Asgari ücret sebep enflasyon sonuç mudur?
Artan ihracat, ara tüketim ve yabancı yatırım “talep şişiyor” diye anılmıyor, temel tüketim ürünlerinin fiyatlarını sermayedarlar belirliyorken suçlanan halkın temel ihtiyaçlarını gidermesi oldu.
Fotoğraf: Pixabay
Memduh BİLGİLİ
ODTÜ
Yoksulluğun ve krizin derinleştiği günler sürüp giderken temmuz ayına, ara zamların en sık tartışıldığı zamana, doğru yaklaşıyoruz. Temmuz zammı, eriyen reel ücretlerin karşısında asgari ücretle geçinen milyonlarca emekçinin ara zam talebini kazanması için önemli mücadele dönemlerinden biridir.
2023 Genel Seçimleri sonrasında tek adam yönetimi,12. Kalkınma Planı, Orta Vadeli Program ve Tasarruf Tedbirleri kapsamında bu yıl asgari ücrete ara zam yapılmayacağını açıklamıştı.
Rezerv doldurmakla ve güven endeksleriyle övünen Şimşek Programı’nın başarısının kimin için olduğunu gözler önüne seren bu açıklama sermayenin en az hasarla ekonomik krizden çıkması, borçları ve riskleri ekarte etme planın da bir parçası.
Elbette ki sermayedarların servetine göz dikmeden ekonomide istikrar ve büyümeyi garanti altına almak isteyen tek adam yönetimi, emekçilerin ceplerinde bir çukur oluşturarak gerek regresif vergi gerek yüksek kâr marjıyla fedakarlığı en geniş halk kesimlerine yüklüyor. Durumu daha kapsamlı ele alabilmek adına enflasyonist ortamda asgari ücretleri ve reel ücretleri incelememiz önemli.
Türkiye 2017’den itibaren kimi çevrelerce hiperenflasyon kimi çevrelerce ise stagflasyon olarak tanımlanabilir bir ekonomik bunalım halinde. 2017’de işlerin kötü gitme sebebi kamu borçluluğu ve cari açıkla başlamışken, bugün; bütçe ve cari açık, kamu borçları ve Merkez Bankası kararları olarak üç başlığa bölünebilir. Merkez Bankası kararları ise politika faizinin düşürülmesi ve rezervlerin eritilmesi olarak incelenebilir. Süreçte Devlet İç Borçlanma Senedi (DİBS) ve hisselerden çıkışları, TL’nin erimesi ve faizlerin düşmesiyle anlayabildik.
2023 seçimleri öncesine kadar MÜSİAD, seçim sonrasında TÜSİAD rekor üstüne rekor kırarak sermayelerini büyüttüler. Türkiye’nin küresel tedarik zincirindeki rolü baş döndürücü bir hızda değişti. Emekçilerin kendi ürettiklerinden aldıkları payın düşmesinin gündelik hayatta yarattığı yoksulluk koşulları ise son yedi yıl içinde benzer bir hızda ağırlaştı.
Tüm bu süreçlere baktığımızda ise ezilenler yine emekçiler, enflasyon tarafından preslenenler yine halklar oldu. İnsanlar, enflasyon karşısında eriyen düşük reel ücretleri karşısında bir nebze olsun nefes alabilmek adına ev ve araba almak için krediler çekmeye meyilli oldular. Emekçiler bir ev ve bir araba istedikleri içinse burjuva iktisatçıları tarafından “Halk talebi şişiriyor, tüketimi frenlemek icap eder.” denilerek bugünün ekonomik krizlerinin sorumlusu tutuldular. Şişen enflasyonun sebebini asgari ücretlerin artmasına, insanların temel gıda ihtiyaçlarına bile ulaşmakta zorlandıkları koşullarda bir ev ve bir araba için kredi çekmelerine ve dışarıda yemek yemenin zorlaşmasından dolayı evlerine temel gıda ürünlerini biraz daha almayı tercih etmelerine bağladılar.Halbuki enflasyonun sebeplerini sermayenin değil halkın iktisadından inceleyecek olduğumuzda farklı sonuçlara ulaşıyoruz.
ENFLASYONUN SEBEBİ SERMAYENİN EKONOMİ POLİTİKASIDIR!
Küresel ekonomik dengelerde Türkiye’nin montaj, lojistik ve pazar rolünü üstlenmesi yeni değil. Menderes’ten Özal’a ve Erdoğan’a Türkiye’nin ucuz işgücü ve hammadde ile Batı sermayesinin gözbebeği konumuna gelmek için canhıraş biçimde ekonomik regülasyonlara gittiğini biliyoruz. Bu regülasyonlar gereği sermayenin eli kolu olan iktidarların emeği ucuzlatmak, emeğin GSYİH’ten ve milli malvarlığından aldığı payı azaltmak için mali ve para politikalarını enstrüman olarak kullandıklarına şahit olduk. Bu noktada enflasyonu fırlatarak ihracatın, ara tüketimin ve yabancı yatırımın arttırılması hedefi temel ihtiyaçlara ulaşımı güç hale getirdi. Artan ihracat, ara tüketim ve yabancı yatırım “talep şişiyor” diye anılmıyor, temel tüketim ürünlerinin fiyatlarını sermayedarlar belirliyorken suçlanan halkın temel ihtiyaçlarını gidermesi oldu.
Bu denli açık bir çelişkinin gizlenmesi görevi de doğal olarak burjuva iktisatçılara ve bürokratlara düştü. Tüm yaşamın ve üretimin can suyu olan emeğin ulusal servetten aldığı paya saldırılar en amansız şekilde gerçekleşirken saldırının başını çekenler en başta Erdoğan, dün için Nebati ve Kavcıoğlu, bugün ise Yılmaz ve Şimşek gibi isimlerdir.
VERGİ POLİTİKASI SALDIRININ BİR PARÇASI
Tek adam yönetimi, mali muhasebesinde zenginden vergi almamak için kırk takla atarak matrahlarla ve teşviklerle emek düşmanlığındaki rüştünü ispatlıyor. Öyle ki, milli servetten sermayedarlara faiz olarak ödeme sözleri vererek potansiyel emeğin karşılığına bile ipotek koyduruyor. Dolaylı vergilerle doğrudan vergilerin oranını zenginden yana düzenliyor. Ülkenin kara gün akçesi olan rezervlerini döviz kurunu tutmak için harcıyor ki onda da günü kurtarmaktan öteye gitmiyor. Fırlayan kuru umursamayan iktidar ihracat ithalat bozulunca düğmeye basıyor. Rezervlerde Şimşek Programı’yla artış oldu diye övünüyor, halbuki o rezervlerin artışı ara zam alamayan milyonların boğazından çalınıyor. Faizleri düşürüyor ki MÜSİAD klikleri ucuzdan kredi toplasın ve emeği daha fazla sömürmek için sermayesini perçinlesin. Faizleri artırıyor ki holdinglerin borçlarını emekçiler ödesin, emekçilere bir ev ve bir araba çok görülsün. İşte bu gerçeği çarpıtan burjuva iktisat kalemleri, emeğin ve sınıfın çıkarları için bilim üretimi yapmamayı tercih ederek emekçileri yoksulluğa ve çaresizliğe ikna etmek pahasına kalemlerini halkın karşısında bir silah olarak kullanıyorlar.
Bu çarpıklık karşısında geçtiğimiz bahar ve kış döneminde asgari ücret artışı ve zamların geri çekilmesi için işçilerin verdiği mücadele yerel olsa da yaygın ve etkili bir fırtına gibi esti geçti. Şireci’den Corning’e, Özak’tan İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne mücadele Türkiye’nin dört bir yanında yankılandı. Bir sınıf savaşı vererek emeğin payını büyüten emekçilerin bu defa temmuz roundunu görmek için Türkiye işçi sınıfını yakından izlemeli.