Taksim üzerine bir kere daha
"İstanbul 1 Mayıs’ının İstanbul işçi sınıfının dışında Türkiye işçi sınıfı ile olan bağı salt Taksim Meydanı ile olan sembolik bağ üzerinden değildir."
Şaraçhane/İstanbul | Fotoğraf: Nisa Sude Demirel/Evrensel
Seyfi SELÇUK
Kutsal kitap İncil’in Süleyman meselleri kısmında vaiz 3 bölümü “Her mevsimin, göklerin altındaki her olayın bir zamanı vardır” cümlesiyle başlar. Sözün dinsel anlamda yorumunu teologlara ve ilahiyatçılara bırakarak sahici hayattaki bağlamı üzerinden devam edelim. Evet her olayın -şeyin- bir zamanı olduğu gibi sabrın da bir zamanı vardır; üstelik sınırı da. İstanbul 1 Mayıs’ında Saraçhane’de yaşananlar bırakalım sabrın sınırlarını, sabır taşını çatlatmanın fersah fersah ötesine geçmiştir. Saraçhane’de olan bitenden sonra artık sorunu niyet okumaları üzerinden değil somut sonuçları üzerinden değerlendirmenin hem yeri hem de zamanı gelmiştir.
Daha önce kaleme aldığımız 21 Nisan 2024 tarihli 1 Mayıs yazımızda zaman-mekan arasındaki diyalektik ilişki üzerinde durmuş, bunun önemine dikkat çekmiştik. Tekrarlayalım: İstanbul 1 Mayıs’ı dendiğinde Taksim Meydanı’nın önemi, tarihselliği üzerine bugüne kadar söylenenlerin üzerine eklenecek tek cümle, sözcük yoktur. Gelgelelim bu parametrede mekan sabittir zaman akışkan, yani değişkendir. Zamana ruhunu veren çırılçıplak haliyle sınıf güç ilişkilerinin anlık durumudur. Ve bu durum Saraçhane’de bir kere daha zuhur etmiştir. Hem de DİSK, KESK başta olmak üzere tertip komitesini oluşturan örgütler ve CHP’nin katkılarıyla en küçük düşürücü haliyle.
Fakat hemen belirtelim ki küçük düşürülen ve bunun sorumluluğunu taşıyan konfederasyonlar ve sendikalar tarafından yapılan çağrıya uyarak her türden baskı ve şiddeti göğüsleme kararlılığıyla Saraçhane’ye gelen binlerce emekçi, siyasal parti ve örgütler değil, CHP’nin de aralarında bulunduğu mehteran kıvamında gelip, İzmir marşı eşliğinde alanı terk eden çağrıcılardır.
İstanbul 1 Mayıs’ının İstanbul işçi sınıfının dışında Türkiye işçi sınıfı ile olan bağı salt Taksim Meydanı ile olan sembolik bağ üzerinden değildir. Her ne kadar ülkedeki sanayi ve işçi havzalarının haritası İstanbul aleyhine önemli değişiklikler gösterse de İstanbul hâlâ Türkiye işçi sınıfı tarafından başkent olarak görülmekte ve her büyük toplumsal gelişme ve özellikle de 1 Mayıs gibi özel dönemlerde bakışlar İstanbul işçi sınıfına çevrilmektedir. Bu yüzden öncesiyle sonrasıyla İstanbul 1 Mayıs’ı olumlu ya da olumsuz anlamda pek çok etkide bulunmaktadır.
Nitekim Türk-İş, Hak-İş ve Memur-Sen başta olmak üzere sendikal bürokrasi bu durumu (benzer pek çok durumda olduğu gibi) bir fırsata dönüştürerek 1 Mayıs’ın sermaye ve tek adam iktidarına (özelinde “Şimşek programına”) en ufak bir halel getirmeyecek biçimde gerçekleştirmeye yönelmiş, önemli oranda da başarılı olmuştur. Dolayısıyla işçi hareketi, ezilen ve sömürülen kitlelerin yaşamını derinden etkileyen İstanbul 1 Mayıs’ının sorumluluğu ve vebali görkemi kadar büyüktür. İstanbul 1 Mayıs’ını örgütlemeye soyunanlar bu gerçekten kaçamazlar.
Bir hususu vurgulayarak yeniden Saraçhane’ye ve orada olan bitene dönelim. Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halklarının hangi koşullar altında 1 Mayıs’a gittiği üzerine çokça yazıldı, çizildi. Tekrar etmeyelim. 1 Mayıs’ın emekçi yığınların acil talepleri etrafında çok büyük oranlarda seferber edildiği, büyük gösteriler ve etkinliklerin hayata geçirilmesinin 31 Mart seçiminden büyük yara alarak çıkan tek adam yönetimi ve Cumhur İttifakını işçi sınıfı, ezilen ve sömürülen kitlelere içirmek istedikleri zehirli ilacı içiremeyecek hale getirecek “okkalı bir şamar” olacağı gerçeğini tertip komitesini oluşturan konfederasyonların ve ana muhalefet partisi başkanının görmemesi, bilmemesi mümkün müdür? Acaba bunun olasılığı yüzde kaçtır?
“Kör, parmağım gözüne” misali bu durum ortadayken, sınıf güç ilişkileri terazisinin 1 Mayıs’ın Taksim alanında kutlanmasını sağlayacak derecede işçilerden yana olmadığı koşullarda “bile bile lades” anlamındaki bu zorlama niye yapılmıştır? Ve niye Taksim’e yürümek babında en ufak bir teşebbüste dahi bulunulmadan alelacele alan terk edilmiştir? Tertip komitesini oluşturanlar ve CHP bu konuda Türkiye işçi sınıfına ve siyasal partiler başta olmak üzere katılımcı örgütlere ikna edici bir gerekçe sunabilmeli ya da açık yüreklilikle “Biz kaldıramayacağımız yükün altına girdik” diyerek özeleştiri vermelidir.
Yok, öyle “Biz protesto etmek amacıyla alandan ayrıldık” türünden gerekçeler(!) öne sürmek.
Peki hırsızın hiç mi suçu yok? Olmaz mı! Fakat Saray iktidarı ve Cumhur İttifakının, emek(çi) düşmanı, demokrasi ve özgürlüklere düşman, anayasa ve kanun tanımaz ceberut bir iktidar olduğu gerçeğini sağır sultanın bile duyduğu, bildiği bir dönemde “teşhir, protesto” türünden kelimelerle kurulan cümleler ikna edici olmanın hayli uzağında kalmaktadır. Kısacası bu üzerinden atlanacak bir konu değildir. Muhataplar arasında güven bunalımına yol açmıştır ve bu güvensizliği gidermek bu kararları alan ve uygulayanlara düşmektedir.
Olay yerine gidildiğinde bir kanaat oluşturabilmek için ilk soru her zaman “Bundan (olaydan) kim kazançlı çıkmıştır” ya da “Bu iş kime fayda sağlamıştır” olur. Bunun yanıtı -oranları değişmekle birlikte-; Özgür Özel ve CHP, tek adam iktidarı, dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan, Mehmet Şimşek programı (dolayımıyla uluslararası mali sermaye ve yerli tekelci sermaye) olabilir ve fakat asla ve kata işçi sınıfı olamaz.
Özgür Özel işçilerin alanından medya aracılığıyla tüm Türkiye işçi sınıfına seslenmiş, bir burjuva fraksiyon olarak “sosyal demokrasi”yi ve bu bağlamda CHP’yi işçi sınıfına çözümün adresi olarak pazarlamış; sonrasında ise Cem Karaca’nın unutulmaz şarkılarından “Tamirci Çırağı”nda dile getirdiği gibi son model lüks arabasına binip basıp gitmiş, gerisinde işçileri boğan egzoz gazı kalmıştır. Erdoğan ise 31 Mart seçimleri sonrası ikili iktidar hayalleri görenleri iktidarın kimde olduğunu göstererek kendine getirmiş, muhalefeti oymanın keyfini çıkarmıştır. Mehmet Şimşek ise önemli bir engeli şimdilik de olsa bertaraf etmenin huşusuyla derin bir oh çekmiştir. Sendikal bürokrasi ise bir kere daha “mış gibi yapmış olma”nın huzuru içindedir.
Acı ama gerçek budur. Çünkü gerçek dostlar her zaman ve her koşulda acı da olsa gerçekleri söyler(miş). Biz de öyle yapmaya çalıştık. Bu noktada 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması için sonuna kadar şartların zorlanmasını ve fakat ülkenin içinde bulunduğu sosyal, siyasal koşulları, işçi sınıfı, ezilen ve sömürülen kitlelerin çalışma ve yaşam koşullarını ve buradan neşet eden acil taleplerini göz önüne alarak alternatif çözümler geliştirmenin gereği ve zorunluluğuna dikkat çekmeye yönelik girişimlerinden hareketle Emek Partisini “oportünist” ve “reformist” olmakla suçlayanlara da bir çift sözümüz var: Eğer oportünist ve reformist görmek istiyorsanız o çok keskin “solcu ayna”nıza bakabilirsiniz; göreceğiniz keskin solculuğun arkasındaki katmerli sağcılık olacaktır.
İşçiler olan bitenlerden gerekli sonuçları çıkarabildiği oranda bunu bir birikime dönüştürecek ve bu birikimi sınıf mücadelesinin ilerleyen aşamalarında etkili bir silaha dönüştürecektir.
Tek adam yönetimi, Cumhur İttifakı ve sermaye cephesinin bütün baskı ve tehditlerine, sendika bürokrasisinin büyük ihanetine karşın işçi sınıfı ve emekçiler ülkenin her yerinde alanlara çıkmış, taleplerini haykırmıştır. Zamanı geldiğinde Türkiye işçi sınıfı kendi öz gücüyle Taksim alanını zapt etmekle kalmayacak sosyal demokratından liberaline, faşistinden dinci gericisine burjuvazinin çeşitli türden siyasal fraksiyonlarını da efendileriyle birlikte tarihin çöp sepetine atarak politik iktidarı ele geçirecektir. Bundan hiç şüphe duyulamaz.