi görünseler de) bugünkü savaşların dengi olamazlar. Çünkü insanlık tarihinde savaşlar, ilk kez bu çağda “bir kapitalist devletçe el konmamış bölgelere kolayca yayılan sömürge politikasından, tamamıyla paylaşılmış yeryüzü topraklarının, tekellerin mülkiyetine geçmesi için uygulanan sömürge politikasına geçişi ifade etmektedir.”**

Kaynakların tekeller arasında bölüşümü, bir kelime oyunu yapacak olursak “bölüşümsüzlüğü”, kaçınılmaz olarak askeri çatışmaları beraberinde getirerek bölgedeki halklara baskı, yıkım ve zulüm olarak geri dönüyor. Emperyalist devletlerin sanayileri için hammadde bulabilecekleri, pazarlarını ele geçirebilecekleri ve kendilerine ucuz emek deposu yaratarak kapitalist merkezler kurabilecekleri yerlere girmeye dair ortak istençleri kendi aralarında da çelişkiler doğmasına sebep oluyor. Yani emperyalist savaşlar sömüren-sömürülen ikiliğinden çok daha karmaşık.

Çünkü emperyalist bir ülke, varlığını garanti altına alabileceği yerlerde konuşlanmadan, aktif pazar arayışı ve etki alanını güçlendirmek için yarattığı savaş iklimi olmadan ekonomik ve siyasi ilişkilerini olduğu gibi sürdüremiyor.

“ABD’YE JANDARMA, İSRAİL'E TAŞERON OLMAYACAĞIZ”

Bugün ise tek adam rejimi; emperyalistlerle yaptığı içli dışlı hesaplarla pastadan küçük de olsa payını alma pahasına, emperyalistlerin bölüşüm savaşlarının yoğunlaştığı Orta Doğu coğrafyasının kritik bir budağı ve büyük tekel gruplarının fırsatlarla dolu bir vaha olarak faydalandığı Türkiye’yi, soykırımcı İsrail’le ticareti 6 ay boyunca kesmeyerek onun savaş sanayisini besleyecek ve ülkenin en büyük hava üssü İncirlik’i ABD’ye sorgusuz-sualsiz kullandırarak her bombasına ortak edecek bir pozisyona sokuyor.

Nitekim, bu kader değil. 2003’te halkın önüne, işgali en ağır koşullarda gerçekleştiren ABD’nin çıkarlarını savunmak için evlatlarını Irak’a gönderme önerisi Meclis’te sunulmuştu. ABD vahşeti o denli büyüktü ki, mevcut Başkan Biden’ın kendi ağzıyla bile söylediği gibi, Irak’tan dönen oğlu kendi ordusunun kimyasal silahları sebebiyle kanser olmuştu. Tarihe 1 Mart Tezkeresi adıyla kalan bu tezkere “Çıktı tezkere, Meclis gitsin askere” ve “ABD’ye jandarma, İsrail’e taşeron olmayacağız” gibi sloganlarıyla Beyazıt’taki öğrenci eylemlerinden DİSK’in genel grev çağrılarına kadar kitleselleşirken, eylemlerden önce kendi grup toplantılarında tezkereden taraf olduklarını ilan eden CHP’li ve AKP’li vekiller yerlerinden olma korkusuyla vazgeçmek zorunda kalmışlardı. Böylece barış talepli eylemler başarıya ulaşmıştı.

Güncel olarak da, Avrupa’da İsrail’e karşı yapılan yaygın protestolar; kimi ülkelerin İsrail’le ilişkilerini kesmesi kimi ülkelerinse Filistin Devleti’ni tanıma adımları atması gibi örneklerle halkların örgütlü bir şekilde barış talep ettiği düzlemde işgalcilerin geri adımlarını ya da Birleşmiş Milletler’de yargılandıklarını görebileceğimizi gösterdi. Henüz mutlak barış sağlanamamış olsa da, emperyalistleri zora sokmuş olan başka bir örnek de Rusya-Ukrayna Savaşı’na karşı Yunanistan’da, İtalya’da, Fransa’da liman işçilerinin eylemlerinin silah sevkiyatlarını durdurabilmesidir.

Bu irili-ufaklı (fakat artırabileceğimiz) örneklerin savaşın karşısına barışı nasıl koyabileceğimiz sorusuna cevabı açıktır. Bu cevap içerisinde karşımıza iki gerçeklik çıkar: Birincisi, emperyalizmin -yani kapitalizmin- koşullarında savaşların olmaya devam edeceği, ikincisi de savaşın karşısında koyulan örgütlü bir barış talebinin uzlaşmaz ve yenilmez sanılan güçlerin bile geriletebileceği ve savaşları durdurabilecek gücü de yaratabileceğidir.

*https://www.ozgurlukdunyasi.org/2014/09/29/emperyalizm-devrimin-kacinilmazligi-ve-sosyalizmin-zaferi-uzerine/

**Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Vladimir İlyiç Lenin, Sol Yayınları, sf. 133

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Yüksek voltajlı teşvik

Yüksek voltajlı teşvik

Erdoğan-Şimşek programıyla emekçilerin bir ayı daha gıdaya gelen yüksek zamlar ve eriyen ücretlerle geçti. Özelleştirmelerle ihya edilen sermaye gruplarına ise sadece bir ayda ‘üretmedikleri elektrik’ için 1 milyar lira teşvik verildi. Sanayi patronları da çalıştırdıkları her kadın işçi için devletten artık daha fazla teşvik alacak.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
2 Mart 2025 - Sefer Selvi

Evrensel'i Takip Et