Psikopat bir sistem: Kapitalizm
Yoksulluk, göreceli eşitsizlik, ırkçılık, cinsiyetçilik, yerinden edilme ve rekabetçi bir kültüre maruz kalmak, ruhsal acı çekme olasılığını artırıyor.
Rod TWEEDY*
Ruhsal hastalıklar artık yoksulluk ve işsizlikle kıyaslanabilecek düzeyde bireysel sıkıntı ve sefaletin en büyük nedenlerinden biri olarak kabul ediliyor. Bugün Birleşik Krallık’ta her dört yetişkinden birine ruhsal hastalık teşhisi konmuş durumda ve 4 milyon kişi antidepresan kullanıyor.
George Monbiot, “Bir sistem için akıl hastalığı salgınından daha büyük bir suçlama olabilir mi” diye soruyor.
Bu ‘salgının’ şok edici boyutu, büyük bir kısmının önlenebilir olduğu bilgisiyle daha da rahatsız edici hale geliyor.
HASTA BİR TOPLUM
Son zamanlarda yayımlanan bir dizi makale ve konuşmanın başlıklarını şu sorular oluşturuyor: “Neoliberalizm ruh sağlığınız için tehlikeli mi?”, “Neoliberalizm bizi hasta mı ediyor?”
Yoksulluk, göreceli eşitsizlik, ırkçılık, cinsiyetçilik, yerinden edilme ve rekabetçi bir kültüre maruz kalmak, ruhsal acı çekme olasılığını artırıyor.
Bu sonuçlarla pek ilgilenmeyen hükümetler ve ilaç şirketleri, sıkıntının çevresel nedenleri yerine genetik ve fiziksel biyobelirteçleri inceleyen çalışmalara fon aktarıyor.
Benzer şekilde, artan ruhsal sıkıntıları yapısal eşitsizliklerle birleştirmek için çok az siyasi irade var ancak bu ilişki sağlam ve birçok profesyonel bunun mevcut ruh sağlığı salgınıyla başa çıkmanın en iyi yolu olacağını düşünüyor.
Burada, bilinçli ya da bilinçsiz olarak bu ilişkiyi gizlemeye ya da inkar etmeye çalışan çok güçlü ve yerleşik çıkarlar ve gündemler olduğu açık ve bu da son zamanlarda pek çok psikanalist ve terapistin bu daha geniş bağlamı benimseme konusundaki istekliliğini heyecan verici ve etkileyici kılıyor.
Yorumcular genellikle ruhsal sıkıntı ve bozukluklarla bağlantılı olarak toplumdan, sosyal bağlamdan, grup düşüncesinden ve çevresel belirleyicilerden bahsederler ancak bence aslında toplumun hangi yönünün esas olarak buna yol açtığı, esas olarak bundan sorumlu olduğu konusunda biraz daha kesin olabiliriz. Bu bağlamda muhtemelen kapitalizmden bahsetmenin zamanı gelmiştir.
Tedavi ettiğimiz ve ilgilendiğimiz çağdaş hastalık ve bireysel sıkıntı biçimlerinin çoğu, kesinlikle kapitalizmin süreçleri ve yan ürünleri ile ilişkili ve bunlar tarafından güçlendirilmiş gibi görünüyor. Aslında, kapitalizmin pek çok açıdan ruhsal hastalık üreten bir sistem olduğunu söyleyebiliriz. Ve eğer ruhsal sıkıntı ve hastalıkların yalnızca etkileriyle değil, aynı zamanda nedenleri ve kökenleriyle de mücadele etme konusunda ciddiysek, bunların ortaya çıktığı siyasi ve ekonomik rahmin doğasına ve psikolojinin bunun her yönüyle nasıl temelden iç içe geçtiğine daha yakından, daha kesin ve daha analitik bir şekilde bakmamız gerekir.
YAYGIN NEVROZ
Kapitalizm ile ruhsal sıkıntılar arasındaki bu yakın ilişkinin belki de en bariz örneklerinden biri nevrozun (Sürekli sıkıntı içeren fakat sanrı ya da varsanı içermeyen işlevsel akıl hastalıklarına verilen addır) yaygınlığı. Eski bir psikiyatrist ve siyaset bilimi profesörü olan Joel Kovel’in belirttiği gibi, “Kapitalizmde nevrozun en çarpıcı özelliği her yerde bulunmasıdır.”
Kovel, “Geç kapitalizmde terapi” adlı klasik makalesinde ‘nüfusun nevrotik sefaletinin muazzam yüküne, meta medeniyetinin insan mutluluğunu teşvik ettiğini savunan kapitalist ideolojiye sürekli ve aşikar bir şekilde ihanet eden bir ağırlığa’ atıfta bulunuyor: “Tüm bu rasyonalizasyon, konfor, eğlence ve seçimlere rağmen insanlar hala sefilse, sevemiyor, inanamıyor ya da hayatlarında bir bütünlük hissedemiyorsa, sosyal düzenlerinde ciddi bir sorun olduğu sonucuna varmaya başlayabilirler.”
Bu konuda Eli Zaretsky (Politik Freud) ve Bruce Cohen (Psikiyatrik Hegemonya kitabının yazarı) nevrozların oluşumunda aile, cinsellik ve kapitalizm arasındaki ilişkiler üzerine çalışmalar yapmıştır.
Örneğin, Freud’un 19. yüzyıl sonlarında Viyana’da karşılaştığı psikolojik manzaranın en belirgin özelliklerinden birinin nevrozlar olması önemlidir. Kovel, bunların çoğunun modern yabancılaşma deneyimimizden kaynaklandığını eklemektedir. “Nevroz” diyor Kovel: “Özgürlüğe hazır olan ama kişisel tarihiyle ters düşen bir öznenin kendine yabancılaşmasıdır.”
Yabancılaşmanın büyük analisti elbette Marx’tı; kapitalist ekonominin yabancılaşmayı kendi dokusunun ya da yapısının bir parçası olarak nasıl ürettiğini -yabancılaşmanın ürünlerde, metalarda nasıl ‘kaybolduğunu’ ya da ‘hapsolduğunu’, somutlaştığını- gösterdi.
Pavon Cuellar’ın da belirttiği gibi, “Marx bu yabancılaşmanın aslında şeylerde -metalarda- içerildiğini ve cisimleştiğini ilk fark eden kişidir.” Bu ‘fetişleştirilmiş’ metalar, tüketildiklerinde, onları üretirken yabancılaşmış olanların kaybettikleri öznel-toplumsal parçayı muhafaza ediyor ve geri vermeyi vadediyor gibi görünmektedir: “Yabancılaştırılanlar fetişleştirilen şeyde bulmayı hayal ettikleri -ya da umdukları- şeyi kaybetmişlerdir.”
Bu yabancılaşma anlayışı Marx için gerçekten de temel meseledir. İnsanlar onu bugün muhtemelen sermaye teorileriyle tanıyor ama bana göre Marx’ın temel kaygısı ve sürekli olarak ihmal edilen şey, insan yaratıcılığı ve üretkenliğinin -onun deyimiyle insanın ‘muazzam üretici gücü’nün- merkeziliği ve önemi hakkındaki görüşüdür.
Marx bu olağanüstü dünyayı dönüştürücü enerji ve eylemlilikten ‘aktif tür-yaşamımız’, ‘tür-varlığımız’, ‘fiziksel ve ruhsal enerjilerimiz’ olarak söz eder. Ancak bu muazzam yaratıcı enerjilerin ve dönüştürücü kapasitelerin mevcut sistem altında derhal bizden alındığını ve yabancı, nesnel, köleleştirici, fetişleştirilmiş bir şeye dönüştürüldüğünü belirtiyor.
ARZUNUN YENİDEN YAPILANDIRILMASI
Psikanalitik Psikoterapist Sue Gerhardt, modern toplumlarda sıklıkla ‘Maddi refah ile psikolojik refahı birbirine karıştırdığımızı’ öne sürerek bu ilişki üzerine oldukça ikna edici yazılar kaleme aldı. The Selfish Society (Bencil Toplum) adlı kitabında, kapitalizmin beyinlerimizi nasıl başarılı ve acımasız bir şekilde yeniden şekillendirdiğini ve sinir sistemlerimizi kendi imajına göre yeniden işlediğini gösteriyor. Zira “Arzu ve dürtülerin yeniden yapılandırılması ve pazarlanmasındaki rolünü göz ardı edersek, kapitalizmin neyle ilgili olduğunun çoğunu gözden kaçırmış oluruz” diyor.
Kapitalizmin ve onun akıl hastalıkları üzerindeki etkisinin bir diğer önemli yönü de elbette eşitsizlik. Kapitalizm, akıl hastalığı üreten bir sistem olduğu kadar eşitsizlik üreten bir sistemdir de. Kraliyet Psikiyatristler Kolejinin bir raporunda belirtildiği gibi, “Eşitsizlik akıl hastalıklarının başlıca belirleyicisidir: Eşitsizlik düzeyi arttıkça sağlık sonuçları da kötüleşmektedir. En yoksul hanelerden gelen çocuklar, en zengin hanelerden gelen çocuklara kıyasla üç kat daha fazla ruhsal hastalık riskine sahiptir. Akıl hastalığı sürekli olarak yoksunluk, düşük gelir, işsizlik, kötü eğitim, daha kötü fiziksel sağlık ve artan sağlık riski davranışları ile ilişkilendirilmektedir.”
Hatta bazı yorumcular, bir varoluş biçimi ya da dünyayı düşünme tarzı olarak kapitalizmin kendisinin oldukça ‘psikopatik’ ya da patolojik bir sistem olarak görülebileceğini öne sürmüşlerdir. Bazı analistlerin de fark ettiği gibi, modern finans ve şirket sistemleri ile klinik psikopati teşhisi konmuş bireyler arasında kesinlikle bazı çarpıcı benzerlikler vardır.
Örneğin, psikopati konusunda dünyanın önde gelen otoritelerinden biri olan ve psikopatiyi test etmek için kullanılan ve yaygın olarak kabul gören ‘Hare Kontrol Listesi’nin yaratıcısı Robert Hare, Jon Ronson’a şunları söylemiştir: “Araştırmamı sadece hapishanelerde yapmamalıydım. Borsada da biraz zaman geçirmeliydim. Röportajı yapan kişi, ‘Ama borsa psikopatları seri katil psikopatları kadar kötü olamaz değil mi?’ diye soruyor. ‘Seri katiller aileleri mahveder’ diye omuz silkti Bob (tutuklu): ‘Kurumsal ve siyasi psikopatlar ekonomileri mahveder. Toplumları mahvederler.”
KAPİTALİZMDE PATOLOJİK KURUMLAR
Tüm bu çağdaş sosyal ve ekonomik uygulamalar ve süreçler neden bu kadar çok hastalık, bu kadar çok bozukluk yaratıyor? Bunu yanıtlamak için daha geniş kapsamlı aydınlanma projesine ve bunların ortaya çıktığı insan doğasına ilişkin psikolojik modellere bakmamız gerektiğini düşünüyorum.
Modern kapitalizm, on yedinci yüzyılda insanın bir tür kopuk, süreksiz, bağlantısız benlik-rekabet ve dar, ‘rasyonel’ bir kişisel çıkar tarafından yönlendirilen benlik-ekonomik modelleri de dahil olmak üzere tüm aydınlanma projesinin çoğunu yönlendiren ve temelini oluşturan homo economicus kavramından doğmuştur.
Iain McGilchrist’in belirttiği gibi, “Kapitalizm ve tüketicilik, insan ilişkilerini fayda, açgözlülük ve rekabetten biraz daha fazlasına dayalı olarak kavrama yolları, hissedilen bağ ve kültürel sürekliliğe dayalı olanların yerini almaya başladı.”
Artık bu benlik modelinin ne kadar hatalı ve yıkıcı olduğunu biliyoruz. Modern bağlanma teorisi, gelişim psikolojisi ve kişilerarası nörobiyolojideki heyecan verici gelişmelerle birlikte ‘sosyal beyin’ üzerine yapılan son nörobilimsel araştırmalar, izole, ‘rasyonel’ bireyin bu oldukça tuhaf, eski moda görüşünü önemli ölçüde gözden geçiriyor ve geliştiriyor.
Sinir Bilimci David Eagleman’ın gözlemlediği gibi, insan beyni kendi varlığı ve büyümesi için diğer beyinlere ihtiyaç duyar. Eagleman’a göre ‘ben’ kavramı ‘biz’ gerçeğine bağlıdır: “Bizler tek bir büyük süper organizma, çok daha büyük bir sinir ağının içine gömülü bir sinir ağıyız. Beyinlerimiz temelde etkileşime o kadar yatkın ki, her birimizin nerede başlayıp nerede bittiği bile belli değil. Sizin kim olduğunuz, bizim kim olduğumuzla yakından ilgilidir. Sinirsel devrelerimize kazınmış olan bu gerçekten kaçış yok: Birbirimize ihtiyacımız var.”
Dolayısıyla bağımlılık, sosyal ve biyolojik varlıklar olarak kim olduğumuzun dokusunda yerleşiktir, ana yapımıza işlenmiştir. Louis Cozolino’nun çarpıcı ifadesiyle “Tek bir beyin yoktur. Beyinler yalnızca diğer beyinlerin oluşturduğu ağlar içinde var olurlar.”
Görünüşe göre kapitalizm, kim olduğumuza dair temelde kusurlu, naif ve eski moda bir on yedinci yüzyıl modeline dayanıyor -bizi izole, özerk, bağlantısız, rekabetçi, bağlamından kopmuş- nihayetinde oldukça acımasız ve ayrışmış bir varlık olduğumuza inandırmaya çalışıyor. Bu benlik görüşünün bize ve çocuklarımıza verdiği zarar hesaplanamaz.
Pek çok insan bu sorunların ve bozuklukların -psikoz, şizofreni, anksiyete, depresyon, kendine zarar verme- ‘hasta bir dünyanın’ bu semptomlarının (James Hillman’ın müthiş tanımını kullanırsak) dünyanın değil kendilerinin olduğuna inanıyor ve inanmaya teşvik ediliyor. “Peki ya duygusal sorunlarınız sadece size ait değilse?” diye soruyor Tom Syverson: “Ya onlar bizim sorunlarımızsa? Ya asıl sorun yanlış bir toplumda yaşıyor olmamızsa?” Belki de Adorno ‘Yanlış hayat doğru yaşanamaz’ derken haklıydı.
Bu ‘yanlış yaşamanın’ kökeni hem psikolojimizle hem de nörolojimizle, sosyal varlıklar olarak kim olduğumuzla çelişen bir sosyal ve ekonomik sistemde yaşıyor olmamız gibi görünüyor. İç ve dış dünyalarımızın sürekli ve derin bir etkileşim içinde olduğunu ve birbirlerini şekillendirdiğini fark etmemiz ve bu nedenle ekonomik ve sosyal uygulamalara ilişkin anlayışımızı psikoloji ve insan gelişimi anlayışımızdan ayırmak yerine, bunları bir araya getirmemiz, hizalamamız gerekiyor. Bunun gerçekleşmesi için de siyasi ve kişisel dünyalar arasında yeni bir diyaloga, ruh sağlığı için yeni bir entegre modele ve yeni bir siyasete ihtiyacımız var.
* Rod Tweedy, ruh sağlığı ve terapi konulu kitapların bağımsız yayıncısı Karnac Books’un yazarı ve editörüdür.