30 Mayıs 2024 13:20

Bir “Yol” Hikayesi

Yılmaz Güney'in Cannes'da Altın Palmiye Ödülünü alan 'Yol' filminin darbe koşullarındaki uzun ve meşakkatli yolculuğu...

'Çirkin Kral Efsanesi' belgeseli basın görseli

Halis Ulaş
Halis Ulaş

26 Mayıs 1982 Çarşamba, Yılmaz Güney’in Cannes’da sağ yumruğunu havaya kaldırarak Yol filmi ile Altın Palmiye Ödülünü aldığı gündü. Güney, bu ödülü Costa Gavras’ın Kayıp filmi ile paylaşmıştı.  Aradan 42 yıl geçmiş. Dile kolay…

Bu ödül bir anlamda Yılmaz Güney ismini Türkiye sınırlarının ötesine, uluslararası arenaya taşımıştır. Festival jürisinde Gabriel Garcia Marquez’in,  festivale katılan yönetmenler arasında Werner Herzog, Wim Wenders, Taviani kardeşler, Michelangelo Antonioni, Jean-Luc Godard, Alan Parker, Ettore Scola, ve Steven Spielberg’in de olduğu düşünüldüğünde sanırım hem ödülün ne anlama geldiği hem de uluslararası arena ile ne kastettiğim daha iyi anlaşılacaktır.

26 Mayıs 1982 günü Beyoğlu’nun arka sokaklarında, Yılmaz Güney’in havaya kalkmış sağ yumruğuna ellerinde rakı kadehleri ile beş kol daha eşlik etmiştir. Bu kollar yurtdışına çıkış yasakları olduğu için festivale katılamayan Tarık Akan, Şerif Gören ve onlara bu kutlamada eşlik eden Atıf Yılmaz, Zeki Ökten ve Ali Özgentürk’e aittir.

Türkiye sineması için bir ilk başarılmıştı. Hem de ne zor şartlarda. Kutlamak elbette haklarıydı. Ödülün kıvancını yaşarken, filmin çekim süreci gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçmiş midir? Bilemem… Ancak, Yol’un ya da filmin ilk adıyla Bayram’ın çekim sürecinin filmin kendisi kadar, belki filmden bile çarpıcı olduğunu söylemem sanırım yanlış olmaz.

On iki Eylül darbesinin üzerinden henüz birkaç ay geçmiştir. Yılmaz Güney İmralı Yarı Açık Cezaevi’ndedir. Büyük bir titizlikle tam 8 kez yazdığı senaryosunu yeni bitirmiştir. Senaryosunda İmralı Cezaevi’nden bayram iznine giden 11 mahkûmun hikâyesini anlatmıştır. Güney, senaryosunun düzenlediği son bölümlerini daktiloya bile çekmeyi beklemeden, filmin çekimini emanet edeceği Erden Kıral’ı arayarak cezaevine çağırır ve bu telefon görüşmesinden Tarık Akan’ı da haberdar etmesini ister. Akan, o tarihte Denizli’de askerdir. Telefonun ucundaki ses; “Yılmaz Güney beni İmralı Yarı Açık Cezaevi’ne çağırıyor, ne yapayım?” diye sorar. Tarık Akan heyecanla “Hemen git, mutlaka bir proje vardır.” der.

Erden Kıral ve Yılmaz Güney cezaevinde defalarca görüşüp filmin oyuncuları, mekânları ve senaryosu üzerine fikir alışverişinde bulunurlar. Senaryo son halini alınca, Tarık Akan metni alıp Ankara’ya, sansür kuruluna götürür. Hayatının rolünü oynayarak, senaryonun sansür kurulundan geçmesini sağlar.

Artık Bayram filminin çekimlerine başlanmasının önünde bir engel kalmamıştır. Böylece Erden Kıral 1981 yılının Ocak ayında Cunda Adası’nda çekimlere başlar. Şubat ayının ortasına kadar çekimler sürer. Bu süreçte binlerce metre 35 mm film kullanılır. Ancak setten gelen bilgiler ve set fotoğrafları Yılmaz Güney’in içine sinmez. Yılmaz Güney Erden Kıral’ın filmi anlamadığına kanaat getirir ve çekimlerin durdurulması için bir mektup yazar. Fatoş Güney’den de Cunda Adası’na gitmesini ve bu mektubu okuyarak, çekimleri durdurmasını ister. Öyle de olur… Tüm ekip toparlanarak İstanbul’a döner. Bayram’da oynayan Mahmut Cevher, Aytaç Arman, Savaş Yurttaş, Erol Demiröz, Kâmil Sönmez gibi isimler filmin durdurulmasını protesto eder ve Yol’da oynamayı reddeder.

Aradan yıllar geçer Erden Kıral filmin çekimleri durdurulduktan sonra Yılmaz Güney’e ulaşmaya çalıştığını ancak görüşemediğini, ardından uzunca bir mektup yazdığını fakat yanıt alamadığını açıklar. Erden Kıral Bayram filminin çekimlerinin durdurulması hakkında şunları söyler: “Filme başladığımda kendi üslubumla çalışıyordum. Yılmaz Güney ise kendi üslubunu kuran bir yönetmen arıyordu. Ben onu başaramadım. Çünkü ısmarlama film çekemiyorum.”

Bayram filminin çekimleri toplam 26 gün sürmüştür. Çekimler durdurulunca Erden Kıral sinema hayatının bittiğini düşünmüş. Ancak bu olaydan bir yıl sonra yine kamera arkasında dimdik durmayı başarmış ve Ferit Edgü’nün aynı isimli romanından sinemaya uyarlanan Hakkari’de Bir Mevsim filmini yönetmiştir. Bu film, bir anlamıyla da Erden Kıral’ın Yılmaz Güney’le helalleşmesine vesile olmuştur. Hakkari’de Bir Mevsim’in çekimleri tamamlandıktan sonra Yılmaz Güney Paris’ten Erden Kıral’ı arayarak tebrik eder ve helalleşirler. Bu konuşma ikilinin son konuşması olur.

Yılmaz Güney Bayram filminin çekimlerine son vermiştir vermesine de sonrasında kimin yönetmen koltuğuna oturacağını planlamamıştır. Tarık Akan’la oturup yönetmenin kim olacağı konusunda kafa yorarlar. Bu işe en uygun ismin, daha önce Yılmaz Güney’in asistanlığını da yapmış olan, Şerif Gören olacağına karar verirler. Ancak “küçük” bir sorun vardır. Çünkü Şerif Gören 70’li yıllarda Türkiye Film Emekçileri Sendikası ve Sine-Sen’de yöneticilik yapmış olması nedeniyle cezaevindedir. Artık filmin başka bir bahara kaldığını düşündükleri günün akşamında gazetede çıkan bir haber süreci değiştirir. Şerif Gören tahliye olmuştur. Gören, o günü şöyle anlatır: “O gece saat on bir buçukta tahliye oldum. Ama tabi gazeteler benim tahliyemi yazdığı için, Yılmaz Güney de duymuş. Yani diğerleri de Tarık falan herkes okumuş tabi gazeteleri. O gün beni bütün gün aramışlar ama ben tabi hala koğuşta yatıyordum. İşte sonraki gün beni buldular. Yılmaz Abi de izne gelmiş o sırada. Ve beni çağırttı. Gittim, karşılaştık. O bana hep ‘Şerif Kardeş’ derdi. Ben de ona ‘Yılmaz Abi’ derdim. Bana filmin hikayesini anlattı. Filmi durdurduğunu ve işte on bir kişilik hikâyeyi anlattı. Ben de senaryoyu istedim. Aldım, o gün senaryoyu okudum. Ve sonraki gün gittiğimde dedim ki ‘Ben bunun altısını çekerim, yani altı hikâyeyi çekerim.’ O da çok büyük emekler verdiğini, bunun, işte on bir kişisinin çekilmesini istedi falan. Ben de ‘hayır’ dedim. Bunun altısını çekmek istediğimi söyledim. Ya büyük tartışmalar oldu aramızda ama sonuçta şunu söyledi ‘Ne çekersen çek ama bu filmi çek’” 

Yılmaz Güney’in Arife ve Bayram olarak on bir karakterin hikayesini anlatacağı iki filmlik proje Şerif Gören’in karakter sayısını altıya düşürmesi ile tek filmlik Yol halini alır. Şerif Gören’in karakter sayısını azaltmasında ülkenin siyasi koşullarının, filmin çekim süresinin ve çekim güzergâhındaki mahkûmların hikâyelerini öncelemesinin etkili olduğu söylenir. Böylece biz filmde; lisede okurken siyasi olaylara karıştığı için gözaltına alınan oğlunu göremeden cezaevine dönen Mercan’ın hikâyesini, hep kız çocuğu olan ve izindeyken oğlan hasreti sona eren ancak oğlu doğarken karısını kaybeden Toros köylüsü Battal’ın hikâyesini, bayram izninde evlenen Eskişehirli İsmail’in hikâyesini, fukaralığından belediye kamyonundaki zehirli kıymayı çalıp eve eli boş gitmeyen ancak yapılan köfte ile kendi ocağını söndüren Tarsuslu Abbas’ın hikâyesini ve evlatlık verilen kızının izini süren Adanalı Hıdır’ın hikâyesini izleyemeyiz.   

Kalan altı karakterin çekimleri için yola çıkma hazırlıkları başlar. Tarık Akan oynayacağı rol için bıyıklarını uzatmış, altın dişini yaptırmış, yola çıkmayı beklerken; çekimlerden 2 gün önce Güney Film’den gelen bir telefonla sarsılır. Çünkü Yılmaz Güney, Tarık Akan’ı filmden çıkardığını yazılı olarak bildirmiştir. Nedeni de belli değildir. Tarık Akan, gece bir hışımla otobüse atlar ve İmralı’dan Isparta Yarı Açık Cezaevi’ne nakledilmiş olan Yılmaz Güney’i görmeye gider. Güney’e neden filmden çıkarıldığını sorar. Yılmaz Güney Tarık Akan’ı yatıştırmaya çalışır. Hatta aç olduğunu bildiği için mükellef bir kahvaltı yapmadan nedeni söylemeyeceğini belirtir. Yılmaz Güney dışarıdaki nizamını, içeride de kurabildiği için Tarık Akan’a ballı kaymaklı, çeşit çeşit peynirli bir kahvaltı hazırlatır. Tarık Akan kahvaltıdan birkaç lokma alır ve yeniden nedeni sorar.  Neden, gazetelerde Tarık Akan’ın ağzından yazılmış bir yalan haberdir. Haberde Tarık Akan’ın Yılmaz Güney’in yerini almak istediği yazıyormuş. Haberin yalan olduğuna ikna olan Yılmaz Güney, yazdığı yeni bir pusula ile Tarık Akan’ı yeniden filme dâhil eder. 

Böylece Tarık Akan 22 kişilik çekim ekibi ile yola düşer. Filmin senaryosuna göre ailesine kavuşmak umuduyla yola çıkan Yusuf’un (Tuncay Akça) izin kâğıdını kaybetmesi nedeniyle gözaltında geçen hikâyesi, sevdiği kızı istemek için izinli olarak memleketine giden Mevlüt’ün (Hikmet Çelik) hikâyesi, çok sevdiği köyüne dönen Ömer’in (Necmettin Çobanoğlu) silah sesleri arasında ülkeden gitmekle cezaevine dönmek arasında gidip gelen hikâyesi, kayınbiraderini bir soygunda bırakarak kaçtığı için eşinin ailesi tarafından korkaklıkla suçlanarak nefret edilen Mehmet Salih’in (Halil Ergün) eşi Emine (Meral Orhansoy) ve çocuklarıyla kaçış hikâyesi, Seyit Ali’nin (Tarık Akan) karısı Zine’nin (Şerif Sezer) “kötü yola” düşmesi nedeniyle içindeki fırtına ile dışındaki tipi arasında yaşadığı ölümle kalım arasındaki namus tereddüdünün hikâyesi ve Güven Şengil’in canlandıracağı Süleyman karakterinin hikâyesi çekilecektir. Evet senaryoda altı karakter olmasına karşın filmde beş karakterin hikayesini izleriz. Zahit Atam, Süleyman karakterinin film bütünlüğüne uymadığı ve iyi oynanmadığı için filmin bitmiş kurgusundan, Yılmaz Güney tarafından çıkarıldığını belirtir.                                   

Filmin çekimlerine 6 Mart 1981 Cuma günü Bingöl’ün Karlıova ilçesinde başlanır. Seyit Ali’nin bir atla köye giderken fırtınaya yakalanması ve donma tehlikesiyle karşılaşması bölümü burada çekilir. ‘Senaryoya göre Seyit Ali donmak üzeredir; donmamak için önce atının kafasına kurşun sıkar, sonra da ölen atın henüz sıcak durumdaki karnını yararak ellerini ve ayaklarını onun içine sokar.’ Ancak işler senaryoda yazıldığı gibi gitmez. Sahnenin çekiminden önce veteriner uyutmak için ata ilaç enjekte eder ancak at bana mısın demez. Senaryo gereği Seyit Ali’nin tabancasını çekerek atın başına ateş etmesi gerekmektedir ancak günlerdir atla yoldaşlık yapan Tarık Akan ateş edemez. Setten biri Seyit Ali’nin yerini alır ve tabancadaki tek kurşunu atın başına sıkar. At adeta ölmemeye yeminlidir. Muhtemelen çekimleri izlemesi için görevlendirilmiş başçavuş çekim ekibine bu sahne için tek kurşun vermiştir. Fakat at ölmemiştir ve çekim ekibi bir tek kurşun için başçavuşa yalvarmak zorunda kalır. Ardından tekrar ata ateş edilir ve at ölür. Tüm bu yaşananlardan sonra, çekimlere başlandığında, hava kararmak üzereymiş. Film ekibi, kurtların atı gece parçalayacaklarından emin oldukları için çekimi bu şartlarda yapmışlar. Sonuç olarak yaşanan bunca hengâmeden sonra Yılmaz Güney bu bölümü görüntü kalitesindeki sorunlar nedeniyle kurguda çıkarmak zorunda kalmış.

Karlı sahnelerin çekimlerinden sonra Diyarbakır’ın yolu tutulur. Tarık Akan Diyarbakır’da kaçak çalıştıklarından bahseder. Filmin bence önemli muratlarından biri, İmralı Yarı Açık Cezaevi’nden çıkan mahkûmların dışardaki hikâyeleri ile aslında darbe sonrası ülkenin kocaman bir cezaevine döndüğünü göstermektir. Ancak film ekibinde ülkenin cezaevine döndüğünü gösterecek ne asker rolü yapacak oyuncu ne de asker kıyafeti vardır. Tarık Akan bu sorunu nasıl aştıklarını şöyle anlatır: “O zaman jandarmayı kullanmamıza imkân yok, kıyafet bulmamıza imkân yok. Ben oradaki komutana çıktım. Dedim ki; ‘Bakın bir film çekiyoruz. Sansürden müsaademiz bu, Geceyarısı Ekspresi’nin Türkiye’deki hapishaneleri kötüleyen o filmine karşı farklı bir şey çekiyoruz.’ Hikâyeyi palavradan anlattım. Adamın çok hoşuna gitti. Dedim ki; ‘Valla halk, rahatsız ediyor. Bütün Diyarbakırlılar üstümüze geliyor. Kamerayı koyamıyoruz. Bizi koruyacak bir jandarma lazım. Etrafımıza en az beş on tane.’ ‘Tamam, kolay’ dedi. Hakikaten elli tane, yüz tane jandarma gönderdi. Bütün yollar kesildi. Ama şimdi kameranın önünde ben varım ama kamera sürekli olarak jandarmayı çekiyor. Jandarma nerden anlasın bunu” Böylece Türk Silahlı Kuvvetleri bizzat filmde rol alır. Filmde askerlerin oynatılması nedeniyle Kenan Evren tarafından Şerif Gören’e dava açılır ve dava yıllarca sürer.

Çekim sürecinde en erken Tarık Akan’ın işi biter. Tarık Akan çekimlerin bitmesini beklemeden otobüse atlar ve soluğu Isparta Yarı Açık Cezaevi’nde alır. Tarık Akan’ın heyecanı Yılmaz Güney’in merakıyla hallenir ve bir solukta filmin çekim sürecini özetler. Tarık Akan, Yılmaz Güney’i sinirlendirebilecek bir ayrıntıyı en sona bırakır. Bu ayrıntı senaryoda olmayan bir sahnenin filme eklenmesidir. Yılmaz Güney’in merakla karışık heyecanı yerini tedirginliğe bırakır ve “Ne sahnesi?” diye sorar. Tarık Akan da “Zine’nin ölümü sonrasında Seyit Ali’nin dönüş yolunda ağladığı bir sahne çektiklerini söyler. Ama öyle hıçkıra hıçkıra değil, başını trenin camına dayayıp içine içine; sanki dostuna yarasını gösterir gibi ağlattığını anlatır.” Buna rağmen Yılmaz Güney’in tedirginliği yerini kızgınlığa bırakır ve Tarık Akan’a, “Seyit Ali’nin ağlamayacağını, onun ağlamayacak kadar sert bir adam olduğunu, karakteri hiç anlamadığını ve baştan sona yanlış oynadığını” söyler. Bunun üzerine Tarık Akan Yılmaz Güney’e çıkışır; “Kurgu elinde, istersen kesip çıkarırsın bu sahneyi” der. “Hem madem bu kadar sert bir adamdı Seyit Ali, o zaman neden senaryoya çalarak Zine’yi ağlattığı kavalı evin duvarında görünce hisli hisli baktığını yazdığını sorar.” Bu soru karşısında Yılmaz Güney susar. Böylece filmin son sahnesinde Seyit Ali’nin parmağından çıkarmaya elinin varmadığı alyans adeta erir ve gözyaşı olup içimizi dağlar.

Tarık Akan’ın ayrılışı sonrası çekimler tüm hızıyla devam eder. Tren sahnelerini çekmek için üst üste üç gün Kurtalan’a gidilip dönülür. Sabaha kadar Kurtalan’da bekleyen trenin içinde çekimler yapılır. Filmdeki kondüktör rolü için Diyarbakır’dan götürülen oyuncu kameranın karşısında tutulup kalınca o rolü yönetmen yardımcısı Ahmet Soner oynamak zorunda kalır.

30 Mart’ta Urfa’ya geçilir. Hava sıcak ekibin keyfi gıcırdır.  Ancak Ankara’dan Urfa Valiliğe gelen bir yazıyla keyifler kaçar. Yazıda ekipteki yabancı uyrukluların tespit edilmesi istenmektedir. Böylece herkesin notere gidip kimlik tespiti yaptırması gerekir ve bu yüzden iki gün çekim yapılamaz. Olasılıkla tespit edilmesi istenen yabancı, her hafta çekilen negatifleri kaçak yollardan İsviçre’ye kaçıran, filmin de yapımcılarından olan Edi Hubschmid’tir. Sonunda çekim yapılmasına izin verilir. Aksilik bu ya, Suruç’un sınır köylerinde çekimler yapılırken Ömer rolünü oynayan Necmettin Çobanoğlu attan düşer ve hastaneye kaldırılır. Necmettin Çobanoğlu, birkaç gün sonra biraz zayıflamış ve sararmış olarak da olsa hastaneden taburcu olur ve Suruç çekimleri tamamlanır.

Sonraki durak Antep’tir. Antep çekimleri sorunsuz tamamlanır ve bir otobüs tutularak, çekim yolculuğunun başladığı ilk günden 44 gün sonra, İstanbul’a dönülür. Sonra ver elini Büyükada, Mevlanakapı Yurdu, Mudanya, Konya ve Adana… Filmin çekimlerinin 18 Ağustos günü “Kuyumcu Soygunu” sahnesi ile son bulduğunu Ahmet Soner’den öğreniriz.

Sonrası mı? Sonrası apayrı bir yol hikâyesi. O da bir sonraki yazının konusu…  

Reklam
YAZARIN DİĞER YAZILARI