Uluslararası Ortadoğu Konferansı-1: Halklar ancak kendi gücüne güvenebilir

Emek Partisi'nin düzenlediği "Uluslararası Ortadoğu Konferansı"nın ilk gün oturumu İstanbul’da Birleşik Metal Sendikası Genel Merkezinde gerçekleşti.

25 Mayıs 2024 10:40
Son Güncellenme Tarihi: 25 Mayıs 2024 12:32
Paylaş

Emek Partisinin düzenlediği Uluslararası Ortadoğu Konferansı İstanbul’da Birleşik Metal Sendikası Genel Merkezinde başladı.

İki gün sürecek etkinlikte Ortadoğu’da güç savaşları ve hegemonya mücadeleleri, Türkiye-Ortadoğu ilişkileri ve ekonomi politiği, Ortadoğu’da halklar ve mücadeleler ile Ortadoğu’da barışın olanakları ve koşulları tartışılıyor.

Konferans Emek Partisi (EMEP) Genel Başkanı Seyit Aslan'ın açılış konuşmasıyla başladı.

HEGEMONYA MÜCADELESİNDE KRİTİK BİR BÖLGE

İsrail’in 7 Ekim’den bu yana Filistin halkına uyguladığı soykırıma varan; çoğu çocuk ve kadın on binlerce insanın ölmesine yol açan saldırısının ağır bir kuşatmayla sürdüğünü, İsrail'in başta ABD olmak üzere dünyanın başlıca emperyalist devletleri tarafından açıkça desteklendiğini belirten Aslan, çok az devletin Filistin halkının yanında olduğuna dikkat çekti. Dünyada bir sessizlik sözleşmesi olduğunu ve Türkiye’deki iktidarın da buna dahil olduğunu ifade eden Aslan "Ortaya çıkan tepkiler nedeniyle ticaretin kesildiği ilan edildi. Ancak ticaretin yeni güzergahlar, yeni yol ve yöntemlerle hâlâ sürdürüldüğü ortaya çıkmıştır” dedi.

Ortadoğu’nun uzak doğudan; Çin’den ve Hindistan’dan gelen Afrika ve Avrupa’ya kadar uzanan meta dolaşımının, petrol ve doğal gazın, su kaynaklarının, sermaye transferinin en kritik noktalarından biri durumunda olduğunu hatırlatan Aslan, "Bu bakımdan Ege denizi, Doğu Akdeniz ve Karadeniz’e kadar uzanan su yolları üzerindeki hegemonya mücadelesi de kızıştı. Emperyalist devletlerin bazıları gerilimlerden eski sömürgeci güçlerini yeniden elde etmeye çalışırken, Rusya ve Çin gibi palazlanan iki yeni emperyalist güç de bu paylaşım savaşına dahil oldular. Bölge devletleri için de pastadan en büyük payı elde etmenin olanakları ve fırsatları doğdu" diye belirtti.

Türkiye devletinin de bölgede emperyalistler arası çelişki ve gerilimlerden yararlanmak üzere her türlü imkân ve olanağı kullandığına vurgu yapan EMEP Genel Başkanı konuşmasını şöyle sürdürdü:

"Bir yandan Ortadoğu’da Osmanlı bakiyesi topraklara yeniden nüfuz edebilmek için kimi zaman arabuluculuk kimi zaman pazarlıklar yaparak yayılmak için fırsatlar kolluyor. Bu konuda iç ve dış politikada kullandığı en önemli kart ‘ülkenin terör tehdidi altında bulunduğu’dur. Türkiye, Suriye sınırının ötesine yerleşmiş, fiili üsler kurmuş durumdadır. Irak’ta yeni üsler kurmak için girişimleri sürmektedir. Kürt sorununu barışçıl ve eşit haklar temelinde çözümüne yanaşılmamasının bir nedeni de bu kartın elden çıkarılmak istenmemesidir. Kürt sorununun çözümsüzlüğü tek adam rejiminin yayılmacı politikalarına hizmet etmek üzere her kapıyı açacak bir koz olarak kullanılıyor.

Türkiye aynı zamanda gelişen savaş sanayisiyle birlikte gerilim alanlarına İHA ve SİHA’da pazarlıyor, paralı savaşçılar transfer ediyor. Paralı asker transferi Libya ve Nijer’e kadar uzanmış durumda. Halkın yüksek enflasyon altında ezildiği; temel ihtiyaç malzemelerine bile ulaşamadığı mevcut koşullarda bölge devletlerine çok sayıda tekel yöneticisi ve devlet erkanıyla ziyaretler düzenleniyor. Yıkım alanlarının inşası için pazarlıklar yapılıyor."

Aslan, tek adam yönetiminin halkı sürekli bir seferberlik halinde tutmak için elinden geleni yaptığını, milliyetçiliğin kışkırtıldığını ve halktan yoksulluğa ve sefalete katlanma fedakârlık talep edildiğini ifade etti.

"ORTADOĞU’DA BARIŞ MÜCADELESİ BARBARLIK DÜZENİNDEN KURTULUŞ MÜCADELESİ"

Ortadoğu’nun, halkların iç çatışma ve kargaşalarda sindirildiği, radikal çetelerin, paralı askerlerin, lejyoner savaşlarının cirit attığı bir bölge haline getirildiğine işaret eden Aslan konuşmasını şöyle sonlandırdı: "Bu bakımdan Ortadoğu’da barış mücadelesi aynı zamanda bütün ülke halkları için barbarlık düzeninden kurtuluş mücadelesidir. Her ülkenin işçi ve emekçileri bu mücadeleyi öncelikle kendi yöneticilerine karşı vermek; mazlum halkları yok etmek için kendi devletlerinin saldırgan politikalarına karşı çıkmak zorundalar. İtalyan ve İspanyol liman işçileri İsrail’e giden silahları böyle engellediler. Türkiye’de halkın oluşturduğu baskı sonucunda İsrail’le her türlü ticaretin kesilmesinin adımları böyle atılmıştır. Enternasyonal dayanışma sokaklara böyle taşındı. Bölgede ve ülkede barışın sağlanması, savaş politikalarına karşı direnmek; halkların kendi kaderini tayin hakkı için mücadeleyi yükseltmektir. Başta Türkiye’de olmak üzere, bölgede bulunan bütün emperyalist üsler kapatılmalı, emperyalist devletler bölgeden çekilmeli, Netanyahu savaş suçlusu olarak bağımsız bir mahkemede yargılanmalı, Filistin sorunu iki devletli bir çözüme kavuşturulmalıdır.”

İLK OTURUM: ORTADOĞU'DA GÜÇ SAVAŞLARI, HEGEMONYA MÜCADELELERİ

Konferansın Fulya Alikoç tarafından yönetilen “Ortadoğu'da güç savaşları, hegemonya mücadeleleri” başlıklı ilk oturumu Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) Uluslararası İlişkiler Sorumlusu Maher Arafat Al-Taher'in konuşmasıyla başladı.

AL-TAHER: AKSA TUFANI FİLİSTİN İÇİN DÖNÜM NOKTASI

Filistin Halk Kurtuluş Cephesi'nden (FHKC) Maher Arafat Al-Taher, yaptığı konuşmada 7 Ekim 2023'teki Mescid-i Aksa Tufanı saldırısının Filistin halkının tarihinde bir dönüm noktası olduğunu söyledi. Bugünkü Gazze katliamlarının, Mescid-i Aksa tufanına bir tepki olmadığını, daha önce siyonizmin tüm dünyanın gözü önünde gerçekleştirdiği katliamların bir uzantısı ve doruk noktası olduğunu ifade etti.

Al-Taher, şöyle konuştu: "Filistin halkı gerçek bir soykırıma maruz kalmakta ve yok olması hedeflenmektedir. İsrail siyonist çeteleri tarafından ki onlar da emperyalist güçler tarafından desteklenme ve beslenmekte. Bu emperyalist güçlerin başında da ABD vardır. Konuşmamda 7 Ekim'de meydana gelen Aksa Tufanı savaşını ele alacağım. Kendimizi savunmak sonucundan prtaya çıkan bir olay sürekli zulme maruz kalan bir halk. 67 yıldır bu zulme maruz kalıyoruz biz.  Bu  katliamlar bitmek bilmeyen bir süreklilikarz ediyorz hem Gazze hem Bartışeria’da 1948’deFilisintin halkı kendi toprağından sürüldüğünde 450 köy Filistin yokolmuştur. Dolayısıyla Aksa Tufanı savaşı bir tepki olarak gelmiştir ve kendimizi savunmak için ortaya çıkmıştır. İşgale karşı direniştir. Suçlu bir işgalci kuvvet Filistin halkına karşı her türlü soykırımı  uygulamıştır. Şimdi İsrail’İn kendini savunma hakkını ben anlamıyorum. Nasıl byle bir şey diyebiliyorlar. İşgalci kuvvet, başkasının toprağını işgal eden bir kuvvetin kendini savunması nasıl bir şey? Uluslararası kanunlara göre halk kendini savunabilir işgale karşı. Her hangi bir halk işgale maruz kalırsa kendini savunabilir. Bu apaçık uluslararası kanunlarda yazmakta. Silahlı bir şekilde de savunabilir. 7 Ekim’de Aksa Tufanı çok önemli bir dönüm noktası olmuştur.

7 Ekim 2023'teki Mescid-i Aksa Tufanı, Filistin halkının tarihinde bir dönüm noktası oldu. Özellikle Rusya, Amerika Birleşik Devletleri ve NATO arasında Ukrayna'da savaşın patlak vermesinden sonra küresel düzeyde ortaya çıkan derin ve hızlı siyasi gelişmelerin ışığında gerçekleşti.  Akdeniz ve Kızıldeniz'in zenginliğini, ticaret ve su yollarını kontrol etmek amacıyla bir yanda Çin-Rusya ekseni, diğer yanda Amerika ve Avrupa Birliği arasında Bölgede üstünlük ve hegemonya sağlama yönündeki çatışmalar yoğunlaşmış durumda. Bölgede yürütülen savaşların maliyeti; can kaybı, göç, yoksulluk, artan askeri yatırımlar, derinleşen ekonomik krizler ve halkların yoksullaşması olarak açıkça görülüyor. Bu gelişmeler ve küresel çatışmaların şiddetlenmesi üzerine Mescid-i Aksa Tufanı yaşandı.

Özellikle Rusya, ABD ve NATO arasında Ukrayna'da savaşın patlak vermesinden sonra küresel düzeyde ortaya çıkan derin ve hızlı siyasi gelişmelerin ışığında Aksa Tufanının gerçekleştiğini belirten Al Tahir, şöyle devam etti:

"Akdeniz ve Kızıldeniz'in zenginliğini, ticaret ve su yollarını kontrol etmek amacıyla bir yanda Çin-Rusya ekseni, diğer yanda Amerika ve Avrupa Birliği arasında bölgede üstünlük ve hegemonya sağlama yönündeki çatışmalar yoğunlaşmış durumda. Bölgede yürütülen savaşların maliyeti; can kaybı, göç, yoksulluk, artan askeri yatırımlar, derinleşen ekonomik krizler ve halkların yoksullaşması olarak açıkça görülüyor. Bu gelişmeler ve küresel çatışmaların şiddetlenmesi üzerine Mescid-i Aksa Tufanı yaşandı. Bu savaşın arifesinde İsrail işgalinin uygulamaları; “terör ve işgalle yerleşimleri genişletme” eşi benzeri görülmemiş boyuta ulaşmıştı. Siyonist varlığın liderleri meselelerin çözümü hakkında konuşmaya başladı ve Filistin sorununun ve Filistin halkının devredilemez haklarının ortadan kaldırılmasının zamanının geldiğini söyledi."

Aksa Tufanının siyonist varlığın ve ordusunun yenilmez olduğu iddiasının büyük bir yalan olduğunu gösterdiğini belirten Al Taher, "Bu halk kendi toprağını kurtarabilir ve düşmanı bu topraktan sürebileceğini apaçık gösterdi." dedi. Al Taher, yaşananların Filistin halkının ve mücadele eden tüm halkların esas düşmanının, savaşı yöneten ve Siyonist varlığa (İsrail’e) soykırım ve etnik temizlik için tam izin veren ABD olduğunu gösterdiğine dikkat çekti.

"FİLİSTİN VARLIĞINI KABUL ETMİYORLAR"

"İki devletli çözüm" tartışmalarını "Filistin sorununu tasfiye etmeyi amaçlayan" bir aldatmaca olarak nitelendiren Al-Taher, "Bu bir ABD aldatmacası. ABD ve İsrail çok açık söylüyorum bir Filistin devletini istememektedirler. Günvelik Konseyinde veto kullandılar, Filistin'in üyeliğini reddettiler. ABD iki devletli çözüm diyor. Ancak işin özü Filistin devleti değil. Netanyahu dedi ki devlet istemiyoruz. Silahsız bir varlık, kontrol altındaki bir varlık, ufacık bir Filistin varlığı olabilir, bir yapısı sizin kontrolünüz altında hem askeri hem ekonomik devlet diyelim ama buna devlet olmasın. Dini siyonistler bunu bile (Filistin varlığını) kabul etmiyorlar. İstanbul hegemonyası altında bile bir Filistin varlığını kabul etmiyorlar. İki devletli çözüm gerçek bir aldatmacadır. Amaç İsrail'in kontrolü altında yapay bir devlet" diye konuştu.

Al Taher son olarak "Bizler Filistin halkının çocukları olarak bütün özgür iradelere, bütün özgür halklara söylemek isteriz ki; Aksa Tufanı savaşı ciddi bir dönüşüm yaşatmıştır dünyada. Öğrencileri görüyoruz, adalet içi yürüyen halkları görüyoruz. Bizimle birlikle hareket etti Yahudiler. Biz stratejik dönüşüm noktasına denk gelmekteyiz. Filistin halkı diz çökmeyecektir kırılmayacaktır teslim olmayacaktır. Filistin bayrağını ebedi başkentimiz üzerinde dalgalandırana kadar mücadele devam edecektir." diye seslendi.

ACHCAR: HALK KENDİ GÜCÜNE GÜVENMELİDİR

Londra Üniversitesi Doğu ve Afrika Araştırmaları Fakültesi’nde (SOAS) Kalkınma Çalışmaları ve Uluslararası İlişkiler Profesörü olan Gilbert Achcar da konuşmasında ABD'nin İsrail'in soykırımına verdiği desteğe dikkat çekti.

Gilbert Achcar İsrail devleti içindeki aşırı sağa doğru kayışın küresel sağa kayma trendiyle örtüştüğünü anlatan Achcar, ABD'de de böyle bir aşırı sağa kayışın söz konusu olduğunu, bunun Trump ile yükselişe geçtiğini hatırlattı. George W. Bush'un askeri yayılmacılık programını 11 Eylül 2001 saldırıyı fırsat bilerek Afganistan ve Irak'ı işgali için kullandığını; İsrail'de aşırı sağın da 7 Ekim'i benzer şekilde fırsat olarak görerek buradaki saldırılarını artırdığını belirtti. Achcar devamında "Trump en İsrail yanlısı ABD başkanı olarak tanımlandı. Biden Trump'ı tamamen takip etti bu alanda. Trump'ın politikalarını daha da geliştirdi. tarihteki ilk kez bir ABD devlet adamı (Biden) siyonist olarak gururla açıkça deklare etti kendini. Biden'ın İbrahim Anlaşması çerçevesinde Suudi Arabistan ile bunu devam ettirme isteği vardı ardından 7 Ekim oldu ve İsrail de soykırım savaşı başlattı. İlk kez amerikan İsrail savaşını görüyoruz. Bunu anlamak çok önemli" diye belirtti.

"ABD İSRAİL'İN SOYKIRIMINI AÇIKÇA DESTEKLEDİ"

ABD'nin 60'ların öncesinde kendini tarafsız gibi yansıtmaya çalıştığını, bu sebeple 1967'de İsrail'i Fransız ve Almanların silahlandırdığını söyleyen Achcar, 60'ların sonunda Arap milliyetçiliğinin yükselişe geçmesiyle ABD'nin güç kaybettiği için İsrail'i silahlandırmaya doğru geçtiğini anlattı. 1973 yılında ABD'nin İsrail'i desteklediğini, daha sonraki süreçte arabulucu rolüne soyunduğunu belirtti. ABD'nin bugün geçmiştekilerden farkı olarak açıkça İsrail'in soykırım davasına destek verdiğini ifade eden Achcar, gemilerin sürekli gönderilmesine, İsrail'e verilen bomba ve silah desteğine, ABD'nin ateşkesi dahi reddediyor oluşuna dikkat çekti. ABD'nin özellikle Refah'taki saldırıyı önlemeye çalışıyormuş gibi görünüp öte yandan Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin yakalama kararına karşı saldırıya geçtiğini belirten Achcar, ABD'nin ikiyüzlüğüne vurgu yaptı.

İsrail'deki aşırı sağ ve anaakım siyonist güçlerin Gazze'yi yoketmek amacı üzerinde birleştiğini ve Gazze'nin ve Batı Şeria'nın ilhakı ile Nakba'yı tamamlamak istediğini dile getirdi: "Sözde bir Filistin yönetimi altında sadece bölgenin küçücük bir kısmını yöneten ve bölgenin büyük bir kısmı doğrudan İsrail ve yerleşimciler tarafından işgal edilen bir durum istiyorlar. İsrail güçleri de istedikleri zaman bu alanlara müdahale etsin istiyorlar." diyen Achcar, buna karşın emperyalistlerin bölgedeki istikarsızlıktan korktukları için Filistin devletine destek açıklamaları yaptıklarını, aslında İsrail ve yerleşimcilerin kontrolünde bir Gazze istendiğini, emperyalistlerin Abbas yönetiminin Gazze'yi kontrol edemeyeceğini düşündükleri için de İsrail denetiminde bir yönetim oluşturmak istediklerini vurguladı. BAE, Suudi Arabistan, Bahreyn, Mısır, Fas, israil ve ABD'nin içinde olduğu bir askeri ittifak tesis etme hedeflerinin de olduğunu belirtti.

"Bölgede güvenebileceğimiz herhangi bir güç var mı" diye soran Achcar, İran, Rusya, Katar ve Türkiye'nin kendi çıkarları ve bölgedeki nüfuzlarını artırmak için aldıkları pozisyonu anlatarak, "Bu güçlerin hiçbirine güvenemezsiniz. Halk kendi gücüne güvenmelidir. Gücünü Arap İsyanında da gördük. Bunu 2019'daki ikinci dalgada da gördük. 10 Arap ülkesinde ciddi ayaklanmalar yaşandı. Henüz başarılı olmadılar. İhtiyaç duyulan değişim için daha fazla devrime, ayaklanmaya ve isyana gerek var. Bu uzun süreli bir devrim sürecidir. Umut kaynağı budur; Filistin halkı 88'de intifa ile öncüydüler. 2011'deki ayaklanmalar da bu mirası devam ettirmiştir. Yine tüm bölgedeki devrim güçleri, Türkiye ve İran'ın ötekisindeki hareketlerin devrimci mücadelesi sayesinde bizler geleceğe, gerici rejimlere karşı zafer kazanabileceğimiz bir şekilde, emperyalizme karşı zafer kazanabileceğimiz bir şekilde bakabiliriz." diye konuştu.

ÖZUĞURLU: BU SAVAŞ DÜNYAYI SÖMÜRENLERE KARŞI VERİLEN BİR SAVAŞTIR

Konferans Gazeteci Musa Özuğurlu'nun konuşmasıyla devam etti. Sanayi devriminin, dünyanın birtakım ülkeler tarafından paylaşılması sürecini getiren sömürü dönemine ve aynı zamanda bu güçler arasındaki mücadeleyi başlatmasını hatırlatarak konuşmasına başlayan Özuğurlu, İngilizlerle Fransızlar arasında özellikle Mısır’da başlayan mücadele Ortadoğu’da emperyalizmin ilk kavgası sayılabilir. Ne ile ilgili olarak başlıyor, ticaret yollarıyla başlıyor. Petrol keşfedildikten sonra da Churchill (henüz başbakan değil) İngiliz gemilerini kömürden petrole çevirme kararı alıyor, 'petrol çok elzem onu ya barışla elde edeceğiz ya da savaşarak alacağız' diyor. O zamandan beri Ortadoğu’da savaşlar bitmiyor. Ortadoğu ticaret yolu olarak önem taşıyordu o zamana kadar. Petrol ve gazın da bulunmasıyla birlikte batı emperyalizmi açısından bir güç, çıkar savaşının merkezi haline geldi. Irak'ta yapılan petrolle ilgili çalışmalar, batılıların buradaki faaliyetleri, keza İran'da yapılan çalışmalar, sonrasında 50'lerde Musaddık'ın devrilmesi bile bu çıkar ilişkisi ile ilgili. Devamında ABD’nin Ortadoğu’ya ilk gelişi de aslında petrol ile ilgili. O dönemlerden bu yana ABD’nin artık gelip çıkmadığını görüyoruz. Şu anda ABD'nin varlığı Aramco şirketi ile Suudi Arabistan ile devam ediyor, İngiltere’nin varlığı Ürdün’le devam ediyor ve elbette bunların savaşları da devam ediyor" dedi.

Irak-İran savaşının, Saddam'ın Kuveyt'e girmesinin, sonrasında Irak'a müdahalenin yine bu oyunların ve aynı zamanda güç mücadelesinin bir sonucu olduğunu belirten Özuğurlu yakın dönemde Suriye’ye yapılan müdahalenin de sebebinin aynı gerekçeler olduğunu ifade etti.

"ORTADOĞU KAVŞAK NOKTASI"

Son on yıldır çok daha somut bir biçimde çok alternatifli bir dünyanın belirlemeye başladığını belirten Özuğurlu konuşmasını şöyle sürdürdü: "Amerika veya batı birçok yöntemi kullanmasına rağmen, birçok darbe girişimine rağmen Ortadoğu’da tam kontrolü sağlayamadı. Son yıllarda özellikle batı ile doğu arasında bir savaşın yükseldiğini görüyoruz. Bir tarafta Rusya ve Çin eksen, olarak adlandırabileceğimiz, bir tarafta da klasik NATO tarafı söz konusu ve bunların bir mücadelesi var. Onların mücadelesi Sovyet-ABD iki kutuplu mücadelesinden daha farklı. Çok alternatifli bir dünya yavaş yavaş belirmeye başladı. Dünya daha önceki gibi ABD'nin horozunu her yerde öttürebildiği bir dünya değil. Zaten şuan Filistin'de verilen mücadelede bunun göstergelerinden bir tanesi. Bu savaş tarzı yeni bir savaş tarzı ve zannediyorum önümüzdeki yakın gelecekte bu tarz, bütün dünya halkları tarafından benimsenecek ve etkili bir şekilde de kullanılacak olan bir tarz. İnsanların bir savaş kültürünü edinmesi ve direnmesine bağlı bir savaş türü bu. Muhtemelen bütün geri kalmış, geri bıraktırılmış, sömürülmüş ülkeler tarafından benimsenecek. 7 Ekim'den önce Afrika'da olan darbeler, Fransa'nın etkisini kaybetmeye başlaması, ABD'nin klasik her istediğimi yaptırırım alışkanlığı ile bu ülkelere telkinlerde bulunmaya çalışması ama ABD'lilerin reddedilmesi de bu dediğim konunun bir göstergesi. Peki emperyalist ülkeler Afrika'da Ortadoğu'da varlıklarını ne kadar sürecek? Burada olmaya niyetleri var, petrol ve gaz olduğu sürece, diğer taraftan dünya ticaret yollarında Ortadoğu önemini yitirmediği sürece bu ülkeleri buralarda göreceğiz. Dünyanın merkezi gerçekten Ortadoğu, küresel anlamdaki politikaların geçmek zorunda olduğu bir kavşak noktası burası."

ABD-Çin arasında Çin’in yeni ipek yolu projesi nedeniyle yaşanan savaşın da Ortadoğu'da yaşandığını, küresel savaşın Ortadoğu’da şekillendiğini belirten Özuğurlu, "Dünyanın farklı yerlerinde de krizler var, yok değil ama asıl meselenin Ortadoğu’da yaşandığına vurgu yapmamız gerekir. Bu anlamda bu bölgede verilen savaş tarihsel bir savaş" diye konuştu.

Flistin halkının gösterdiği direncin sadece İsrail'e karşı değil, Batı emperyalizminin kalesi ve yürütücü gücü olan ABD’ye karşı da savaştıklarını ifade eden Özuğurlu, "Şu anda verilen savaş dünyayı sömüren ülkelere karşı verilen savaştır. Hamas belki ideolojik olarak laik bir yapıya sahip değil ama verilen bu savaş Ortadoğu halklarının kendi kaderlerini tayin edebilmeleri için verilen bir savaştır ve bu tür mücadelelere kesinlikle destek verilmesi gerekiyor. Bu anlamda sayın Taher’e hem teşekkür etmek istiyorum, hem de yanlarında olduğumuz mesajını vermek istiyorum." diye belirtti.

AKP iktidarının Filistin meselesinde zorunda olmasaydı sert bir söylem kullanmayacağını düşündüğünü belirten Özuğurlu, "Filistin meselesi de kendi iktidarlarını sürdürebilmek için kullandıkları malzemelerden biriydi. Ancak Filistin halkı bölge ülkeleri tarafından yalnız bırakılmalarına rağmen büyük bir mücadele verebileceklerini gösterdiler." dedi.

İKİNCİ OTURUM: TÜRKİYE ORTADOĞU İLİŞKİLERİ VE EKONOMİ POLİTİĞİ

Konferans "Türkiye Ortadoğu İlişkileri ve Ekonomi Politiği" başlıklı ikinci oturumuyla devam etti.

Evrensel Gazetesi Yazarı Nuray Sancar'ın moderatörlüğündeki oturumda konuşmacılar; Akademisyen Arzu Yılmaz, Gazeteci Bahadır Özgür, Akademisyen Mühdan Sağlam ve Akademisyen Erhan Keleşoğlu oldu.

YILMAZ: TÜRKİYE'NİN MİSYONU KARADENİZ ÜZERİNDEN BELİRLENMİŞ DURUMDA

Mevcut durumu bir düzensizlik halinde kutupsuzluk, düzensizlik içinde kutupsuzluk hali olarak tarif eden Akademisyen Arzu Yılmaz, "Bu halde iki şey oluyor bir tanesi orta ölçekli ya da bölgesel ölçekli bölgesel güçler ya da orta ölçekli devletlerin, en az küresel aktörler kadar etkin olabildiği bir andayız. Türkiye bu haliyle bu etkinlik alanını bu belirsizlik döneminde artıran bir aktör, ama tek aktör değil. Türkiye Ortadoğu'daki etkinliğini artırma becerisini temelde ABD ile stratejik ortaklık çerçevesine bir kez ilişkilerini oturttuğunda tecrübe etmişti. Bugün mevcut durumda Türkiye'nin yalnız olmadığı gibi dezavantajlı olduğunu vurgulamak isterim. Bölgesel ölçekte ikinci varsayımım Türkiye bugün 90'lardan sonra ve 2011'lere kadr olduğu gibi Ortadoğu ölçeğinde bir bölgesel aktör olarak eskiden arkasında bulduğu batının, hegemon gücün desteğini aldığı bir dönemde değil. Türkiye bugün artık yeniden şekillenen Ortadoğu'da biçilmiş bir misyon yok. Dolayısıyla Türkiye epey bir keyfini sürdüğü bir dönemin geldiği bu aşamasında kuşkusuz yalnız değil ve fakat avantajlı durumda da değil" dedi.

"Türkiye'nin NATO içerisinde vazifesi nedir" sorusunu soran Yılmaz, "Karadeniz üzerinden yeniden bir bölgesel güç olarak yerini aradığını görüyoruz. Hatta öyle ki Doğu Akdeniz bugün yeniden oluşan enerji yolları üzerinden isterseniz güvenlik mimarisi üzerinden bakın isterseniz Türkiye AB ilişkileri, hatta AB liderler zirvesinin verdiği müzakarelerin Kıbrıs şartına bağlanması üzerinden okuyun, bırakın Ortadoğu'yu Doğu Akdeniz'de bile üyesi olduğu Batı ittifakı içinde bir vazife biçilmiş değil" diye konuştu.

Arap baharından beri statükonun yeniden tesisi, egemen devletin yeniden hortlatılması gibi bir dönem olduğunu ifade eden Yılmaz "Ne kadar rüzgar bundan yana şekillense de bir de bir gerçeklik var, gerçeklik bize o egemen devletin eski gücünün yerinde yerler estiğini söylüyor. Bunun yarattığı bir sonuç da şu; devlet dışı aktörler... Dünya ölçeğinde ama özellikle Ortadoğu'da çok önemli aktörler olarak hesaba katılmalı" diye belirtti.

Silahlı devlet dışı aktörlerin sayısının 450’yi geçtiğini 70 ayrı ülkeden 30 bin kişinin devlet dışı aktörler için çalıştığının bilindiğini ifade eden Yılmaz, "1945-2008 arası savaşlar, ortalama iki dış aktörün müdahalesiyle çıkarken 2008’den bu yana en az 6 aktörün müdahalesiyle çıktığını görüyoruz." dedi.

Bugüne kadar Türkiye’nin Batılı müttefikleriyle birlikte hareket edebilmesini sağlayan temel belirleyici faktörün İran’a karşı pozisyon alması olduğunu kaydeden Yılmaz "Ancak bugün açısından, değil Ortadoğu’da bir projenin aktörü olmak, belirleyici bir rol biçilmiş görünmüyor. Misyonu Karadeniz üzerinden belirlenmiş durumda." diye konuştu.

Türkiye'nin kendini orta koridarda bir ticaret merkezi olarak konumlandırmaya ve güneyinden dışlanmasına karşı da kalkınma yoluyla "Bu işte bende varım" demeye çalıştığını belirten Arzu Yılmaz, Kürtlerin de bu kalkınma yolunun dışında bırakılmak istendiğini ifade etti. Irak petrol rezervlerinin olduğu tartışmalı alanda aktör olan İran'ın planının Kerkük petrolünü eski yolları canlandırarak Akdeniz'e ulaştırmak; Çin'in ise İran ve Rusya ile işbirliği üzerinden sürece dahil olduğunu vurguladı.

ÖZGÜR: AKP'NİN BATI SERMAYESİ İLE KONUŞABİLMESİNİN YOLU ORTADOĞU'DAN GEÇİYOR

Konuşmasına Koç Grubunun Yapı Krediyi BAE'ye satmaya çalıştığını hatırlatarak başlayan Gazeteci Bahadır Özgür, "Türkiye'den mi kaçıyor, biz Ortadoğulaştık mı gibi bir sürü soru gelir. Bütün Cumhuriyet boyunca Türkiye sermayesini ve cumhuriyetin modernleşmesinin amiral gemisi olmuş bir sanayici. Türkiye'de sadece maden alıyor, sadece hastane alıyor ama Bangladeş'e, Mısır'a, Sahraaltı'na fabrika açıyor. BAE'ye silah fabrikası açıyor ve en büyük bankasını oraya satıyor. Türkiye kapitalizmi bu son 20 yılda nasıl bir değişim yaşıyor da biz bunun sancılarını görüyoruz? Çatışmalarını pay kavgalarını devlet A.Ş'deki hisse paylaşımını... Bugünkü mafya davalarına da yansıyor, büyük sermaye ile iktidar arasındaki gerilime de yansıdı. Türkiye değişti ve değişiyor. Türkiye kapitalizminde bir kabuk değişimi yaşandığını ortaya koymak lazım. Bu değişimde Ortadoğu'nun önemi var. Türkiye politik bir aktör olarak Ortadoğu'da bir yer kapabilmiş değil ama her taşın altından çıkıyor. Cİhatçı diyorsunuz o çıkıyor, İran'ın petrol parasının aklanması diyorsunuz Türkiye çıkıyor, Ukrayna'ya silah satışında en büyük silah tedarikçisi olabiliyor ya da bakıyorsunuz askeri sanayiyi muazzam bir dönüşüme tabi tutmuş. Yerli ve milli desek bile Türkiye'nin NATO içinde güçlü bir poziyon aldığını da görüyoruz. Bütün bunlar metodu gösteriyor aslında." dedi ve konuşmasını bu başlıkları açarak sürdürdü.

Ortadoğu ile ekonomik ilişkilerin 40 yıldır çok önemli bir dinamik olduğunu vurgulayan Özgür, "Türkiye yüzünü AKP döneminde Ortadoğu’ya döndü, Ortadoğu'ya saplandık Ortadoğu'nun bütün gerilimleri bizi de belirlemeye başladı denilir ama şu unutulur; Türkiye'nin bugün de hakim olan sermaye birikim rejiminin oluşumunda Ortadoğu ile ilişkilerin çok büyük bir payı var. Belirleyici değildir ama çok önemli bir dinamik olarak 40 yıldır vardır. Ortadoğu ile ekonomik ilişkilere bakarken ticaret ilişkilerine baktığınızda verilerle anlayamayacağınız karmaşık bir yapıdır. Mesela İran'a ambargo uygulandığında 2 milyar dolardır satışınız vardı ama aynı dönem Zarrab vakasında, Halkbank vakasında, petrol geliri vakasında bir sürü şeyde başka türlü bir ticaret görürüz ancak bu rakama yansımaz. Dolayısıyla Ortadoğu'da ticaret, ekonomik ilişki dediğimiz şeyin gizemli ve muammalı tarafları çok fazladır." dedi.

Türkiye'nin batı sermayesi ile ilişki kurmak için Ortadoğu'ya dönmek mecburiyetinde olduğunu belirten Özgür, "Çünkü sermaye birikim rejimi bunu gerektiriyor. İsrail ile ticaret çokça tartışılıyor. Peki niye ısrar ediyor? Çünkü batı sermayesi ile konuşabilmeniz yolu burdan geçer, mesela ABD'ye gümrüksüz tekstil satabilmenizin yolu ya da gümrüksüz çelik satabilmenizin yolu İsrail ile anlaşmaktan geçer. Dolayısıyla bu sıkışmışlığın içinde buraya dönmek zorundasın mutlaka. Maddi meblağı çok yüksek olmasa da o askeri, güvenlik, istihbarat o ilişkiyi sürdürmek zorundasın" diye kaydetti. "Biz Ortadoğu'ya yüzümüzü döndüğümüz için mi yoksa Türkiye sermaye birikim rejiminin 1980'den sonra karakteri mi zorunlu olarak sürekli Ortadoğu ile bir ilişki kurmaya zorluyor" diye soran Özgür, "Ortadoğu ile ekonomik ve ticari olarak ilişkilenmek bir tercih değil; zorunluluk olduğunu belirtti.

"FİNANSAL SERBESTLEŞMENİN İLK AYAĞI KÖRFEZ VE ARAP SERMAYESİ ÜZRİNDEN GERÇEKLEŞTİ"

Türkiye'nin Ortadoğu ile bağının finansal olduğunu ve bunun 24 Ocak kararları döneminde inşa edildiğini anlatan Özgür, "84'te Suudi Arabaistan'ın Faisal Finans'ı, Katar Kuveyt ortaklığında 84'te Albaraka, 89'da Kuveyt Türk Bankası, 91'de Anadolu Bankası, 95'te İhlas, 96'da da Asya Finans Türkiye'ye kuruluyor. Finansal serbestleşmenin ilk ayağı Körfez ve Suudi sermayesi üzerinden gerçekleşmiştir." 

Körfez sermayesinin özellikle finans sermayesinin Türkiye'ye girmesinin çok büyük bir politik anlamı olduğunu ifade eden Özgür, "Neredeyse 84'ten 2000'li yıllara kadar bütün yöneticileri AKP'yi kuran kadrolardır aslında. Bu finans ilişkilenmesi aynı zamanda birtakım siyasi sonuçlar da doğuruyor. Dolayısıyla Albaraka Türk'ün yöneticileri, Faisal Finans'ın yöneticileri, Milli Görüş geleneğinden gelip aslında AKP'yi kuran kadrolardır 2000'lerin başlarında. AKP'nin sosyal sınıfsal tabanı küçük işletmeler, Anadolu sermayesidir ama yönetici elitleri finans kökenlidir ve oradan yetişmişlerdir. Bu da aslında AKP politikalarını açıklayan done olarak kullanılabilir." dedi.

Türkiye'nin Ortadoğu ile değişmez ilişkilerinden birisi petrolün, Ortadoğu'dan finans sermayesinin Türkiye'ye giriş dönemiyle benzer dönemde Lübnanlı bir simsar üzerinden giriş yaptığını ve Türkiye üzerinden dünya pazarına açıldığını aktaran Özgür, daha sonra SOCAR'ın (Azeri sermayesi) girmesiyle el değiştirme yaşandığını kaydetti. Lübnanlı simsarın bugün Ege'deki bütün krom rezervlerine hakim durumunda olduğunu da vurguladı.

Yine Kerkük Yumurtalık petrol hattından 2003 sonrası petrol akacağı, ancak anlaşmanın 2014'te yapıldığını belirten Özgür, "Biz öğrendik ki 2006, 2007'lerden itibaren Berat Albayrak ya da Erdoğan ailesi ile bağlantılı Powertrans şirketi üzerinden Batı'ya da açılmış içeriye de satılmış. Dolayısıyla bu Ortadoğu ile gizemli ve muammalar çok önemli rol oynuyor siyasal yapılanmada da rejimde de." dedi.

40 yıldır değişmeyen Ortadoğu ile ilişkiyi belirleyen diğer bir ayağın da askeri sanayi olduğunu kaydeden Özgür, "Askeri sanayine bir damat gönendirme olarak bakabiliriz. Böyle bir sonucu var zaten. Bir yozlaşmaya yol açan ya da ihale düzeni olarak da bakabiliriz ama tamamen Türkiye'nin bölgesel konumlanışıyla ilgili bir yeniden yapılanma olarak görmek lazım." vurgusu yaptı. 

NATO'nun da Türkiye'ye 2015'ten sonra yüzünü özel olarak Ortadoğuya dön dediğini belirten Özgür, "Bir diğer nokta da Körfez sermayesi ile Türkiye arasında bu gayrimenkul para ilişkisi, kara paradan tutun da mücevher ihracatından ticaretinden tutun da petrol gelirlerinin aktarılmasından tutun da çok devasa karmaşık bir ticaret var ve çok iç içe girmiş durumda. Bugün Türkiye'de sadece sadece Araplara arazi satılıyor meselesi değil. Büyük kentsel dönüşüm projelerinde Suudi Arabistan'ın çok önemi payları vardır mesela. Ege’deki devasa yeni tarım ihtisas bölgeleri kurulmaya başlandı Suudi Arabistan ya da Körfez ülkelerinin tarımsal üretimde payı vardır. Yenilenebilir enerji de çok büyük pay elde etti. En son BAE ile bir tür kapitülasyon denebilecek (5 yıl boyunca başka hiçbir ülkenin sermayenin girişine izin verilmiyor ÇED istenmiyor vs) özel bir paket olarak enerji yatırımı izni verdiniz. Ortadoğu’ya yönelik dış politikada Erdoğan yönetiminin çizdiği tüm zikzaklar da bu ilişkilere dayanmaktadır. 20 yılda 70 yıla tekabül edecek şekilde kapitalizmin alt yapısı yenilenmiş oldu. En büyük sıkıntı Kürt sorunu, bütün meselenin orda cisimleşmesinin nedeni de bu. Bunu çözemediği için her hamlesi buraya takılıp duruyor." değerlendirmesinde bulundu.

KELEŞOĞLU: OTORİTER REJİMİN İNŞAASINDA KÜRT SORUNU MERKEZİ BİR ÖNEMDEYDİ

Akademisyen Erhan Keleşoğlu da sunumunda güvenlikçi bakışın nasıl oluştuğunu ve devam ettiğini ele aldı. "Türkiye’nin güvenlikçi bakışı nasıl oluştu ve devam etti?" sorularına yanıt ararken söylemeliyiz ki 'Barış süreci'nin ilanı ve daha sonrasında çöküşü, iç ve dış politika bakımından çok sarsıcı bir deneyim oldu. 2015 darbe girişiminden sonra müesses hale getirilen otoriter rejimin inşasında Kürt sorunu çok merkezi bir önemdeydi. İç ve dış politika iç içe geçmiş durumda. İç politikanın ihtiyaçları için dış politkada adımlar atıldığını gözlemleyebiliyoruz. Ortadoğu'da özellikle uluslararası alandaki sistemin dönüşümü içerisinde Ortadoğu'da da sistem içindeki gerilimlere göre değişmekte olduğunu görüyoruz. Özellikle güç kaybetmekte olan hegemonik güç ABD açısından Ortadoğu'daki varlığını azaltması Türkiye gibi orta büyüklükteki devletler açısından bir serbesti imkanı yarattı, göreli özerk davranma kapasitesi yaratabildi." dedi.

2014 Ekiminden sonra ABD'nin Suriye içindeki Kürtlerle dayanışma ilişkisine girmesi ve askeri yardımda bulunmasının NATO müttefiki Türkiye ile ilişkilerin gerilmesine yol açtı, hala da onarılmış değil onarılmış olmaktan uzak. 2015 Temmuz darbe girişimini mevcut iktidar doğrudan batının kendisine karşı bir girişimi olarak algıladı. ABD'nin özellikle ve batının bu darbe girişiminde bulunanları dolaylı olarak desteklediği algısından hareketle belli adımlar attı. Rusyadan S400'lerin alınması bu anlamda çok sembolik bir hareketti. ABD'nin ve AB'nin politikalarını uygulamaya aday ülke Türkiye saptaması biraz değişmiş gözüküyor. Bir göreli değişiklik var bana kalırsa.S 400'lerin alınması ve TR'nin üretici programında olduğu, ABD'nin güvenlik şemsiyesi altında olmak açısından bir klübe üyelik bileti olan F-35 programından da çıkarılması tersten de ilişkinin değişmekte olduğunu bize gösterdi" diye kaydetti.

Keleşoğu, Saray rejiminin “Madem ki Kürt meselesini yönetemez hale geldik ve Suriye iç savaşıyla Kürt meselesi bölgeselleşti” diyerek karşı reaksiyon olarak bölgesel güvenlik kuşaklarına dayalı bir politika gündeme getirdiğini vurguladı.

SAĞLAM: TÜRKİYE ENERJİDE YÜZDE 98 DIŞA BAĞIMLI

Akademisyen Mühdan Sağlam enerjide bağımlılık ilişkilerini ele aldı. Sağlam, "Türkiye’nin Ortadoğu’daki yerini ve beklentilerini anlamak için enerji trafiğine bakmak gerekiyor. Doğal gazda yüzde 96 oranında dışa bağımlılık söz konusu. Konutların yüzde 80’i doğal gaz (alınanın 3’te 2’si) tüketiyor. Petrol tüketimi dediğimizde, yüzde 98 bağımlıdır. Petrol tüketimi dediğimiz zaman Irak, Azerbaycan, Rusya ve ortadoğu diğer dediğimiz (BAE, Suudi Arabistan Hindistan (işlenmiş petrol) vardır. Türkiye'nin geçtiğimiz yıl ithal ettiği petrol 34 milyon ton civarı ve yüzde 68'si Rusya'dan gelmiş. 3 yılda yüzde 300'lük bir artış var. Son birkaç yılda, Rusya’dan alınan petrol katbekat artmış durumda" diye belirtti.

Doğalgazda ikinci ülkenin Irak olduğunu (yüzde 11.8) ancak bu hattın da Bağdat hükümetinin Türkiye'ye tahkimde açtığı dava nedeniyle Mayıs 2023'te kapatıldığını hatırlattı. Erdoğan'ın Irak gezisinide hattın açılışına ikna edemediğini vurgulayan Sağlam, "Bağdat hem kendi içimizde anlaşmalığımız var dedi hem hem verilecek parayı bekliyorlar." dedi.

Türkiye'nin petrol politikasının esnek olduğunu ve bu nedenler kolaylıkla makas değişitirilebildiğini kaydeden Sağlam, "Boru hatlarında bu daha zordur. Maliyet gerektirir. Boru hatları bağımlılık ilişkisine de yol açar." diye belirtti. Türkiye'nin enerjide yüzde 98 oranında dışa bağımlı olduğunu, sanayinin dönebilmesi için petrole olan ihtiyaca vurgu yapan Sağlam, Türkiye'nin çıkar odaklı bakan, bu esnek enerji politikasının zararına değinerek "Bugün rüzgar sizden yana Rusya'dan alabiliyorsunuz. 3 yıl sonra bu savaşta başka bir şey konuşursak, Irak hattı da açmazsa ne olacak?" diye sordu.

Konferans soru ve cevap bölümüyle devam etti. 

Konferansın ikinci günü "Ortadoğu'da Halklar ve Mücadeleler" ve "Ortadoğu'da Barışın Olanakları ve Koşulları" başlıkları ile devam edecek. Gazeteci Hediye Levent'in moderatörlüğündeki ilk oturumda Akademisyenler Sibel Karadağ, Doğan Çetinkaya, Mira Assadi ile DİSK Uluslararası İlişkiler Müdürü Kıvanç Eliaçık söz alacak. İkinci oturumda Gazetemiz Genel Yayın Yönetmeni Hakkı Özdal'ın moderatörlüğünde Akademisyenler Moshe Zuckermann, Lindsey German ile DEM Parti Milletvekili Cengiz Çiçek ve EMEP Milletvekili İskender Bayhan söz alacak. (İstanbul/EVRENSEL)

ÖNCEKİ HABER

Cumartesi Anneleri: Bin yıl geçse de kayıplarımızı aramaya devam edeceğiz

SONRAKİ HABER

‘Ma bizim maaş artmayınca sanki ekmeğe zam gelmiyi?’

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa