31 Mayıs 2024 04:50

“Türkiye’de demokratikleşme barış siyasetine ve ekonomik eşitliğe bağlı”

Akademisyen Dr. Cuma Çiçek ile Kobanê davası kararlarıyla birlikte artan kayyum kaygılarını ve kararın yansımalarını konuştuk.

Fotoğraf: Dilan Temiz/Evrensel 

Paylaş

Elif Ekin SALTIK
Diyarbakır

Halkların Demokratik Partisi (HDP) eski Eş Genel Başkanları Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş’ın da aralarında olduğu yüzlerce siyasetçinin yargılandığı Kobanê davasında yüzlerce yıl ceza verildi, kimi siyasetçiler beraat aldı, kimi tutuklu Kürt siyasetçiler ise tahliye edildi. Üzerinden neredeyse iki hafta geçmesine rağmen karara tepkiler devam ediyor.

31 Mart yerel seçimleri öncesi özellikle Kürt siyasi hareketinden ‘barış’ ve ‘çözüm’ çağrıları yapılırken, AKP ve iktidarının buna ne karşılık vereceği merak konusuydu. Seçim sonrası ‘normalleşme/yumuşama’ tartışmalarıyla da beklenti yükselirken Kobanê davası kararı bu beklentileri büyük oranda tersine çevirdi.

Bugün AKP ve Cumhur İttifakındaki dirence rağmen DEM Parti’nin barış zemini üzerinden konuşmadaki ısrarını, Kürt sorununun barışçıl çözümünde yeni bir kapının açılıp açılmayacağına, Kobanê davası kararlarıyla birlikte artan kayyum kaygılarını, tüm bunların hem Kürt siyasi hareketine hem de Kürt halkına ve Türkiye demokrasi güçlerine yansımalarını Akademisyen Dr. Cuma Çiçek ile konuştuk.

İktidar ve ‘ana muhalefet’ zemininde devam eden ‘yumuşama’, ‘normalleşme’ temasları ve tartışmaları bir süredir gündemdeydi. Ancak bu normalleşmenin Kürt sorununa dair dönemin en kritik davası olan Kobanê davasına yansıması yüzlerce yıllık cezalar oldu. Uzun süredir barış ve çözüm çağrıları yapan Kürt halkı açısından bu karar neye karşılık geliyor?

Son 6 ayda Kürt sokağında bir değişim beklentisi yükselmişti. Bunun en temel nedeni Ana akım Kürt siyaseti mayıs seçimlerinden sonra açıktan bir tutum aldı ve AK Parti ile konuşma zeminini yokladı ve o kapları zorlamaya başladı. 2015’ten yani çözüm sürecinin çöküşünden 2023 mayıs seçimlerine kadar ana akım Kürt siyaseti esas olarak Erdoğan’ın kaybı üzerine yatırım yaptı. Bu da gerekçesiz değildi, partiye göre haklı gerekçeleri de vardı, çözüm süreci sona erdi, kayyumlar atandı, binlerce insan tutuklandı. Dolayısıyla Türkiye’deki otoriter gidişata dair Kürt hareketi Erdoğan’ın kaybı üzerine bir pozisyon aldı. Benim görebildiğim kadarıyla mayıs seçimleriyle beraber Erdoğan 15 Temmuz’dan bu yana Türkiye’nin içine girdiği türbülans içerisinde ayakta kaldı, ayakta kalmayı başardı. Ancak hem demokratik anlamda büyük bir gerileme yaşandı hem de son 3-4 yılda etkileri daha da sertleşen devasa bir ekonomik kayıp gerçekleşti. Büyük bir sermaye transferi gerçekleşti. 2024 mart seçimlerinde de Erdoğan ciddi bir güç kaybı yaşadı, çok bariz. 31 Mart yerel seçimlerini bir önceki yerel seçimlere kıyasladığımda geçmiş trendi izleseydi eğer ortalama 21 milyon civarında oy alması beklenen AK Parti, 14 milyon civarında oy aldı, yaklaşık 3’te 1’lik bir kayıp var. Bunun önemli bir kısmı sandığa gitmeyen seçmenler, önemli bir kısmı da YRP gibi partilere gitti. Bütün bu kayıplara rağmen Erdoğan kavgayı kazandı mayıs seçimlerinde. Ve Kürt hareketi de benim görebildiğim mayıs seçimlerinden sonra hat değişimine gitti. Kategorik olarak Erdoğan karşılığından, biraz Erdoğan’la da konuşmayı zorlayan ama aynı zamanda muhalefetle de konuşma zemini koruyan, üçüncü blok olma iddiasını daha merkeze taşıyan bir pozisyon aldı. Zira geçmiş 8 yılda esasında Erdoğan karşıtı cepheyi destekleyen bir konumdaydı ana akım Kürt siyaseti.

Kürt siyaseti bir denge değişimi sağlayabilir mi peki?

Ana akım Kürt siyasetinin toplumsal tabanı, büyüklüğü, ekonomik, politik alandaki gücü, sembolik-kültürel sahadaki gücü Türkiye’de geniş oyun alanını kuracak bir güç değil. Ama dengeleri değiştirebilecek olan bir güçtü ve bu denge değiştirmeyi 2015’ten 2023’e kadar esasında muhalefete destek vermek olarak sağladı. Ve neredeyse son birkaç yılda muhalefetten genel demokratikleşme dışında bir şey beklemeyen, somut bir talebi olmayan bir biçimde yaptı bunu, muhalefete açık bir çek sundu.

Önümüzde 4 yıllık seçimsiz bir dönem var, Erdoğan hükümette. Rojava dahil Kürt meselesinin dış boyutunda da 4 yıl daha bu gerilimi taşıyacak kapasitesi kalmadı Kürt hareketinin. Öte yandan bu 8 yıl içerisinde muhalefete yaptığı yatırımdan beklediği sonucu da alamadı. Beklenti Erdoğan karşısında kendisinin de parçası olduğu bir demokratik blokun inşasıydı. Hatırlarsanız Kürt Hareketi dışındaki 6 parti bir araya geldi, Kürt hareketi buna rağmen dışarıdan destek sundu. Bu 6’lı parti de bir demokratik bloğa dönüşmedi. Dolayısıyla ne Erdoğan gitti ne Kürt hareketinin beklediği bir alternatif demokratik blok ortaya çıktı. Bütün bu denklem içerisinde üçüncü yol siyasetine daha fazla yatırım yaptı. Muhalefetle diyaloğu sürdürürken bir yandan da AK Parti ile konuşma zemini yoklamaya başladı ve benim görebildiğim net bir pozisyon aldı mayıs seçimlerinden sonra.

YENİ BİR POZİSYON ALMAK İSTEYEN KANADIN GÜCÜ HÂLÂ ZAYIF

Bu süreçte AKP’nin pozisyonu ne oldu?

AK Parti içerisinde bu ölçüde net bir pozisyon gelişmedi. Teması sağlayan bir eğilim gelişti. Bunun en somut göstergesi Leyla Zana’nın çıkışıydı. Leyla Zana, Duvar gazetesinden Vecdi Erbay’a verdiği demeçte 2023 yılında hükümetten birtakım temasların olduğunu söyledi. Kabaca yeni bir yol arayışının olduğuna dair mesaj verdi ve ona uygun bir pozisyon aldı. DEM Parti mitinglerinde birçok yerde konuşma yaptı, o tutumu sürdürdü. Leyla Hanım’ın yanı sıra Ahmet Türk de benzer bir pozisyon aldı. Bence Selahattin Bey de benzer bir pozisyon aldı. Selahattin Bey’in pozisyonuna baktığımızda ilk sinyali Kobani savunmalarıydı. O savunmalarda bir yandan bir tarihsel analiz, hükümete sert bir eleştiri olmakla beraber bir yandan da konuşma zeminini yoklayan veya siyasal alanı yeniden açmaya çalışan bir pozisyondu. Daha sonra eşinin adaylığı üzerinde bir tartışma yürüdü. Onu da AK Parti’yle yapılan müzakerenin bir parçası olarak değerlendirdim. Demirtaş soyadının seçime girmesi demek aslında AK Parti’ye uzatılmış bir ‘barış eli’ydi. AK Parti’ye temaslar sağlandı, çeşitli diyaloglar da oldu. AK Parti içerisinde kimi isimler bunu açıktan savunmaya da başladılar. Ama bu AK Parti içerisinde bir krize dönüştü. Şu an AK Parti içerisinde 8 yıllık gidişattan sonra kaybettiklerini düşünen ve yeni bir pozisyon alma önerisinde bulunan kanadın gücü hâlâ zayıf, bir de AK Parti’nin bir bütün olarak MHP ile kurmuş olduğu ittifaklar var, sadece siyasi bir ittifak değil, bürokrasiyi de içeren bir ittifak. Dolayısıyla AK Parti’nin dışındaki aktörlerden de çok büyük bir direnç var.

Kobanê meselesine gelirsek bir yandan tahliyeler var, bunları da göz ardı edemeyiz. Ama ana eğilime baktığımızda Kürt siyasetine ve Kürt meselesine dair bir değişim olacaksa bunun sembolik ismi Demirtaş. Demirtaş gibi sembolik bir ismin, bu meseleyi dağdan ovaya taşıyabilecek, bu konuda şu an neredeyse yegâne lider konumunda olan aktörün 42 yıl ceza alması ve bu cezayı yaptığı siyasetten dolayı alması, işin doğrusu bu değişim umuduna büyük bir darbe vurdu. Ancak burada kapının bir bütün olarak kapandığını hâlâ düşünmüyorum.

“YIL SONUNA KADAR KAYYUM ATANMAZSA NORMALLEŞME VAR DİYEBİLİRİZ”

Ya kayyumlar? Kürt halkı kayyum endişesini hâlâ yaşıyor. Kobanê davası kararı sonrası bunun biraz daha arttığı söylenebilir belki. Kobanê kararı kayyum için de bir ön hazırlık olur mu?

Kürt meselesinin şiddet zemininde, ‘sürdürülebilir bir kriz alanı’ olarak tutulması siyasal alanda bir otoriterlik kaynağı olarak işlev gördü bugüne kadar, ekonomik alanda bir eşitsizlik kaynağı olarak işlev gördü. Türkiye’deki kaynak bölüşümünün mekânsal dağılımına bakarsanız ülke kaynaklarının, ülkenin batısına Marmara ve Ege bölgesine yığılmasında Kürt meselesinin çok işlevsel bir kriz olduğunu görürsünüz. Siyasal alanda otoriter bir rejimi inşa etmek istiyorsanız ilk başvurmanız gereken mesele Kürt meselesi. Bunu 1927-52’deki umumi müfettişliklerden görebilirsiniz. İlk müfettişlikler Kürt bölgesinde atandı. O dönemin OHAL’leriydi umumi müfettişlikler. Ama sonra bu Çukurova’ya, Trakya bölgesine taşındı ve ülkenin genelinde tek parti rejimi inşa edildi. Yani Kürt meselesi şiddet zemininde kalan, sürdürülebilir bir kriz olarak tutulduğu ölçüde merkezde bir otoriter rejim inşaatı her zaman daha kolay ve daha mümkün oldu.

Bugün Türkiye’nin kaynaklarının yığıldığı batı metropollerinde güvencesiz çalışan iş gücünün büyük çoğunluğu Kürtler ve bu Kürtlerin büyük çoğunluğu zorunlu göç mağduru. Dolayısıyla eğer Türkiye’de bir ‘yumuşama’ olacaksa Kürt meselesi siyasal alanda yeniden demokratikleşme, ekonomik alanda ise eşitlik inşasının bir kaynağı olarak görülmeli. Bu bence ana trendi okumak için iyi bir gösterge. Örneğin Türkiye’de otoriter rejim inşasında millilik ve yerlilik meselesinin çok işlevsel bir yeri var. Bu kavramların ilk kullandığı bağlam çözüm süreciydi. Çözüm sürecinin çökmesiyle beraber bu kavramlar bu kez Kürt meselesi bağlamında gündeme geldi. Sonra ölçek büyütüp bütün ülkeye yayıldı. 2015’ten sonra yaşadıklarımız şu: Aslında Kürt coğrafyasında hâkim olan rejim ülkenin rejimi haline geldi. Bazen kabaca bir hatırlatma yapıyorum. 1923-24 Cumhuriyet’in kuruluşu, 25 Şeyh Sait İsyanı, ardından 2 yıllık sıkı yönetim, sonra 27’den 52’ye kadar umumi müfettişlikler, 60-70-80 darbeleri, 87-2002 OHAL uygulaması, 2002’den 2015’e kadar görece bir normalleşme, 2016’dan bu yana da kayyumlar rejimi. Kürt coğrafyasına baktığımızda yaklaşık 100 yıldır bir iki kesinti dışında neredeyse kesintisiz olağanüstü bir hukukun ve rejimin hâkim olduğunu görüyoruz. Buranın hukuku, rejimi ya da buranın kanunsuzluğu, hukuksuzluğu bütün ülke ölçeğine yayıldı ve ülkenin ana normu haline geldi. Nasıl oldu da 2016’dan sonra devlet bu kadar hızlı 90’lara dönebildi? Çünkü bir kültürü var. Dolayısıyla tarihsel hikâyeye baktığımızda cevap çok net. Türkiye’de bir demokratikleşme dalgası olacaksa esas olarak Kürt meselesinin çözümünün siyasal alanda bir demokratikleşme kaynağına, ekonomik alanda bir eşitlik kaynağına dönüştürülmesine bağlı. Ama tabloya baktığımızda ne CHP kanadında bu normalizasyonu, Kürt meselesinin çözümünü içerecek bir nokta taşıyan bir çerçeve var ne de hükümette bu var. Van vakası kısmen bir umut yarattı. Ancak Kobanê davasından sonra Van’ın ürettiği umut büyük bir darbe aldı ve şu an büyük bir kaygı var. Gidişat CHP’nin, AK Parti’nin, MHP’nin ve DEM Parti’nin pozisyonuna bağlı. Önümüzdeki aylarda, belki yıl sonuna kadar kayyumlar atanmazsa bu normalizasyon söyleminin bir karşılığı olabilir.

“YEREL YÖNETİM DENEYİMİ, YERELDE BİR İKTİDAR ODAĞI OLMA HALİ SAĞLADI”

Son dönem yazılarınızdan birinde “Tüm tartışma ve eleştirilere rağmen, 1999-2016 yılları arasındaki yerel yönetim deneyimi Kürt siyasetini güçlendirdi. Buna karşın 2016 sonrası kayyım uygulamalarıyla birlikte, Ana-akım Kürt Partisi dikkate değer düzeyde güç kaybetti” diyorsunuz, burayı biraz açar mısınız?

Ben o yazıda ana akım Kürt siyasetinin 1999’dan 2024’e kadar 6 yerel seçimde Meclis seçimleri bazındaki trendine baktım. 99’dan 2014’e kadar büyük bir yükseliş yaşayan Kürt Hareketi, 2014’ten sonra 2019’a kadar bir kademe geriliyor. Mayıs seçimlerine kıyasla biraz iyileşti durum, biraz toparlanma var. Ama daha genel 10 yıllık trende baktığımızda seçmen tabanının son 10 yılda 6’da birini kaybetmiş bir parti var. Bu devasa bir güç kaybı. Bugün bunun birkaç ana unsur var. 1999-2015 arası barış süreçlerinin olduğu dönem. Birinci çıkarım, barış süreçleri Kürt siyasetini büyütmüş. 2015’ten sonrası ise çatışma dönemi, çözüm sürecinin çökmesi.

İkinci çıkarım 1999’dan 2014’e kadar bir yerel yönetim deneyimi var. Yaklaşık 11-12 şehirde Kürt hareketi belediyeleri yönetmeye başladı. Yerel yönetim deneyimi, yerelde bir iktidar odağı olma, hareketi büyüttü.

Üçüncü değişim ise jeopolitik. 2003-2005 yılında Irak Kürdistan Bölgesi inşa oldu. Sonra belli bir istikrara kavuştu. 2017’deki referandum dönemine kadar yani Irak Kürdistan Bölgesindeki bağımsızlık referandumuna kadar bir yükseliş dönemi var bu bölgede. Referandumdan sonra bir düşüş var.

Bir diğeri Suriye meselesi. 2011 mart ayında iç savaş başladı. 2012 temmuz ayında biliyorsunuz kantonlar ilan edildi. O günden bugüne devam eden bir süreç var ama özellikle 2016’dan sonra Türkiye’nin askeri operasyonlarla birkaç bölgeyi hem askeri hem de idari ve siyasi olarak denetim altına almasıyla beraber Rojava’da kısmi bir gerileme başladı.

Şimdi bu tabloya baktığımda aslında 1999’dan 2014’e kadar büyümeyi sağlayan 3 ana dinamik var; barış siyasetine yatırım, yerel yönetimler deneyimi, bu barış siyasetinin açtığı alanda yerelde bir iktidar ortağı olma ve sınır ötesi bağlamda Kürtlerin kardeşlerinin hak ve hukuk mücadelelerinin yükselmesi. Bu 3 dinamik DEM Partiyi büyüttü. 2014’ten sonra ise kayyumlarla bu yerel yönetim deneyimini kaybetti, barış siyaseti çöktü, Kürt meselesi tekrar bir “terör” ve “güvenlik” eksenine kaydı. Ve DEM Parti geleneği bunu kıramadı. Bu denklem içerisinde aslında ben o tespitleri yaptım.

Biraz detaya bakarsak, yerel yönetim deneyimi her şeyden önce gündelik hayatı normalize etti. Sokakta yaşayan insanlar ‘İstanbul’un, İzmir’in, Aydın’ın, Manisa’nın deneyimini’ deneyimlemeye başladı. Akşam evine bir kaygı olmadan gidebildi, çocuğu sokağa çıktığı zaman ‘Akşam eve gelecek mi?​’ kaygısından kurtuldu. Akşam demek, tekinsizlik demek ve çocuğun kaybına kadar varabilecek bir sürü deneyim var ortada.

Bu normalizasyon içerisinde Kürtçe görünür olmaya başladı, kimlik talepleri genişlemeye başladı. Dolayısıyla bu denklem içerisinde yerel yönetim deneyimi sivil sahayı da beslemeye, büyütmeye başladı. Bir sürü dernek, vakıf kuruldu. Kentte insanların sivil alanda kendi dertlerini dile getirdikleri, çözüm ürettikleri ve belli ölçüde güçlerinin de olduğu, çünkü belediye biraz da güç demek, maddi ve sembolik olarak bir deneyim yaşadılar ve bu deneyim devasa imkanlar yarattı. Kürt meselesini sürdürülebilir kriz denklemine tutmak isteyen Ankara’daki hâkim akıl biraz bunu kırmak istedi. Bunun farkına vardılar.

“İKİNCİ KAYYUMLAR NEDEN ATANDI?​”

Diyarbakır’da, Cizre’de Şırnak’ta çatışma vardı, kayyumlar atandı, Ağrı’da, Muş’ta ne vardı? Yaklaşık 6 şehirde yoğun çatışmalar vardı. Ama ikinci kayyumların gerekçesi neydi? Bunu millilik ve yerlilik siyasetine yoruyorum biraz. 7 Haziran seçimlerinde kabaca şöyle bir tablo ortaya çıktı; barış süreçlerinde büyüyen bir Kürt hareketi var, ama bunun karşısında buna yatırım yapan AK Parti, lideri Erdoğan başkan olmak isterken tek başına hükümet olma gücünü kaybetti 7 Haziran’da. AK Parti açısından ‘kazan kazan’ denklemi ortadan kalktı, AK Parti kaybetmeye başladı. Güneyde, belli bir toprak parçası üzerinden bir Kürdi idarenin ortaya çıkması buradaki ‘beka kaygı’sını büyüttü ki bana sorsanız bu kaygının reel bir karşılığı yok. Güneydeki büyüyen Kürt dalgasını Türkiye’ye taşıyabilecek ana aktörler belediyelerdi. Çünkü benzer bir yönetim deneyimiydi. İşte bu kaygı bütün bu milli ve yerli siyasetin inşasını kolaylaştırdı ve o dalgayı buraya taşıyabilecek bütün kurumsal aktörlerinin altı oyuldu. Bu siyasetin merkezini kayyumlar oluşturdu.

“TÜRK BURJUVAZİSİ BİR IŞIK GÖRMEDEN BARIŞ SİYASETİNE YATIRIM YAPMAZ”

Şunu da hatırlatayım, çözüm sürecinin ana argümanı “Türkiye de büyütsün, biz de büyüyelim, Kürtler de büyütsün”dü. Yani Kürtler 100 yıllık hak gaspından kurtulsun, kendi haklarına kavuşsun. Türkiye hem siyasi olarak hem de ekonomik olarak bir bölgesel güce dönüşsün. 2015’ten sonra ise bölgesel ölçekte bir yayılmacı politikadan milli ve yerli sınırlarına çekilen bir savunmacı ve içe kapanmacı siyasete yöneldi. Bütün bu hikâye içerisinde bunun da ana göstergesi kayyumlardı. Şimdi yine bugüne bağlayayım. Eğer bugün bu 8 yıllık gidişatta bir kırılma olacaksa kendi adama izlediğimiz gösterge sahası “Burada bir değişim olacak mı?​” Türkiye’de dış politikada bir değişim yaşamadan iç politikada bir değişim yaşanmayacak. Türkiye’deki hâkim siyasi ve ekonomik güçler barışta bir ışık görmedikleri sürece barış siyasetine yatırım yapmayacaklar. Burada Türk devleti, Türk siyaseti, Türk bürokrasisi ve Türk burjuvazisi bir ışık görecek, bir büyüme potansiyeli…

“AK PARTİ’NİN ZAYIFLAMASI DEM PARTİ İÇİN BİR FIRSAT”

“AK Parti’nin zayıflaması, DEM Parti’ye Kürt coğrafyasında siyasi hegemonyasını genişletmek ve derinleştirmek için büyük bir fırsat penceresi sunuyor.” diyorsunuz yine aynı yazıda. Nedir bu fırsatlar, belediyeler bugün alındı ancak ciddi bir borç yekûnu da var, bunlar nasıl aşılacak, bu anlamda avantajlar ve dezavantajları neler olur?

Burada esas olarak kastettiğim şey şu; oy oranları bazına bakarsanız hem AK Parti küçülmüş bölgede hem DEM Parti küçülmüş. Ama AK Parti’nin küçülmesi DEM Parti’den daha fazla olduğu için DEM Parti’nin 12 ilde birinci oldu, geçmişte 10-11’di. Bunun temel sebebi rakibi daha çok küçülmüş. Bunun bir negatif hikayesi var, Kürt sokağının siyasete olan yatırımı azalıyor. Çünkü DEM Parti’de de AK Parti’de de bir oy kaybı var. Kars, Iğdır, Dersim gibi şehirleri çıkarırsak -burada AK Parti ile DEM Parti dışında kısmen CHP, kısmen MHP var- Kürt coğrafyasında aslında iki partili bir rejim var, dolayısıyla buradaki siyasal denklemi kuran bu iki partinin güç dengesi. İki partinin de tabanında bir geri çekilme var, daha az insan artık sandığa giriyor. Bu negatif olarak da kodlanabilir. Ama ana akım Kürt siyasetinin ana rakibi olan AK Parti’nin ondan daha fazla güç kaybetmesi devasa bir boşluk yaratmış durumda ve bu boşluğu kısa vadede dolduracak bir siyasi akım yok.

DEM Parti seçmeninin şöyle bir özelliği var; partiye küskün, partiye kızgın fakat DEM Parti’ye rağmen DEM Parti’yi oyun alanında tutmaya çalışan, ona yatırım yapan bir Kürt seçmen. 3’te 2’si seçimlere gittiği zaman ne DEM Parti’nin performansına ne liderinin performansına bakıyor, bunlar etkisiz değil tabii ki ama o gün onlar için devletle bir hesaplaşma günü, hak mücadelesinin sembolik günü, muhasebe yapma, hak talebini dile getirme günü. DEM Parti’nin performansından öte bir pozisyon var. Devlet ne yaparsa yapsın, kayyum da atasa, liderini içeriye de atsa, ceza da verse, bu taban erimiyor, siyasal taleplerinden vazgeçmiyor.

Yine görebildiğim, Kürt sahasının kendi tecrübesinden öğrendiği bir şey var, o da barış dışında bir yol yok. Diyarbakır Cezaevinden tutun, 90’lı yılların köy yakmaları, zorunlu göçler, faili meçhuller, partilerin kapatılmasına baktığımızda bütün bu hikâyede barış dışındaki yolların çok maliyetli olduğunu biliyor, kendi tecrübesinden. Dolayısıyla barışa yatırım yapıyor. Bugün Kürtlerin coğrafyasına baktığımızda esas olarak oradaki yıkımın da farkında ve çok yorulmuş durumdalar. Dolayısıyla seçimler sürecindeki bu siyaset barışa, çözüme yapılan bir yatırım.

Son olarak bence Van’ı da örnek verebiliriz, insanların bu kalabalıkta sokağa çıkmasının ana nedeni şuydu: İnsanlar 8 yıldır bunalmış durumdalardı, çünkü kayyum demek kamudan kopmak, siyasetin dışına itilmek demek. Vergi veriyorsunuz örneğin ama devletin yönetiminde hiçbir sözünüz yok. İnsanlar Van ile devam edecek bir şeyin ilave bir 5 yıllık kayıp oluğunu gördü ve oradaki gidişata “dur” dedi. Meselenin sadece Van olmadığını halk çok iyi biliyordu.

İşte tüm bunların toplamı bir fırsat penceresi. DEM Parti tekrar barış siyasetine büyük bir yatırım yapabilirse, kendisine kızan seçmenleri var, bunun muhasebesini yapabilirse, bu sekiz yıllık sürecin güçlü bir muhasebesini yapabilirse ve gelecek umudu yaratan güçlü bir siyaset ortaya koyabilirse, rakibi bu kadar zayıfken devasa bir fırsatla karşı karşıya gelebilir. Orada altını çizmeye çalıştığım husus bu.

“HAYATIN NORMALE DÖNMESİ SİYASETE DE BELEDİYELERE DE YANSIR”

Ya belediyeler özelinde düşünürsek?

Belediyeler özelinde düşünürsek 8 yıllık bir kayyum sürecinin yarattığı devasa yıkımlar var, kapatılan bir sürü kurum, mali borçlar var. Ama şunu düşünün, bütün bu sorun alanlarına rağmen, örneğin etrafı duvarlarla, polislerle kapalı bir bina görmek yerine sıradan bir kamu binası görmek duygusal olarak iyileştiriyor insanları. Hayat normalize olmaya başladı. Evet devasa bariyerler var, bir sürü insan işinden oldu, kadrolarını kaybetti, 16 yıl boyunca bir sürü deneyim biriktirdi, bir sürü insan yetiştirdi, bunların tamamı ortadan kaldırıldı. Şimdi bunu yeniden kurmak kolay işler değil. Ama yine sadece sembolik olarak bile düşünseniz, bir rahatlama hali ortaya çıkıyor. İnsanların havası ve enerjisi değişti, günlük hayatın enerjisi normalize olursa bu siyasete yansır, belediyeye yansır. Yine bunun yaratacağı dalgayı ve sinerjiyi düşünün; bu Diyarbakır’dan taşar, İstanbul’a da taşar, İzmir’e de taşar. Dolayısıyla bütün o bahsettiğiniz bariyerlerin farkındayım, kolay işler de değil. Hatta belki bu beş yıl yıkımın tahribatını ortadan kaldırmakla geçecek eğer kayyum atanmazsa ama sadece bu duygusal normalizasyon bile bence herkese iyi gelecektir ve bu iyilik hali siyasete de yansıyacaktır.

“KÜRT SORUNUN ÇÖZÜMÜ ONU REKABET UNSURU YAPMAKTAN GEÇİYOR”

Kobanê davası kararına dönecek olursak, bu kararı püskürtmenin, demokrasiyi, barışı, adaleti, özgürlüğü inşa etmenin yolu Kürt halkı ile birlikte demokrasi güçleri açısından nasıl mümkün kılınır?

Tarihsel hikâyeye baktığımızda Kürt çatışması hep Ankara’da siyasi hâkim güçler arasında bir rekabet unsuru olmuş. Muhalefetten, hükümete herkes bu meselenin sürdürülebilir bir kriz olarak kalmasına yatırım yapmış ve rekabeti bunun üzerinden kurmuş. Örneğin bunun siyasal yansımasında bir milliyetçilik yarışması var. Ana akım partiler başta olmak üzere herkes daha fazla milliyetçiliğe yatırım yapıyor. Burada Kürtlerin, Türkiye’deki sol sosyalist, demokrat, kamuoyun yapabileceği ana hat bence şu; Kürt çatışması değil de Kürt barışı Ankara’da bir rekabet unsuru olabilir mi? Tarihsel olarak bu meselenin çözümsüzlüğü siyasal alanda bir otoriterlik kaynağı oldu, o zaman bunun çözümü bir demokratikleşme kaynağı olabilir. Ekonomik alanda bir bölgesel eşitsizlik kaynağı oldu ya da batı metropollerinde bütün o kent yoksullarının büyük çoğunun Kürtler olmasıyla sonuçlandı, güvencesiz, ucuza çalışan iş gücünün büyük çoğunluğu aslında zorunlu göç mağdurları… Kürt meselesi siyasal alanda bir demokratikleşme kaynağı, ekonomik alanda da bir eşitlik kaynağı olabilse bu alan oluşur. Bunun da olabilmesi için başta DEM Parti ve daha geniş anlamda Kürt siyasi aktörleri Kürt meselesinin çözümünü Ankara’da bir ‘rekabet’ unsuru haline getirebildiği ölçüde bence bu işi çözecekler.

“CHP NET BİR AKTÖR DEĞİL”

Açıkçası DEM Parti’nin CHP’yle ve AK Parti’yle kurduğu eklemlenme ilişkileri Kürt meselesinde yol açıcı bir işlev görmüyor. Tam da bahsettiğim, bu mesele ikisinin arasında bir rekabet unsuruna dönüştürebilirse eğer DEM Parti burada bir alan açabilir. DEM Parti’yi AK Parti ile ilişkiyi koparmaya zorlayan bir hat da var benim görebildiğim kadarıyla. DEM Parti AK Parti ile ilişkiyi koparırsa bunun birinci yansıması kayyumlar olacak, kimsenin şüphesi olmasın. Ve Diyarbakır’a kayyum atandığı zaman, bunun ikinci sahası da İstanbul-İzmir olacak. Özetle İstanbul, İzmir biraz nefes almak, muhalefetin yerellerde bulduğu fırsat penceresini iyi değerlendirmek istiyorsa, Diyarbakır’da kayyumun atanmaması lazım ve Diyarbakır’ın nefes alabilmesi lazım. Ancak görebildiğim DEM Parti içerisinde bir tartışma var. Özellikle HDP içerisinde bir ana akım Kürt siyaseti var ama bir de Türkiye sosyalist hareketi var, demokrat Müslümanlar var, feministler var… Seçimlerde bir kriz ortaya çıktı, belli ölçüde yönetildi kriz, ancak tartışma devam ediyor. 8 yıldır ‘AK Parti ile bütün ipleri koparalım, CHP ile beraber yürüyelim’ diyen bir eğilim vardı. CHP çok net bir şekilde bir demokrasi hukuku inşa edebilirse bu seçenek gündeme gelebilir. Ama CHP’nin Kürt meselesinde bu kadar tutuk olduğu, Türkiye’de demokratikleşme bağlamında bu kadar ‘milli ve yerli hassasiyeti’ gözettiği bir pozisyonda karşınızda normatif olarak konuşabileceğiniz net bir aktör yok. Burada yerellerde CHP ile ilişki kuran, CHP ile iş yapmaya zorlayan ama aynı zamanda AK Parti ile de 4 yıllık süre içerisinde barışa dair bir hat inşasına yönelen bir siyaset inşa edilebildiği ölçüde bence Kürt barışı bir siyasi rekabet unsuru olacak.

ÖNCEKİ HABER

Ayrı yaşadığı eşi ve kızını katletti

SONRAKİ HABER

Sinan Ateş cinayetinden 4 gün sonra yapılan ihbar ortaya çıktı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa