Siyaset Bilimci Dr. Can Cemgil: Çürümeyle mücadelede devlete zarar gelir korkusu var
Siyaset Bilimci, Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Can Cemgil, siyasi davalar üzerinden hesaplaşma ve iktidarın seçim sonrası politikasına dair sorularımızı yanıtladı.
Fotoğraf: ANKA
Şerif KARATAŞ
İstanbul
Siyasi davalar üzerinden süren hesaplaşmaları değerlendiren Siyaset Bilimci Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Can Cemgil, "Maalesef Türkiye’de muhalefet, devlette ve kurumlarındaki çürümeye karşı cepheden konum alacak bir halde değil ve bunu devlete zarar gelebileceğini düşünerek tercih etmez de” dedi.
Seçimlerden sonra siyasettin Sinan Ateş cinayeti, Kavala-Gezi, Kobanê ve Ayhan Bora Kaplan davaları etrafında şekilleneceği gözüküyor. Bu bağlamda hem iktidar hem de muhalefet açısından yorumlayacak olursanız neler söylersiniz?
Erdoğan rejimi uzun zamandır hukuk düzenini siyaseti ve toplumu şekillendirmenin kilit bir aracı olarak kullanıyor zaten. Kavala’nın serbest bırakılma ihtimalinin basında tartıştırılma biçimi de hukukun nasıl o anki ihtiyaç değerlendirmesine göre keyfi olarak kullanılabileceğinin açık bir ifadesi olarak görülebilir. Tabii bu davaların önemli bir boyutu da Erdoğan ile ortağı MHP’nin zaman zaman devletin işleyişi ve bölüşümü ile ilgili ters düşmelerinin birer tezahürü olmaları. Özellikle Sinan Ateş cinayeti ve Ayhan Bora Kaplan davaları etrafında, kamuoyunda MHP’nin dahline ilişkin tartışmalarla birlikte bu çekişme daha görünür hale geliyor. Maalesef Türkiye’de muhalefet, devlette ve kurumlarındaki çürümeye karşı cepheden konum alacak bir halde değil ve bunu devlete zarar gelebileceğini düşünerek tercih etmez de. Uzun zamandır gördüğümüz gibi Türkiye’de hakim olan aşırı milliyetçi iktidar sıklıkla başta CHP olmak üzere muhalefeti de sorgulanamaz bir beka ve devlet aklı söylemine ikna etmiş, bu çerçevede hukuk dışına çıkılmasının devletin çıkarı gereği olduğunu muhalefet için de bir hareket çerçevesi olarak tesis etmiştir. Muhalefet de maalesef iktidarın çizdiği bu çerçeveyi bazen zımnen, bazen de açıkça kabul etmiş gibi davranıyor.
"FAKİRİ DAHA DA FAKİRLEŞTİREN, ZALİMİ GÜÇLENDİREN ERDOĞAN"
Erdoğan ve Şimşek’in “Acı ilaç içirme”, “Kemer sıktırma” programının faturasını halka yıkmada ısrar edecekler gibi gözüküyor. Bu bağlamda neler söylersiniz?
Mehmet Şimşek’in ekonomi yönetimini devralmasıyla birlikte Erdoğan’ın da tam desteğiyle uygulanan programın ana hedefi ve sonucu emekten sermayeye kaynak transferini hızlandırmaktır. Biliyorsunuz aslında Erdoğan da geçtiğimiz günlerde “Zayıfı daha zayıflatan, fakiri daha da fakirleştiren, zalimi güçlendiren bu sistemin dertlerinize derman olamayacağını, insanlığa refah, huzur ve adalet getirmeyeceğini artık hepimiz kabul etmek zorundayız,” diyerek teşhisi doğru koymuştu. Tabii ki Erdoğan, bunu kendisinin yaptığını söylemeyi atladı ama Türkiye’de de olan tam da bu. Ücretli çalışanların gelirleri reel olarak sürekli düşerken sermayenin kârı düzenli olarak artmaya devam ediyor. 2016’dan bu yana emeğin payı düzenli olarak düşerken, sermayenin payı da aynı hızda artıyor. Dolayısıyla bugün uygulanan ve düşük gelirlilerin, yani ücretli ve emeklilerin talebini kısarak enflasyonu düşürmeyi hedeflediği iddia edilen politikaların enflasyonu düşürme gibi bir niyeti olmadığı gibi öyle bir sonucu da yok. Sermayenin karlılık seviyesinin ve milli gelirden aldığı payın arttığını dikkate aldığımızda enflasyonun kaynağını da görürüz. Acı reçete bir kez daha ücretlilere, emeklilere ve bir bütün olarak işçi sınıfına yazılırken, 2023 seçimlerinden önce muhalefetin de benzer bir program uygulama niyetinde olduğunu hatırlamak insanı karamsarlığa sürüklüyor. Ama önce 2024’ün ikinci yarısında ekonomi yönetiminin pas geçmeyi planladığı asgari ücret, emekli ücret artışları ve kamu personeli ücret artışları etrafında ortaya çıkabilecek bir sınıf örgütlülüğü önümüzdeki yıllarda ufuk açma potansiyeline sahip. Bu tabloyu değiştirebilecek olan da sınıf mücadelesinin derinleşme ihtimali.
Önümüzdeki dönemin siyasi sürecin nasıl olacağına dair önemli gelişmelerden biri de, iktidarın sınır ötesi operasyon olasılığı, Irak Kürdistanı’ndaki bazı bölgelerle Suriye’nin kuzeyindeki Rojava kentlerine yönelik “kapsamlı askeri operasyon”. Bu olasılığı nasıl yorumlamak lazım?
Erdoğan rejimi 2016 darbe girişiminden bu yana genel hatlarıyla milliyetçi bir politika seti takip ediyor. Özellikle Suriye bağlamında ABD’nin arzusu hilafına, zaman zaman Rusya’yla birlikte, zaman zaman da Rusya’nın ve İran’ın arzusu hilafına bağımsız bir politika izlemeye çalışıyor. Suriye’de Kürtlerin herhangi bir siyasi statü elde etmemesini hedefleyen bu politikanın kilit bir unsuru da düzenli olarak yapılan askeri operasyonlar. ABD’nin bir süredir devam etmekte olan Ortadoğu’daki askeri varlığını azaltma eğilimi de Erdoğan yönetiminin görece daha serbest hareket etmesine imkan verdi. Fakat, hem ABD hem de Rusya bir taraftan Türkiye’nin operasyonlarına sınırlı ölçekte kalmak kaydıyla yeşil ışık yakarken, diğer taraftan da sınırlarını çizmeye devam ediyorlar. Dolayısıyla özellikle ABD’nin Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile ortaklığı devam ettiği müddetçe Türkiye’nin Suriye’de “kapsamlı operasyonlar” yapması çok muhtemel değil. Ama yine de unutmamak lazım ki Erdoğan’ın siciline bakarsak uygun fırsat bulduğu durumlarda bu tür sözleri tutma eğiliminde olduğunu görürüz. Irak Kürdistanı’nda durum daha farklı. Türkiye bu bölgede uzun zamandır sistematik olarak askeri varlığını arttırıyor ve Kürdistan yönetiminin de desteğini veya en azından pasif desteğini almış görünüyor. Ayrıca SDG’nin aksine Irak Kürdistanı’nda hedefte olan örgüt, ABD ve diğer Batı ülkeleri tarafından terör örgütü olarak tanınmış PKK. Dolayısıyla uluslararası meşruiyet bakımından da iki durum belli açılardan birbirinden ayrılıyor.