Maliye bakanı mı sömürge valisi mi?
Mehmet Şimşek’in bizi “ikna edilememiş yerliler”, uluslararası sermayeyi ise kurtarıcı görmesi, bir tesadüf veya yanlış analiz değil, kapitalizmin “gelişiminin” bir getirisidir.
Fotoğraf: DFID/Wikimedia Commons (CC BY 2.0)
Didar GEYİK
Batuhan ENGİNER
Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ve Merkez Bankası Başkanı Fatih Karahan geçtiğimiz ay Washington yolcusuydu. Mehmet Şimşek, IMF/Dünya Bankası Bahar Toplantıları kapsamında yapılan Küresel Görünüm Forumu’nda Türkiye ile ilgili bazı değerlendirmelerde bulundu. Orada bulunduğu sırada “Türkiye’deki varlıklara çok güçlü bir ilgi var. Sadece yerlileri enflasyonun düşeceğine ikna etmemiz gerekiyor” ifadelerini kullanan Şimşek, bizlerden yerliler (locals) diye bahsediyordu.
GÖÇMENLER, EKONOMİ VE BORÇLANMA İLİŞKİSİNİN ARKA PLANI
Şimşek, herkesin dikkatini çeken “locals” sözcüğünü yerli sermaye için söylediğini belirtirken dönüşünün ardından verdiği tüm demeçleri Türkiye’ye olan yoğun ilgiyi vurguluyordu. Daha önce de “Orta Vadeli Program’ı tanıtmak” için ülke ülke gezen Şimşek’ten, yoğun ilginin bir meyvesi olarak Dünya Bankası ile bir mali iş birliği haberi de gecikmedi. 17 milyar Dolarlık kredi planına 18 milyar Dolar daha eklendi. Şimşek bu kredinin 12. Kalkınma Planı hedefleri doğrultusunda kullanılacağını da söylemeyi de es geçmedi. İlginç olansa, kredinin “yaratılan istihdamın yüzde 50’sinin mülteci olması” yönündeki şartıdır. Bu şart; asgari ücrete yıl içinde zam yapılmayacağı yönündeki açıklamalar, İliç faciasından vergi aflarına AKP’nin Türkiye’yi küresel sermayenin talanına açmaya yönelik sayısız uygulamalasıyla, Orta Doğu’daki savaşların kasıtlı olarak çözümsüz bırakılması, Türkiye’nin AB’nin de göçmen kontenjanını küçük bir “sus payı” karşılığında barındırmaya devam etmesi, hükümetin Suriye yönetimi ile diyalog kurmamaya yönelik ısrarı, Türkiye’den ayrılmaya çalışan göçmenlerin Yunanistan sınırında yakalanarak zorla geri getirilmeleri, kayıt dışı göçmenlerin merdiven altı atölyelerde sigortasız çalışmalarına dayanan ağır sömürü ilişkisinin sürmesini sağlamak için her türlü kriminal tehdide karşın devlet tarafından kayıt altına alınmamaları gibi sayısız örnekle birlikte düşünüldüğünde, ırkçılıkla halkın gözünü yapısal sorunlardan uzaklaştırmaya çalışan, göç krizini “Türkiye’yi bölme planı” diye lanse eden bilim dışı görüşe karşı, (Marksistlerin yıllardır ısrarla söylediği şekilde) göçmenlerin yoksulluğunun, Türkiye’de işçi ücretlerinin baskılanması için araçsallaştırılması ve Bangladeş modeli ile işçi “maliyeti”ni aradan çıkaran, Türkiye ekonomisini çok uluslu şirketlerin boyunduruğuna terk etme pahasına “grafikte büyüme, cüzdanlarda küçülme” modelinin uygulanması için kullanıldığı tezini ampirik olarak doğrular nitelikte. Hatta, “pahasına” değil, “amacıyla” desek daha doğru olur. Çünkü bu program, uluslararası sermayenin ve onunla iş birliği içerisinde halkının yabancı şirketlerce sömürülmesinden pay alan komprador burjuvazinin ve koloni valisi gibi hareket etmekten çekinmeyen ekonomistlerin programdır.
Sürekli olarak ekonominin iyileşmesinin yolunun yabancı sermaye akışıyla ilişkilendirilmesi de, yukarıda bahsettiğimiz gibi, tesadüf değil. Coğrafyamızda Osmanlı’da başlayan kapitülasyonlar ve ülkemizde gerçekleşen müdahaleleri Lenin’in “Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” broşüründe atıfta bulunduğu “Die Bank” dergisindeki şu bölümden anlayabiliyoruz: “Para piyasalarının durumu, bugün hiç elverişli olmadığı gibi, siyasal görünüm de pek parlak değil. Bununla birlikte komşunun öne geçmesi korkusuyla, hiçbir para piyasasında, yabancı borç istekleri geri çevrilememekte, böylece hizmete karşı hizmet sağlanarak borç vermeye razı olunmaktadır. Bu çeşit uluslararası işlemlerde, borç veren taraf, hemen her zaman ek birtakım çıkarlar elde etmektedir: bir ticaret anlaşmasına konan lehte bir madde, bir kömür yatağı, bir liman yapımı, yağlı bir ayrıcalık ya da bir top sipariş gibi.”
Bu yüzden Mehmet Şimşek’in bizi “ikna edilememiş yerliler”, tüm dünyanın beşeri ve doğal kaynaklarını kendi aralarında bölüşen uluslararası sermayeyi ise kurtarıcı olarak görmesi, (tekrardan belirtelim) bir tesadüf veya yanlış bir analiz değil, kapitalizmin “gelişiminin” bir getirisidir.
BİLİNÇ SÜRÇMESİ YAŞAYAN YÖNETİCİLER
Mehmet Şimşek’in politikaları bahsettiğimiz “kurtarıcıların” arzularını yansıtmaktadır. Faiz artırımı gibi adımlar, “ekonomiyi düzelteceği” iddiasıyla geniş halk kesimlerinin yararına gibi gösteriliyor. Peki faiz artırımı kararı kime yaradı? KDV artışı, geçmişin Türk Lirası ve alım gücüne göre düzenlenmiş vergi dilimlerinin güncellenmemesi ve kamu yatırımlarının önünün kesilmesi ile sonuçlanan mali disiplin hamlelerinden herhangi biri sermaye sahibi sınıfın da kemerini sıkmış mıdır?
Günlük hayatımızda karşılaştığımız sorunlar, az-çok gördüğümüz haberler iki soruyu da açıklıkla cevaplar niteliktedirler. Gerçek ise şudur: Ekonomi pozitif değil, sosyal bir bilimdir; toplumdan ve ihtiyaçlarından bağımsız düşünüleyemeceği gibi ekonomi yönetiminin esas amacı da üretimin nasıl organize edileceği ve bu üretimin sonuçlarının, toplumun, çıkarları çatışan pek çok kesimi arasında nasıl dağıtılacağıdır? Üretimin sonuçları derken kast edilen de ülkedeki toplam ekonomik faaliyetin sonucu olarak elimizde bulunan mal ve hizmetleri kimin alacağı, kimin gelirinin bu mal ve hizmetleri satın alabilecek düzeyde olacağının belirlenmesidir, alım gücü denilen tam da budur. Doğal olarak, bu paylaşım da yöneticilerin kimin çıkarlarını temsil ettiğini açığa çıkarır. Mehmet Şimşek, gençlerin, ücretli çalışanların, emeklilerin, yani halkın ezici çoğunluğunun değil, uluslararası sermayenin ve Türkiye’deki iş birlikçi ortaklarının çıkarını temsil etmeyi seçenlerdendir. Bunu “rasyonel” bulması da oldukça doğaldır, bu sebepten arttırmaz asgari ücreti veya emekli maaşını; emekli maaşını asgari ücret düzeyine çıkarmakla hazineye aynı masrafta olan Kur Korumalı Mevduat’ı uygulamayı bu sebepten seçer maliye yöneticilerimiz. Bize “yerliler” demesi de, uluslararası sermayeyi temsil ettiğini hisseden bir kişi için, bir dil sürçmesinden ziyade olsa olsa psikoloji kuramlarında söz edilen ancak bir “bilinç sürçmesi” olabilir.
Şimşek ve “onun kafasındakilerin” Türkiye’de çalışan kesim ve onların geliri ile hayatını idame ettirmek zorunda olan gençler ve emekliler için ne tür bir felaket yaratacağı ortada. Yalnız, Şimşek ve AKP, bu konuda yalnız değiller. Geçmişte Nebati ekolünü eleştirdiği, Daron Acemoğlu gibi ünlü isimleri içerdiği için içeriği okunmamışçasına methiyeler düzülen Kılıçdaroğlu-CHP ekonomi programı da bugünkü uygulamalara oldukça benzer bir yaklaşım içeriyor. Örnek vermek gerekirse, Kılıçdaroğlu’nun 13 vaadinden birkaçı: “İktidar olduğumuzda kamuda israfa derhal son vereceğiz.”, “Bütçe disiplinini tam sağlayacağız.” Bunlar ilk duyulduğunda kulağa hoş gelen vaatler olsalar da özlerinde “boş” vaatlerdir. Şimşek de Orta Vadeli Programı ve kendi kemer sıkmasını bu söylemlerin arkasında inşa etmektedir. İsraftan kast edilenler “lüks makam araçları” veya “1000 odalı saray” gibi görünseler de, (bu, bu uygulamaların rezil niteliğini değiştirmeyecek olmasına karşın) bütçede tuttukları pay küçüktür. İsraf diye söz edilen, halkın ücretsiz sağlık ve eğitime erişimidir. Çünkü burjuvazinin siyasi temsilcileri, sermaye teşviklerini, vergi aflarını, yersiz ihaleleri (başka partilerin yandaşı sermayedarlara verilmedikleri sürece) israftan saymazlar.
Bu benzerlik, (seçimden sonra AKP’nin de mecbur kaldığı gibi) Nebati döneminde yandaş sermayeye rant sağlamak için devlet kaynaklarını ihaleler aracılığıyla seferber eden programın yarattığı mali açığın ve krizi ertelemek için boşaltılan Merkez Bankası rezervlerinin karşısında sermaye sahibi sınıfın çıkarlarına dokunmadan, ekonomiyi “normalleştirecek” tek programın IMF odaklı bir kemer sıkma programı olması gerekmesinden kaynaklanıyor. Burada belirleyici olan tek nokta ise bu sözde zorunluluğun “sınıfsal tercihlerin” sonuçlarının zorunluluğu olduğu ve emekten yana bir halk hareketinin yokluğu sebebiyle gerçekleşebilmiş olmasıdır. Gerçek zorunluluk, Şimşekgillerin programı tarafından sefalete terk edilen milyonların, iktidarları, gelirde, vergide ve kamu harcamalarında halkın geniş kesimlerini gözeten politikaları uygulamaya mecbur bırakması veya programını bu eksende belirleyen partilerde buluşmasıdır.