Ölümünün 33. yılında Ahmed Arif: Zulme karşı ilk şiir çiçek açar
Arif, “Otuzüç Kurşun”u yazdıktan sonra şiir, zaman-mekan dinlemeden her yerde dilden dile bir destansı ağıta dönüşür.
![Ölümünün 33. yılında Ahmed Arif: Zulme karşı ilk şiir çiçek açar](https://staimg.evrensel.net/upload/dosya/263945.jpg)
Fotoğraf: Wikimedia Commons
Tarık ÖZYILDIRIM
Ümit Kıvanç’ın “Ağlama Anne, Güzel Yerdeyim.” belgeselini izlediniz mi? Acılar, zulümler, yokluklarla yutkunan gözyaşları ve kıyıma uğrayan genç bedenlerin umutları, hayalleri çarpıcı bir şekilde gözler önüne serilir bu belgeselde… Yitip giden otuz dört canın hikayesini dinlerken Melih Cevdet Anday’ın dediği gibi rahatımız kaçar bir daha gelmezcesine…
Otuz dört canın hikayesi farklı farklı olsa da birleştikleri tek nokta; her şeye dair olan yoksullukları. Tıpkı 1943’ün 28 Temmuz’unda Van’ın Özalp ilçesinde kurşuna dizilen otuz üç yoksul köylünün hikayesi gibi.
Özalp’ta yaşanan katliamdan 68 yıl sonra Uludere’de (Roboskî) benzer bir katliam gerçekleşir. Zaman değişir, insan değişir, isimler değişir ama ölüm değişmez. Çünkü Ahmed Arif’in deyimiyle “Kanun yalnız biz fukaralar için var. O da cezalandırırken sade…”. Fukaranın cezası da kimi zaman sürgün, kimi zaman hapis, kimi zaman ölüm olur.
1943 Temmuz’unda Van Özalp ilçesinde Türkiye-İran sınırında bir gece yarısı kaçakçılık suçlaması ile 33 yoksul köylü evlerinden alınır. (Biri hariç kız olduğu için) Köylülerin bütün yalvar yakarmalarına rağmen 2 rekat namaz kılmalarına izin verildikten sonra bir vadinin kenarında kurşuna dizilirler. Bütün bunlar Ordu Komutanı Mustafa Muğlalı emriyle olur.
“Vurulmuşum/Dağların kuytuluk bir boğazında/Vakitlerden bir sabah namazında/ Yatarım/Kanlı, upuzun…”
Ahmed Arif, bu kıyımdan üniversitede öğrenciyken okuduğu bir röportaj sayesinde haberdar olur. 1940’lı yılların sonudur. Üniversitedeki arkadaşları Nâzım Hikmet’ten sonra şiir yazmanın saygısızlık olduğunu, boşa kürek çekmekten başka bir şey olmadığını söyleseler de işte Ahmed Arif tam bu dönemde “Göbeğimi kendim kestim, kasaba minnet etmedim” diyerek katliamın bütün yönlerini, acılarını dile getiren “Otuz üç Kurşun” ağıtını kaleme alır.
“Fıkaralıktan/ Pasaporta ısınmamış içimiz/ Budur katlimize sebep suçumuz,/ Gayrı eşkiyaya çıkar adımız/ Kaçakçıya /Soyguncuya/ Hayına…”
Arif, “Otuzüç Kurşun”u yazdıktan sonra şiir, zaman-mekan dinlemeden her yerde dilden dile bir destansı ağıta dönüşür. Bu ağıtta herkes kendisinden bir parça bulur. Şair dostu Cahit Sıtkı, bu ağıtı Ahmed Arif’ten her dinleyişinde gözyaşlarına hakim olamaz.
Tabii şiir, herkesçe bilinmeye başladığı bu dönemde Ahmed Arif’in başına bela olur. 1950’de komünist propaganda yapmaktan gözaltına alınan Arif’e, sorguda “Otuzüç Kurşun”u okuması için sabaha kadar işkence yapılır. Bütün işkencelere rağmen “Ölürüm de okumam” der. İşkenceler sonunda öldü diye boş bir araziye bırakılır Arif. O bu dönem için “Zindanlarınız, tabutluklarınız, aç-susuz bırakmalarınız, Amerikan kenetleriniz öldürmedi beni” der.
“Vurun ulan,/ Vurun,/ Ben kolay ölmem./ Ocakta küllenmiş közüm,/ Karnımda sözüm var/ Haldan bilene…”
Refik Durbaş’ın da dediği gibi “Nerede bir yasak varsa, zülüm varsa orada ilk şiir açar.” Tüm işkencelere rağmen bu şiirin yasaklanması mümkün olmaz. Şiir, ilk olarak 1968 yılında Soyut dergisinin nisan sayısında yayımlanır. Çevresindeki kimi arkadaşları, neden böyle bir şiir kalem aldığını, başka bir şiir kaleme alması gerektiğini söyleyince Ahmed Arif sert şekilde onlara karşılık verir. “Şu Bahçelievler’de manyağın biri otuz tane tavuğu çalsa, kesse, ertesi gün Ulus gazetesi olayı dört sütun üzerinden verir. Tavuk değil bu yahu 33 tane senin vatandaşın… Hiçbir suçu yok… Tertemiz… Belki hepimizden daha suçsuz… Kimsesizlikten başka suçu yok. Kimsesiz adamlar o kadar…”
Goethe, acı yaratır insanı der bir dizesinde. Ahmed Arif de “Otuzüç Kurşun”u yaratırken acının, zulmün derinliklerinde umuda açılacak bir kapıyı hayal eder. Bu umudu şöyle dile getirir. “Charlie Chaplin'in dediği gibi dünyayı anneler, şairler ve öğretmenler yönetseydi, kimseler sızlanmazdı! Ama o da bencileyin hayalci. Nerede o cici anneler, namuslu, bilimci öğretmenler, yiğit şairler? Belki 2000 yılından sonra... Ah be!”
Gün gelir Ahmed Arif’in tanımını yaptığı bu ülkenin aydınlık yüzleri “Öyle yıkma kendini,/ Öyle mahzun, öyle garip.../ Nerede olursan ol, / İçerde, dışarda, derste, sırada,/ Yürü üstüne - üstüne,/ Tükür yüzüne celladın,/ Fırsatçının, fesatçının, hayının...” diyebildikleri gün, işte o gün Büyük İnsanlık kazanacaktır ve bir daha ne Roboskîler ne Özalplar ne de Madımaklar yaşanacaktır. Bizlere düşen ise yek bir yürekten, Gülten Akın’ın dizelerindeki gibi savaşa, zulme, kıyıma karşı insan sorumluluktur diyebilmektir.
*Ahmed Arif, Hasretinden Prangalar Eskittim, Everest Yayınları 58. Baskı 2007 İstanbul
Evrensel'i Takip Et