Bir bienal bir bienale gel beraber ‘Mardinlilere bir bienal götürelim’ demiş
Öyle görünüyor ki Mardin Bienali’nin Mardin’e, Mardin’de yaşayan halkların bienale olan ihtiyacından daha fazla ihtiyacı var. En azından bu monolitik haliyle.
6. Mardin Bienali'nden | Fotoğraf: Songül Güneş
Oğulcan Yiğit ÖZDEMİR
6. Mardin Bienali “Daha Uzaklara” başlığıyla Mardin ahalisinin “yukarı Mardin” diye tabir ettiği eski Mardin’in sur içlerine 10 Mayıs ile 10 Haziran arasında uzanmış bulunuyor. Toplamda 7 mekanda gerçekleşen bienali sorunsallaştırmaya başlamak için güzel bir yer olduğunu düşünüyorum, neticede 500 bin nüfuslu Kızıltepe halkının bienalden pek de haberi varmış gibi gözükmüyor. İlgisizlik mi? Sanmıyorum. Bienalin ikinci günü gerçekleşen Murathan Mungan’ın kitaplarını imzaladığı Mawa Kitap etkinliğine katılımda, yüzlerce kişiyi alan teras katında iğne atacak yer yoktu.
Öyleyse bienalin kendisini meşru bir zemine oturtup oturtamadığı konusundaki tartışmaları başlatırken, içerikten ziyade mazrufa bakmakta fayda var. Sanatçı Enver Basravi’nin bienalin küresel ve ulusal dillerde gerçekleşen sunumuna yaptığı, bienali olması gerektiği gibi çok dillileştiren müdahale, aslında bienalin kelimenin her anlamıyla kurduğu ‘perspektif’ konusunda da çok şey söylüyor. Konu bu perspektifin varlığı değil, Mardin Bienali’nin bir zümrenin maceracı heveslerini doyurmak ve “de-kolonyalizm” gibi aslında metinde havalı duran bir kavramı, havada bırakmak suretiyle gerçekçi bir karşılaşmanın imkanını daha baştan iptal ediyor olması.
Hal böyle olunca, bienalin içeriğinin Mardin halkı için sunduğu karşılaşma imkanlarından bahsetmek çok, ne diyelim, zor oluyor. Kurulumdaki talihsiz tercihler, Küratör Ali Akay’ın “Ufku aşmak” hevesinin, her ne kadar iyi niyetli olsa da önüne geçiyor. Özlü bir biçimde ifade edersek, Mardinlilere dışarıdan bir bienal götürülmüş oluyor.
Bu problem üzerinde biraz daha durmak ve bienal mefhumunun küresel örnekleriyle de nasıl tamamına yayılmış bir gerçeklik olduğunun altını çizmek isterim.
‘CEHENNEME GİDEN YOL’
Aslında belirttiğim gibi Ali Akay’ın niyeti, nahif sayılabilecek kadar iyi niyetli, beri yandan ciddiyetle ele alınması gereken bir düşünsel sahayı turluyor. Epiküros’tan Heidegger ve Blanchot’ya, bienalin genel çerçevesini kurarken önüne ve yanına aldığı kapsamlı bir referans dizgesi var, öyle ki bu dizgenin bütün açılımlarının neden bienaldeki işlerde görünür olmadığını sorgulamak düşüyor bizlere. Gerçekten belli bir anlamda, Ali Akay’ın meseleleri konuşarak sansürlediğini, kendine uyguladığı otosansürden sezmek mümkün. Bu sansürün izleklerini, şu veya bu video çalışması nezdinde kimlik ve sömürgecilik bahsi açıldığında, nedendir bilinmez, bienalin gerçekleştiği kent alanındaki çoğulluğu vurgulamamasından dahi seçmek mümkün. Öyle ki Akay Mardinlileri bakmaya davet ediyor ama onların söyleyecekleriyle, en hafif tabirle ilgisiz.
Bölgedeki çatışmalı yakın tarihle ilgili pek çok iş yapıldı, bunların şeceresini çıkartmak bu yazının harcı değil. Ancak en azından şunu söylemek gerekir: Ufka baktığınızda gördüğünüz şeyler, serginin kavramsal uğraklarından olan zihinsel ve bedensel acısızlık, dinginlik hali olan ‘Katastema’ya sizi dosdoğru götürüyorsa, baktığınız ufkun öte yanı olan Suriye’de, Rojava’da, ayak bastığınız bölgenin en önemli iki şehri olan Mardin ve Diyarbakır’da olan bitenleri zaten pek de önemsememişsiniz demektir.
Öyle görünüyor ki bu kayıtsızlık, bu maceraperest duyguları gıdıklayan Mardin ziyareti için, büyük bir organizasyon düzenlenmiş, debdebeli laflar edilmiş. Evet, hepsi büyük bir ‘iyi niyet’le yapılmış.
Aynı Kızıltepe’nin arka sokaklarına kayyumun bıraktığı çukurlu yollar gibi.
HER YERDE BİENAL, HER YERE BİENAL
Bana öyle geliyor ki son 50 seneye damgasını vuran ve kökeni 19. yüzyıla kadar uzanan bienal mefhumunu, kişilere ve niyetlere çok da takılmadan sorunsallaştırmanın vakti gelmiş ve geçiyor. Mesele bir ufka, kalender meşrep bir romantik gibi yerleşip tefekküre dalarak onu aşma meselesi değil, bizatihi bienal mefhumunu aşma meselesidir. Documenta’nın 2017 edisyonunda, Atina ayağında benzer bir biçimde yerel sanatçılar açıktan gözdağı verilircesine yok sayılmıştı. Acaba bu durumda Yunanistan’da, hemen 1 sene önce AB tarafından gasbedilen referandumun, yok sayılan ‘hayır’ oyunun bir rövanşı yok muydu? Bir adım daha ileri giderek diyebilirim ki normal koşullarda Atina’da bir ayağı olmayan bir bienal düzenlenmesi tam da bu referandum gasbının bir sonucuydu.
Dünyanın en büyük sanat olaylarından biri olan Documenta’nın, neden orta Batı Almanya’nın küçük bir kasabasında gerçekleştiğini, bilmem anlatmaya gerek var mı? Doğu ve Batı Almanya sınırına 1940’lardan beri konuşlanan bu bienal, aynı zamanda duvarın ayakta olduğu bir dönemde ve sonrasında önemli bir misyona da işaret ediyordu.
Venedik Bienali bir uluslararası olay olarak ne kertede jeopolitikse Documenta ve Mardin Bienali’nin meselesi de benzer. Düzenlendikleri kentlerde üstüne geldiği olayların, çakıştığı edisyonlarda ne gibi dönüşümler ve adaptasyon yarattığı da tamamıyla küratörün esneme kapasitesi ve fortunasıyla, yani beklenmedik gelişmelere yön verme kapasitesiyle ilintili.
Öyle görünüyor ki Mardin Bienali’nin Mardin’e, Mardin’de yaşayan halkların bienale olan ihtiyacından daha fazla ihtiyacı var. En azından bu monolitik haliyle.