Martin Eden biz işçilere ne söylüyor?
Yaşamı kuran da bu dünyayı her gün yeniden yaratan da yürüyen de biziz, tek başına birimizin kurtulması hiçbirimize yaramaz. Kitapta gördüğümüz üzere kurtulana da yaramıyor.
Martin Eden filminden bir sahne
Kocaeli’den bir metal işçisi
Kitabın başlarında bir işçinin hayatını anlatan bir roman diye düşünüyorsunuz ancak bu kadar basit değil. Hayatımda okuduğum ve beni bu denli etkileyen kitaplar arasında yer aldı.
Hem sınıfımın bir parçası olarak hem de kendi sınıfına yabancılaşmanın ve bireyciliğin sonuçlarını göstermesi bakımından mükemmel bir kitaptı.
Martin Eden gemilerde çalışan bir işçiyken bir rastlantı sonucu burjuva bir aileye misafir oluyor ve orada bir genç kadına aşık oluyor. Sonrasında da o kıza yakışır bir hale gelmek için yazar olmaya karar veriyor. Kitabın ortalarına doğru Martin Eden’in özverili şekilde çalışmasını görüyoruz. Bu ayrıntı beni etkiledi çünkü gerçekten istediğin bir şey için yapabileceklerinin sınırının olmadığı bir bölümdü. Çok okudu, çok yazdı, az uyudu ve inanılmaz bir şekilde çalıştı. Sonunda da istediği sınıfa mensup bir hale geldi. Ancak o hale gelene kadar yazdıklarına, yüzüne sevdiği kadın bile bakmamıştı. Ne zaman ki yazdıklarını satmaya başladı işte o zaman kıymetli oldu ve aslında mensubu olmak istediği sınıfın ne kadar çürümüş olduğunu kendi gözleriyle gördü.
Oysa kendi içinde dışladığı ve beğenmediği sınıfı onun yazdıkları satmazken de onun yanında ve ona yardım eder durumdaydı. Tutkusuna saygı duyuyorlardı. Bu gerçekle yüzleştiğinde ne kendi sınıfına dönebildi ne de burjuvazi ile birlik olabildi. Zaten kitabı yeterince anlattım daha fazla spoiler (sürprizbozan) vermiş olmayayım. Ama bahsetmeden edemeyeceğim; bir kısımda, 16 saat çalışıyor ve asla ne okumaya ne yazmaya vakit bulamıyor. Bir nevi tamamen makineleşiyor. Günümüz fabrikalarında biz 8 saatte bu duruma geliyoruz çünkü artık biz makineleştik. Bugün çok daha yoğun bir emek var ve kitabın yazıldığı dönemdeki mücadeleler sonucunda 8 saat çalışıyoruz. Ancak sistem o 8 saatte bizi 16 saat çalışmış kadar yoracak bir seviyeye ve üretim gücüne geldi. Bu yorgunluğun ve yoğunluğun sonucunda biz de bugün fabrikamızda çalışırken ya Vehbi Koç’un kızı/oğlu olmayı ya da Sabancılar’a akraba olmayı falan diliyoruz. Hepimiz yorulduğumuz anlarda bunu yapıyoruz. Onlar bize daha kültürlü, daha insani geliyor. Bunları düşünürken onların yiyici küçük bir tayfa olduklarını unutuyoruz. Oysa yaşamı kuran da bu dünyayı her gün yeniden yaratan da yürüyen de biziz, tek başına birimizin kurtulması hiçbirimize yaramaz. Kitapta gördüğümüz üzere kurtulana da yaramıyor.
Kendimiz için mücadele etmek ve hep beraber bir çıkış yolu aramak, bulmak zorundayız.
Sınıfımızı bilip kendi safımızda durmalıyız. Okumak da yazmak da çalışmak da yaptığımız her ne varsa kendimiz için bunu kendi sınıfımızdan azade yapamayız.
İçinde bulunduğumuz, çürümüş ve yozlaşmış olduğunu düşündüğümüz bu toplumu değiştirmek de dönüştürmek de hepimizin elinde. Ya Martin Eden gibi bireyselliği savunup kaybolacağız ya da hep beraber sosyalizmi savunup bu ülkeyi de dünyayı da güzelleştireceğiz…