Ali Rıza Güngen: Dış dünyaya yüklü miktarda kaynak transferi gerçekleşiyor
Yabancı sermayeye verilen “Size dünyanın en yüksek getiri oranını vadediyoruz” mesajı benimsenmiş görünüyor. Bu şöyle de okunabilir, dış dünyaya yüksek bir kaynak transferi gerçekleşiyor.
Fotoğraf: Kişisel arşiv
Serpil İLGÜN
Açlık sınırı 20, yoksulluk sınırıysa 60 bine dayanıp, alım gücümüz her gün biraz daha düşerken, iktidar cephesine göre Türkiye ekonomide mucize gerçekleştiriyor!
Ekonomiden Sorumlu Bakan Mehmet Şimşek, geçtiğimiz günlerde Merkez Bankası (MB) rezervlerinin 50 milyar dolar arttığını, döviz rezervinin 139 milyar dolara ulaştığını ve bunun tarihi bir oran olduğunu açıkladığından bu yana iktidar çevrelerinde, medyasında “Ekonomi programımız meyvesini vermeye başladı” şeklindeki propaganda hız kazandı.
Gelişmelerin, TL’de uzun pozisyona geçilmesi, carry trade, swap limitlerinin genişlemesi gibi birtakım teknik finansal kavramlar eşliğinde açıklanması, olan biteni anlama konusunda kavrayışımızı zorluyor.
Siyaset Bilimci Dr. Ali Rıza Güngen’e başvurarak, Şimşek programının vardığı duraktaki gelişmeleri ve bunların pahalılıktan, geçim sıkıntısından bunalan geniş halk kesimlerine fayda edip etmeyeceğini konuştuk.
Geçtiğimiz haftadan bu yana Merkez Bankası (MB) rezervlerinin tarihi bir oranda arttığı, yabancı sermayenin Türkiye’ye akın ettiği, dolayısıyla ekonomi politikasının başarı kazanmaya başladığı müjdeleniyor. Gerçekte olan ne ve ne oldu da yabancı sermaye gelmeye başladı?
Evet son iki haftadır yapılan bu propagandanın arkasında maddi bir gerekçe var, MB rezervleri yapılan son açıklamalara göre 60 milyarın üzerine çıktı. Bu pek görüldük bir şey değil. Ama her daim arka planına bakmak lazım. Rezervler eridiğinde de bunu bir başarı olarak gösterdiler, arttığında da başarı olarak gösteriyorlar. Öyle değil. Bir başarısızlık hikayesi var ve arkasında teknik gerekçeler yok, arkasında tamamen politik tercihler var.
Peki bu hızlı artış nasıl gerçekleşti?
İlk işaretleri 2024 yılının başında görülmeye başlandı. Türkiye’ye sermaye girişleri nisan ve mayıs aylarında dikkate değer şekilde artmaya başladı.
Yani yerel seçimden sonra?
Evet. Nedeni de şu; 2023 haziranında göreve geldikten sonra Mehmet Şimşek’in izlemiş olduğu program Ortodoks diye tarif edilen kemer sıkma programlarından bir nebze farklılaşıyordu. 2024 yerel seçimleri öncesinde şok terapisi uygulayarak, faizleri enflasyonun üzerine çıkartıp Türkiye’yi birkaç çeyreklik ekonomik daralmaya sürüklemekten imtina ettiler. Kamuda tasarruftan tutun da, başka bazı önlemlere kadar Ortodoks olarak tarif edilen kemer sıkma programlarının unsurlarını kademeli olarak hayata geçirmeye karar verdiler. Nedeni, 2024 yerel seçimlerinde büyük bir hezimeti önleme isteği ve Türkiye ekonomisinin daha önceki bazı kriz dönemlerine benzer şekilde daralmasını engellemekti. Bu plan ne kadar çalıştı, ne kadar çalışmadı ayrı bir tartışma konusu. AKP yerel seçimlerde ikinci parti konumuna geriledi ama hâlâ yüzde 30’un üzerinde kemik oyunu koruyor. Buna bakıp bu hesabın kısmen tuttuğu söylenebilir ama büyükşehirlerde CHP’nin adaylar üzerinden yükselişi engellenemediği için, AKP için bir hesap hatası olduğu da söylenebilir.
Ne yapıldı da yabancı sermaye girişi arttı sorusuna dönersek.
Şöyle, Şimşek programının temel kademelerinden birisi MB’nin açıkladığı politika faiz oranının, enflasyon oranın üzerinde olması. Pozitif reel faizin önerilmesi, yabancı sermayenin ülkeye daha rahat girişini teşvik eden bir şey.
Bu, ekonominin yavaşlamasını getirebilir, daha az ithalat yapılmasına yol açabilir ve ödemeler dengesi sorunları yaşayan ekonomilerde geçici bir çözüm olarak düşünülür. Eğer buna devletin tasarrufta bulunmasını eklerseniz, dış dünyaya ve para sahiplerine, sermayedarlara şu teminatı vermiş oluyorsunuz: “Ben borçlarımı ödeyebilirim, devlet olarak bütün finansal yükümlülüklerimin arkasındayım, üstelik herhangi bir şey ters gittiğinde sermayenin risklerini ve kayıplarını toplumsallaştırabilecek yani bunu genel olarak halka pay edebilecek bir kapasiteye sahibim. Bakın sapasağlam duruyorum!” Bu mesajı vermek, kemer sıkma politikasının vazgeçilmez bir parçası.
Dolayısıyla, geçtiğimiz günlerde yasalaşan ve bütün yükü sırtımıza yıkan tasarruf paketi de bu mesajı güçlendirmiş oldu?
Tabii. Şimşek programı dediğim gibi bunları birden değil yavaş yavaş yerine getirmeyi istedi. Bir şey daha yaptılar, Şimşek’in 2024 yılındaki görüşmelerinde ve 2024 yerel seçim sonrasında bu çok daha barizdir, “Biz TL’nin kısa vadede değersizleşmesine izin vermeyeceğiz. Dolayısıyla 2024 boyunca neredeyse kesin bir şekilde yüksek getiri vadedeceğiz!” Yani kuru bir bantta tutarak Türkiye’ye girme teveccühünde bulunan sermayedarlara şu söylenmiş oldu: “Size dünyanın en yüksek getiri oranlarından birini vadediyoruz, yeni bir hikaye yazma peşindeyiz, gelin bu başarıya ortak olun!” Türkiye’deki seçim tartışmaları geride kaldığı için, kimilerine göre 4 yıl, kimilerine göre en azından Şimşek programının sonuçlanması için gereken iki yıl boyunca seçim dillendirilmeyeceği ve bu konuda TÜSİAD’ı da, MÜSİAD’ı da ortaklaştırdığı için, bu mesaj daha rahat paylaşıldı ve anlaşılan benimsendi. İşte bu vaadin sonucunda Türkiye’ye yüklü miktarda sermaye girişini görüyoruz. Bu şöyle de okunabilir, dış dünyaya yüksek bir kaynak transferi gerçekleşiyor.
Yabancı sermayedarlar borsaya, devlet tahvillerine giriş yapıyorlar. Türkiye’deki şirketler de döviz cinsi kredi alıyorlar, bunu TL’ye çevirerek TL cinsi finansal araçlara yatırım yapıyorlar. Bunun sonucunda muazzam bir giriş ve muazzam bir TL’ye hücum gerçekleşiyor.
Yani sermaye Türkiye’ye yatırım yapmaya, üretime değil, paradan para kazanmak için geliyor?
Evet, finansal araçlara yatırım yapıyorlar ve bunun Türkiye’deki üretim yapısını kısa ve orta vadede değiştirmesi söz konusu değil. Mehmet Şimşek ve ekibi şunu öngörüyor, Türkiye’de finansal istikrar sağlanacak, enflasyon düşüşe geçecek, kur istikrarı sağlanacak, bu istikrar ortamı Türkiye’nin üretim bakımından atılım yapmasını kolaylaştıracak. Ama bizim geçirdiğimiz deneyimler ve Türkiye benzeri ülkelerin yaşadığı süreçler bunun kolaylıkla gerçekleşmeyeceğini gösteriyor. Şimşek programının en zayıf olduğu noktalardan biri bu. Tamam kısa vadede bir krizi engelliyorsunuz, ama bunun varacağı yer neresidir? Buna dair bir yatırım programı konularında bir şey söylemiyorlar, söyleyemezler de.
TL’NİN DEĞERLENMESİ İSTENMİYOR
Peki halk olarak bu sermaye girişinin faydasını görecek miyiz?
Görmeyeceğiz. Bu kadar yüklü bir sermaye girişi, bu kadar yüklü bir TL’ye geçiş, dolar karşısında TL’nin değerlenmesini getirir. Ama bu istenmiyor. Mehmet Şimşek için 30 TL artık psikolojik eşik haline gelmiş durumda. Yukarıdan bir çizgi çekmeye kalkarsanız da, 33-34 diyebilirsiniz. Bu bandın bir süre korunmasına karar verildiği anlaşılıyor.
Şimşek’in geçtiğimiz hafta “MB piyasadan döviz almasaydı dolar 30 TL’nin altına hatta 20’lere düşerdi, bunu engelledik” dediği şey de bununla ilgili. Çünkü TL’nin değerlenmesi Türkiye’deki şirketlerin aynı zamanda hanelerin daha kolay ithal mallara erişimini beraberinde getirecek. Ama bu, programın en başta çözmeye çalıştığı yere dair bir çentik demek. TL’nin değerlenmesi beraberinde ithalatın da artmasını getireceği, dolayısıyla cari açığı arttıracağı için bu istenmiyor. Buna başka sebepler de eklenebilir ama politik bir gerekçe daha var, Türkiye’de dikkate değer bir yeni ihracatçılar grubu var. Ben onları “iktidar blokunun yeni hevesli unsurları” olarak tarif ediyorum. Emek yoğun sektörlerde üretim araçlarına sahip, çevre ülkelere ihracat yapan sermayedarlar var. Bu hevesli sermayedarlar, emeğin gücünü baskılayan ve TL’yi mümkün olduğunca değersiz tutan bir politikanın taraftarları. Çünkü bu onların rekabet gücünü arttırıyor. AKP ve Erdoğan yönetimi açısından bunları bir kenara bırakmak mümkün olmadığından, onların gönlünü hoş tutmanın bir yolu da budur.
Şimşek “Kur hedefimiz yok, her şeyin piyasada belirlendiği bir döneme evriliyoruz” da diyor. Ama “MB piyasadan döviz almasaydı dolar 30’un altına inerdi” diyen de aynı Şimşek. Bu çelişki değil mi?
Mehmet Şimşek en hafif tabirle yalan söylüyor. Türkiye’ye giren yabancı sermayeye TL’nin reel olarak değer kaybetmeyeceği vaadinde bulunuyorlar. Bu bir kur hedefidir. Şimşek’in ifadesinde dikkate almamız gereken unsur şu; sermayedarlara verilen yüksek getiri garantisinin ilelebet devam etmeyeceğinin, edemeyeceğinin farkındalar. Bu nedenle buradan çıkışı 2025 olarak öngörüyorlar. Mehmet Şimşek’in arzuladığı dünyada, MB’nin yeterli rezervi vardır, enflasyon yüzde 10’nun altına inmiştir, bu dünyada MB artık bir seyirci haline gelir ve insanların döviz talepleri ve sermayedarların para sermaye hareketleri üzerinden bir kur ortaya çıkar. Ama bu noktada değiliz. MB halen döviz biriktirmeye devam ediyor. Bu politika paketinin işlemesi için de Şimşek yatırımcılara her gün yüksek getiri vaadinde bulunuyor. Dolayısıyla MB müdahale etmeye devam edecektir. Ama sürekli müdahale eden, sürekli kuru belli bir seviyede tutmaya çalışan bir MB, Şimşek’in arzu ettiği bir şey değil benimsediği ekonomi politikası açısından. Bunun bir noktada sona ereceğini umut ediyorlar. Bu nokta da 2024 değil, 2025’tir.
DÜNYANIN HİÇBİR YERİNDE BU KADAR YÜKSEK GETİRİ SUNULMUYOR
Bu gelişmeler finansal terimlerle anlatılıyor. Onlardan biri de Carry trade. Anlatmış oldunuz ama daha iyi anlamamız için örnek üzerinden açar mısınız? Nedir carry trade?
Carry trade neredeyse hiçbir yatırım riski almaksızın, yüksek getiri elde etmek. Diyelim ki sizin 1 milyon dolarınız var, 1 milyon dolarınızı Türkiye’ye getiriyorsunuz ve yüzde 50 getiri sunan TL cinsi bir tahvile yatırıyorsunuz. 32 milyon lirayla, yüzde 50 getiriyle bono alıyorsunuz. Bu diyelim ki üç aylık bono olsun, bunu üç ay sonra elden çıkarıyorsunuz ve dövizinizi alıp geri gidiyorsunuz. 32 milyon liranın üç aylık getirisi kabaca 4 milyon lira. Dolar kurunun bu dönem zarfında değişmediğini düşünelim. 36 milyon lirayı tekrar dövize çevirdiniz ve üç ayda kabaca yüzde 12.5 döviz cinsi bir getiri elde ettiniz. Dünyanın hiçbir yerinde dolar cinsi, avro cinsi bir yatırım üç ayda yüzde 12 getirmez. Carry trade bu. Yabancı sermayeye çok yüksek getiri vaadinde bulunarak onların sadece dövizlerini TL’ye çevirerek, TL’de üç ya da 6 ay kalarak yüksek bir getiri elde etmelerini sağlıyor.
Bunun kimin yararına olduğu açık, ancak para sahiplerine bu denli büyük getiri sağlamanın Türkiye’ye maliyeti ne olacak? Özellikle de artık ekmek hesabı yapar hale gelen halk kesimleri açısından?
Carry trade’i de içine alan politika tercihi, yabancı sermayeye yüklü miktarda kaynağın Türkiye’deki hanelerden, Türkiye’deki şirketlerden, devletten aktarılması anlamına gelir. Bu politika tercihi 2024 sonu, 2025 başında Türkiye’de düşük ekonomik büyüme, daha yüksek bir işsizlik oranının ortaya çıkmasına neden olabilir. Enflasyonun ana nedeninin para bolluğu olduğunu düşünerek, sıkı para politikası izlemek gerek sonucuna varıyorlar. Ama şirketlerin fiyatlama davranışlarına, Türkiye’deki üretimin yapısal sorunlarına dair bir öneride bulunmuyorlar. Sıkı para politikası ve yüksek faiz, daha az tüketim kapasitesine sahip olan haneleri, bireyleri beraberinde getirir. Bu da hepimizin cebini etkileyecek bir sonuca yol açıyor. O nedenle kısa vadede hanelerin daha kolay tüketimde bulunması zor. Bunu telafi edecek yöntem, kur istikrarı ve bazı mallara daha kolay erişimin sağlanması. TL’nin bir miktar reel olarak değer kazanmasıyla bunun telafi edilebileceği düşüncesindeler. Evet edebilir ama 2000’lerin başındaki bir dönemde değiliz, küresel finansal koşullar, jeopolitik dengeler artık farklı.
BEDELİ NE OLURSA OLSUN KRİZ YÖNETİLEBİLİYOR
Geçtiğimiz hafta şunlar da oldu: Pahalılığın sorumlusu olarak gösterilen stokçulara ve fahiş fiyat uygulayanlara ceza öngören tasarı yasalaştı; kredilerin geri ödemesi 7 katına çıkmaya başladı; Çalışma bakanı açlık sınırı altına düşen asgari ücrete temmuzda zam olmayacağını tekrarladı; Mehmet Şimşek zaten uygulanmayan “Kirada yüzde 25 sınırına gerek kalmadı” dedi ve yine Mehmet Şimşek değindiğiniz üzere önümüzdeki 12 ay içinde enflasyonun yüzde 30’un altına düşeceği vaadinde bulundu. Bu tablo içinde, üstelik enflasyon oranı doğru açıklanmazken, yüzde 30 hedefi tutar mı?
Yüzde 30 enflasyon hedefini tutturmaları çok mümkün değil ama şunu görmemiz lazım, haziranın başında açıklanacak verilerde yıllık enflasyonun yüzde 70’in üzerinde olduğunu göreceğiz. 2024 açısından zirve noktası olacak ama temmuz başında açıklanacak verilerde hızlı bir düşüş gerçekleştiğini göreceğiz. Bu esasen baz etkisinden, mevsimsel etkilerden kaynaklanacak, ama kısmen de izlenen politikanın yansımalarını da içeren bir düşüş gerçekleşecek. Bu yüzde 30’a varır mı, 2024 aralık ayında yüzde 35 olur mu, zannetmiyorum. Belirsizlikler nedeniyle bir tahminde bulunmak zor, sadece hızlı bir düşüş olacağı söylenebilir.
Veri üreten kurumların şeffaf olmaması konusunda haklısınız, şeffaflığı kadar hesap verilebilirliği de kalktığı için bizim konuştuğumuz bazı oranlar sağlam oranlar değiller. O nedenle kurumları şeffaf, hesap verilebilir hele getirme, kurumları demokratikleştirme mücadelesinden de bahsetmemiz lazım. Enflasyon oranı ücret artışlarında, toplu sözleşmeler de de temel teşkil ettiği için mahkeme kararlarını tanımayan TÜİK’in demokratikleşmesi aciliyet taşıyor. Tamamen katılıyorum. Ama sizinle daha önce yaptığımız söyleşilerde de vurguladığım üzere, krizin bedeli ne olursa olsun, krizin yönetilebileceğini görmemiz gerekiyor. Örgütsüz ya da yeterli direnç göstermeyen bir toplum karşısında otoriter rejimler dayatmalarda bulunabiliyorlar, çok hızlı politika değişiklikleri yapabiliyorlar ve bütün bunları yaparak krizleri, çalkantıları yönetebiliyorlar. Bedeli geniş toplum kesimlerine ödetebiliyorlar.
ALTERNATİF ÖNERMEKTE EKSİK KALIYORUZ
Peki bu ağır ve derin yoksullaşma karşısında güçlü bir tepki çıkamıyor olmasını neye bağlıyorsunuz?
Muhalefetin örgütsüzlüğü ve Türkiye’deki iktisadi tartışmanın kısırlığı. Geldiğimiz noktaya bakın. Ağır bir program uyguluyorlar, bilhassa emekçiler için bedeli çok yüksek ama çok az bir ses çıkıyor. Ana omurgayı oluşturan muhalefet partileri bu politika karşısında paralize olmuş durumdalar, Kürt hareketi kendi içindeki tartışmalara gömülmüş durumda ve devlet baskısı nedeniyle kılını kıpırdatamıyor, sosyalist hareket son derece dağınık ve örgütsüz hale gelmiş durumda. Böyle olunca böylesi bir ekonomi programı maalesef yeterli bir karşı koyuş olmaksızın uygulanıyor.
Ana omurgayı oluşturan muhalefet partisi olarak CHP eleştirilere ilişkin, “Bakın emeklilerle ilgili büyük bir miting yaptık, işte öğretmenlerle birlikte sokağa indik, sokaktayız” diyor.
CHP’nin Şimşek programıyla bir sorunu yok. CHP 2022’de vizyon belgesi açıklarken, emekçileri öncelemediğini bütün dünyaya duyurmuştu. 2023 seçimlerini kazanmaları halinde benzer bir şey uygulayacaklardı. Kamu çalışanları, emekliler, asgari ücretlilerin durumu biraz daha iyileştirilebilirdi ama programın esasına dokunmayacaklardı, benimsedikleri iktisadi görüş CHP açısından başka bir politikaya pek imkan vermiyor. CHP açısından bu temel bir sorun.
Dolayısıyla asıl bizim, demokratik muhalefetin, sosyalistlerin ne yapacağı, ne söyleyeceği önemli. Yapılan eylemler, örgütlenme çabaları hepsi değerli. Ve evet, biz teknik terimleri, iktidarın ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışalım ama en eksik kaldığımız noktalardan biri alternatif önermektir. “Biz böyle çözeceğiz, bu sıkışmışlığı şu şekilde ortadan kaldıracağız” diye daha net söylememiz, dillendirmemiz lazım. Öbür türlü bizi bir çukura çekiyorlar ve orada kalmaya başlıyoruz.
NORMALLEŞME, TEPKİLERİN DEVRİMCİ BİR KANALA AKMASININ ÖNLENMESİDİR
Artık neredeyse slogan haline gelen normalleşme-yumuşama söylemleri, “Demokrasi olmayan yere sermaye gelmez, normalleşme bunun için de gerekli” üzerinden de gerekçelendiriliyor. Ama konuştuğumuz üzere yabancı sermaye geldi. Batının, uluslararası aktörlerin, sermaye çevrelerinin demokrasi önceliği var mı?
İsrail’in sürdürdüğü soykırım ve bu soykırıma Batı dünyasından verilen destek, herhalde Batı dünyasının demokrasiyle ilgisinin pek kalmadığını herkese bir kez daha göstermiştir. Batı dünyasının insan haklarıyla ilgisi kalmadı. Bunu ABD’de, Avrupa’da Filistin için eylem yapan öğrencilerin, öğretim üyelerinin gözaltına alınması, tutuklanması üzerinden de, açıktan soykırım destekçisi haline gelen Avrupalı politikacılara bakarak da söyleyebiliriz. Bu dünyanın sermaye sahiplerinin demokrasiyle ilgisi zaten pek yoktu ama söz konusu Türkiye gibi ülkeler olduğunda hiç yok. Türkiye’de kitleler kötü hayat koşullarında otoriter bir yönetim altında çok zor zamanlar geçiriyor olabilirler ama Londralı, New Yorklu sermayedar ne kadar getiri elde edeceğine bakıyor. Carry trade var mı yok mu, ona bakıyor.
Normalleşme söylemlerine siz nasıl yaklaşıyorsunuz?
Normalleşme söylemlerinin Erdoğan yönetiminin otoriter rejimini farklı bir noktaya çekeceğine dair bir umut varsa, yaşanan şeylere bakınca o umudun kırıntısının dahi kalmaması lazım. Normalleşme, yumuşama bir yalandır, ortaya çıkan şey muhalefetin yumuşatılmasıdır.
Kemer sıkma programının yeni bazı tepkileri ortaya çıkarması kaçınılmaz. Her ne kadar tepki yetersizliğinden bahsetsem de 2024 sonu, 2025 başında 2022’dekine benzer bazı grev dalgaları görebiliriz ya da emeklilerin mücadelesi daha da yükselebilir. Ama bunun akacağı siyasi bir kanal var ve bu kanalın daha devrimci dönüşümcü bir yer olmamasının adıdır normalleşme, yumuşama. “Bu CHP’ye aksın, bazı başka iktidar ortaklarına aksın, Yeniden Refah gibi bir yere akacaksa aksın ama bizim kontrolümüzde aksın”dır. 1 Mayıs’ta hakkını arayan sosyalistleri tutuklayacaksınız, yasal siyaset yapmaya çalışan Kürtlere ağır cezalar vereceksiniz ondan sonra normalleşmeden, yumuşamadan bahsedeceksiniz. Bu muhalefeti yumuşatma, dizayn etmedir. Erdoğan yönetimi bunun peşinde. Artık nasıl müzakereler yapıldıysa görünüşe göre CHP yönetimi ve önde gelen bazı siyasetçiler de şimdilik buna onay vermiş durumda. Bizim CHP’den, yumuşatılmış, dizayn edilmiş bir muhalefetten beklentimiz olamaz.