Bir “Yol” Hikayesi II
Kendi oynadığı filmler de bile sesini Abdurrahman Palay ve Hayri Esen’e emanet eden Yılmaz Güney, kısıtlılıklar nedeniyle Yol filmine sesiyle de dâhil olur.
Fotoğraf: Everest Yayınları
Yılmaz Güney İmralı Yarı Açık Cezaevi’ndeyken yaklaşan 12 Eylül darbesinin ayak seslerini duymuştur. Sürecin bir cunta rejimine doğru evrileceğini öngörmüş ve cezaevinden kaçarak yurtdışına çıkma planlarını hayata geçirmeye başlamıştır…
Tam da bu dönemde bir İsveç televizyon kanalı, Yılmaz Güney’le belgesel çekmek için Türkiye’ye gelmiştir. Güney, İmralı’da çekilen o belgeselde; “Ben istediğim zaman hapishaneden kaçarım, ben bilinçli olarak kaçmıyorum” der. Çünkü ömrünü gurbette geçirip, gurbet türküleri söylemek istemiyordur. Dağlarının, ovalarının, ırmaklarının onu bekleyeceğini biliyordur… Bildiğine yaslanmış, kendisi için ülkeden çıkmanın zorunluluk haline geleceği o anı, beklemeye karar vermiştir. Beklerken de elbette boş durmamıştır…
Yılmaz Güney, yurtdışına çıkarken hem maddi açıdan elini rahatlatmak hem de uluslararası arenada kamuoyu oluşturabilmek için valizinde “iyi bir filmle” gitmek istemektedir. Yılmaz Güney bu amaçla Zeki Ökten’le Düşman filminin hazırlıklarına başlar. Bir yandan filmin çekim hazırlıkları ilerlerken diğer yandan Yılmaz Güney’in cezaevi arkadaşı ressam İsmail Yıldırım Lübnan ve Kıbrıs Rum kesimi üzerinden yurtdışına çıkış olasılıklarını araştırmaktadır. Ne yazık ki Yılmaz Güney Düşman filmini cezaevi koşullarında istediği gibi yönetememiş, bu nedenle de filmin temposu düşündüğünden zayıf olmuştur. Filmin bazı bölümlerinin yeniden çekilmesi, kurguda bazı değişiklikler yapılması gerektiğini Zeki Ökten’le paylaşmıştır. Ancak Ökten yorulmuştur ve “Bu film benim için bitmiştir, yapacak hiçbir şeyim yok” demiştir.
Düşman filmi istediği gibi olmamış, öngördüğü gibi cunta rejimi ülke yönetimine el koymuştur… Yılmaz Güney İmralı’dan Isparta Yarı Açık Cezaevi’ne nakledilmiş, burada katlanılmaz hale gelen karın ağrıları nedeniyle birkaç kez hastaneye yatırılmış ancak doğru dürüst incelenmeden yeniden cezaevine gönderilmiştir. Darbe, cezaevi koşullarında da kendini göstermiş, Yılmaz Güney’in haberleşmesine sınır koyulmuş, cezaevinden filme müdahale etmesinin şartları zorlaşmaya başlamıştır. 19 Mayıs 1981 tarihinde mahkûmlar için af çıkarılacağı söylentileri de boş çıkmıştır. Tüm bunlar yetmezmiş gibi Yılmaz Güney hakkında, Güney Dergisi’nde yazdığı yazıları gerekçe gösterilerek, 100 yıla yakın hapis cezası istenmiştir.
Düşman filminde istediğini bulamayan Yılmaz Güney, valizine koymak istediği yeni filmi Bayram için elini çabuk tutması gerektiğinin farkındaydı. Erden Kıral’la Bayram filminin çekimlerine başlamıştı ancak işler yolunda gitmiyordu. Bence işlerin yolunda gitmemesinin nedeni sadece Erden Kıral’ın Yılmaz Güney’i anlamamış olması ya da kendi filmini çekmek istemesi değildi. Sorun bir yandan da zamandı… Çünkü Bayram filminin çekimlerine 1981 yılının ocak ayında başlanmış olmasına karşın sadece Cunda çekimlerinde 26 gün ve 4000 metrenin üzerinde film harcanmıştı. Yılmaz Güney, Erden Kıral’ın filmi bitiremeyeceğinden endişe ediyordu. Bu nedenle yapımcı şapkasını takarak tereddüt etmeden filmi durdurdu ve bir önceki yazımda da anlattığım gibi yola Şerif Gören’le devam ederek Yol filmini tamamladı.
Yol’un çekimleri tamamlanmış, filmin 25 bin metre negatifi peyderpey karayoluyla İsviçre’ye kaçırılmıştır. Takvimler 8 Ekim 1981’e yani Kurban Bayramı’nın ilk gününe gelmiştir. Yılmaz Güney Isparta Yarı Açık Cezaevi’nden izinli çıkmış, cezaevi idaresine de iznini annesi Güllü Pütün’ün yanında, Muş’ta, geçireceğini bildirmiştir. Oysa Yılmaz Güney’in rotası güneye, Kemer’e doğrudur. Aynı saatlerde Edi Hubschmid beyaz bir yelkenli ile Yunanistan karasularından Kemer’e doğru pupa yelken ilerlemektedir. Geceyi Kemer’de geçiren Yılmaz Güney, 9 Ekim sabahı başında beresi, üzerinde lacivert-beyaz enine çizgili gemici kazağı, ayağında sarı lastik çizmeleri ile Kemer Limanı’na demirlemiş beyaz yelkenliye biner.
Yılmaz Güney ve Edi Hubschmid hiçbir engelle karşılaşmadan Türk karasularından çıkmışlardır. Yılmaz Güney’in bu kadar kolay çıkışı elbette akla birçok soru işaretini getiriyor. Darbe koşullarının ülkeyi açık hava cezaevine dönüştürdüğü, Yılmaz Güney’in eşi Fatoş’un bile polis tarafından alenen takip edildiği günlerde, Yılmaz Güney’in adeta elini kolunu sallayarak ülkeden çıkması hayatın olağan akışına aykırı görünüyor. Olasılıkla Yılmaz Güney’in cezaevinde ölmesindense yurtdışına kaçması muktedirler açısından daha avantajlı görülmüştür.
Yelkenli rotasını Marsilya’ya çevirmiştir. Marsilya’ya ulaşınca Yılmaz Güney Fransa’ya iltica başvurusunda bulunacaktır. Her şey daha önceden planlanmış, ön görüşmeler yapılmıştır. Ancak hava koşulları buna izin vermez. Rodos açıklarındayken fırtınaya yakalanan yelkenli ile Marsilya’ya ulaşamayacağını öngören ekip, planı değiştirerek Rodos üzerinden Avrupa’ya geçmeye karar verir.
Yılmaz Güney’e sahte bir pasaport düzenlenmiştir. Pasaportun üzerinde Yılmaz Güney’in fotoğrafı yapıştırılmıştır yapıştırılmasına da pasaport bilgilerinde “küçük” bir sorun vardır. Yılmaz Güney’in göz rengi için mavi yazmaktadır. Güney, Rodos’ta pasaport kontrolü sırasında mavi gözlü adam rolünü başarıyla oynar. Görevliyle göz göze geldiği anda gözlerini kısıp genişçe gülümseyerek bembeyaz dişlerini ortaya çıkarır ve kontrolden sorunsuz şekilde geçer. Sonra uçakla ver elini İsviçre…
Peki kimdir bu Edi Hubschmid? Nasıl olmuştur da İsviçre’den Atina’ya gitmiş, bir tekne kiralayıp Kemer’e gelmiş ve Yılmaz Güney’i kaçırmıştır? Bu soruların yanıtı için filmi biraz başa sarmamız gerekiyor. Hubschmid İsviçreli bir film yapımcısıdır. Yol filminin de yapımcılarından olan Cactus Yapım Şirketi’nin ortaklarındandır. Yılmaz Güney ismi ile ilk karşılaşması, 1979 yılında Locarno Film Festivali’nde Sürü filmi ile olur. Filmden ekip olarak çok etkilenirler ve filmin İsviçre’deki gösterim haklarını almak için Yılmaz Güney’le iletişime geçerler. Önce telefon yoluyla temas kuran Hubschmid, 1980 yılının Ekim ayında Yılmaz Güney ile cezaevinde yüz yüze görüşür. Birlikte nasıl çalışacaklarını planlarlar.
Bu görüşme sırasında Yılmaz Güney Hubschmid’le bir fotoğraf çektirir ve bu fotoğrafın Hubschmid’in Türkiye pasaportu olduğunu söyler. Hubschmid, Yılmaz Güney’in ne demek istediğini anlamaz. Oysa Yılmaz Güney bu pasaportun Türkiye’de birçok kapıyı açabildiğini İmralı’dan cezaevi arkadaşı Ahmet Cebeci nedeniyle bilmektedir. Ahmet Cebeci bir bayram günü, Yılmaz Güney’den bayram harçlığını aldıktan sonra, memlekete gitmek için yola düşmüş. Memlekete gideceği otobüse son anda yetişmiş ve yer olmadığı için muavin koltuğuna oturmuştur. Şoför, Ahmet Cebeciye nereden gelip, nereye gittiğini sormuştur. Ahmet Cebeci de ne tepki alacağından çekinerek; İmralı’dan bayram izni için izinli çıktığını, iznini geçirmek için memlekete gittiğini söylemiştir. Şoför gözleri parlayarak; “O zaman sen Yılmaz Güney’i tanıyorsun” demiştir. “Tanımam mı?” diye cevaplamıştır Ahmet Cebeci ve üzerindeki mahpus tedirginliğinden sıyrılıp, gururla cebinden bir fotoğraf çıkarmıştır. Fotoğrafta Yılmaz Güney ve kendisi vardır. Tam bu sırada otobüsün muavini gelip Ahmet Cebeci’den bilet parası istemiştir. Şoför muavine dönerek, “Onun pasaportu var” demiştir. Ahmet Cebeci bu pasaportun kendisine birçok kapıyı açtığını Yılmaz Güney’e söylemiştir. İşte o pasaport, Hubschmid için de Türkiye’de birçok kapıyı açmıştır.
Hubschmid ile Yılmaz Güney arasındaki ilişki Düşman filminin kopyasının Cactus Yapım Şirketi tarafından elden geçirilip, tamir edilme sürecinde derinleşmiştir. Bu süreçte Hubschmid ile Güney Film’in İsviçre temsilcisi Nihat Behram arasında da dostluk gelişmiştir. Behram gittiği yerlere Hubschmid’i de çağırmış, birlikte farklı ülkeleri ziyaret etmiş ve farklı insanlarla temas kurmuşlardır. Hubschmid başlangıçta bu seyahatlerin turistik amaçlı olduğunu düşünse de zamanla Behram’ın Yılmaz Güney’in Türkiye’den kaçışı için bağlantı kurduğunu ve Türkiye’ye giriş çıkışında sorun yaşamayacak olmasından dolayı da kendisinin sürece dahil edildiğini anlamıştır. Hubschmid bir yandan Yılmaz Güney’in kaçış planının asli öznesi haline gelirken bir yandan da Yol’un 35 milimetrelik filmlerini temin edip Türkiye’ye getirip, ardından da filmin negatiflerini peyderpey İsviçre’ye kaçırmıştır.
İşte bu yoldaşlık, Hubschmid’i Yılmaz Güney’in kaçış planının öznesi haline getirir. Yılmaz Güney’in kaçışı planlanmıştır ama ya karısı Fatoş ve oğlu Yılmaz ne olacaktır? Karısı ve oğlu için de ayrı bir plan organize edilmiştir. İsviçre’de, Yılmaz Güney’in filminin de gösterileceği, düzmece bir film festivali planlanmış ve festivalin davetli listesine Fatoş Güney’in de ismi yazılmıştır. Fatoş ve oğlu Yılmaz bu davet yazısı ile İsviçre’ye vize almış ve ardından da Zürih’e uçmuşlardır. Böylece aile, yıllar sonra İsviçre’de bir araya gelmiştir.
Yılmaz Güney ayağının tozuyla masaya oturmuş ve Yol’un kurgusuna başlamıştır. Güney, kurgu masasına oturana kadar İsviçre’deki ekip de boş durmamıştır. Yirmi beş bin metre film yıkanmış; yıkanan filmler, klaket üzerinde yer alan sahne ve plan numaralarına bağlı kalınarak, Elisabeth Waelchli tarafından kurgulanmış ve filmin ham kurgusu 4 saate kadar indirilmiştir. Ne var ki kurgunun bundan sonraki bölümü için Yılmaz Güney’e ihtiyaç vardır. Çünkü film sessiz çekilmiştir ve diyalogları bilmeden yol almak imkânsızdır. Yılmaz Güney ve Elisabeth Waelchli 6 ay boyunca filmi ilmek ilmek kurgulamışlardır.
Görüntü kurgusu tamamlanan filmde, sıra seslendirmeye gelmiştir. Yılmaz Güney’in elinde profesyonel seslendirme sanatçısı yoktur. Bırakın seslendirme sanatçısını, Türkçe seslendirme yapacak yeterli sayıda insan bile yoktur. Bu nedenle de birçok stüdyo sürece dâhil olmak istemez. Günün sonunda Yılmaz Güney’in azmi ve kararlılığı baskın gelir ve Paris’te bir seslendirme stüdyosunu ikna etmeyi başarır. Kendi oynadığı filmler de bile sesini Abdurrahman Palay ve Hayri Esen’e emanet eden Yılmaz Güney, kısıtlılıklar nedeniyle Yol filmine sesiyle de dâhil olur. Hapishane anonsunu, Seyit Ali’den sigara isteyen yaşlı adamı ve berberi Yılmaz Güney seslendirmiştir.
Muhtemelen Zine’nin babasını oynayan görme engelli yaşlı adamın seslendirmesinde ciddi zorluk yaşamışlardır. Çünkü prodüksiyon amirinin filmde oynaması için getirdiği Bingöl’lü bir dilenci olan yaşlı adam, tek kelime Türkçe bilmiyormuş. Yaşlı adamın Tarık Akan içeri girince “Hoş geldin Seyit” demesi gerekiyormuş ama bir türlü bu üç kelimeyi yaşlı adama söyletmeyi başaramamışlar. Yaşlı adam her defasında uzun uzun Kürtçe cümleler kuruyormuş. Sonunda Şerif Gören pes ederek yaşlı adamı o haliyle çekmiş. Tarık Akan yaşlı adamın kurduğu cümleleri Türkçeye tercüme ettirince, yaşlı adamın neden ısrarla aynı cümleleri kurduğu anlaşılmış. Çünkü o da darbeden payına düşeni almış ve sürekli: “Jandarmalar geldi, beni karakola götürdüler; jandarmalar geldi, beni karakola götürdüler; jandarmalar geldi, beni karakola götürdüler; bana dayak attılar, bana dayak attılar...” diyerek meramını anlatmaya çalışıyormuş.
Filmin seslendirmesi de tamamlanınca sıra film müziklerine gelmiş. Yılmaz Güney müzikleri kime yaptıracağını en başından planlamıştır. Bu isim, Güney’in önce oyuncu olarak Sürü filminde oynatmak istediği ancak filmde oynamak yerine filmin müziklerini yapmayı tercih eden Zülfü Livaneli’dir. Livaneli, Paris’te Yılmaz Güney ile filmi izledikten sonra o dönem yaşadığı Stockholm’e dönerek stüdyoya girmiş ve müzikleri kaydetmiştir. Livaneli’nin bestelediği müziklere Kendal’ın derlediği Kürtçe ağıtların eklenmesi ile filmin müzikleri de tamamlanmış olur.
Filmin müzikleri tamamlanmış ama sıra Livaneli’nin isminin filmin jeneriğinde yer almasına gelince bir tereddüt yaşanmış. Yol ve Yılmaz Güney isimleri yan yana gelince, jenerikte ismi geçenlerin tutuklanması ya da vatandaşlıktan çıkarılması işten bile değilmiş. Bu nedenle Abidin Dino’nun önerisi ile jeneriğe farklı bir isim yazılmış; Sebastian Argol. Sebastian ismi Güzin Dino’nun sevdiği bir isim olması nedeniyle, Argol da Abidin Dino’nun Fransa haritasından beğendiği, ülkenin kuzey batı kıyısında bulunan güzel bir köy olması nedeniyle seçilmiş.
Yol filmi senaryosundan çekim sürecine, kurgusundan seslendirmesine kadar her aşamadaki zorluklar aşıla aşıla son halini almış ve 1982 yılında Cannes’da Altın Palmiye ile ödüllendirilmiştir. Bu süreçte Yılmaz Güney’in mide kanseri ilerlemiştir. Kimseye ölümden söz etmese de zamanının azaldığının farkındadır… Kalan ömründe neredeyse tamamı amatör çocuk oyunculardan oluşan son filmi Duvar’ı bitirmeyi başarmış; İspanya İç Savaşı arka planında geçecek bir aşk filminin çekim mekânlarını belirlemek için İspanya’ya gidip dönmüştür. Ancak o filmi çekmeye soluğu yetmemiştir.
Ölüm, Yılmaz Güney’i 9 Eylül 1984 günü hastane odasında yakalamıştır. Güney gözlerini yaşama kapamadan önce, kaldığı hastane odasının duvarlarındaki çatlaklardan yeşererek gökyüzüne yükseldiğini gördüğü sarmaşıkları yakalamaya çalışmış ama tutunmayı başaramamıştır. “Ben cezaevinden kaçtım, Türkiye’den değil” diyerek Türkiye’ye dönme umudunu hep diri tutan Yılmaz Güney, maalesef bir daha bu topraklara dönememiştir. Resmi verilere göre 47, gayrı resmi verilere göre 53 yaşında aramızdan ayrılmış ve Pere Lachaise Mezarlığının 62. kısmına defnedilmiştir…
Meraklısına not: Yol filminin müziklerini dinlemek isterseniz buradan ulaşabilirsiniz. Edi Hubschmid Yılmaz Güney’in cezaevinden kaçış serüvenini ve sonraki yaşamını 215 fotoğraf eşliğinde anlattığı Yol: Bir Sürgün Hikayesi adlı bir kitap yazmıştır. Yazar kaçış sürecine dahli olanların başına bir şey gelmemesini garanti altına almak için kitabı en az 10 yıl sonra basmayı planlamış olsa da kitap Türkçe, Almanca ve Kürtçe olarak ancak 2017 yılında basılabilmiştir.
- Vadedilmiş harfler 10 Ekim 2024 10:21
- Umut ayracı 26 Eylül 2024 10:24
- Fenike’den Marsilya’ya, uzodan rakıya… 12 Eylül 2024 12:41
- Bütün yollar Rom’a çıkar 29 Ağustos 2024 10:33
- Bitiş çizgisi 15 Ağustos 2024 04:54
- Çayın yolculuğu 01 Ağustos 2024 08:30
- Kafatası çağı 18 Temmuz 2024 10:00
- Çok kapılı oda 08 Temmuz 2024 10:44
- Yoldan sonra 28 Haziran 2024 09:23
- Bir “Yol” Hikayesi 30 Mayıs 2024 13:20
- İçimizdeki İrlandalı 16 Mayıs 2024 12:53
- İşçiler marş söyleyerek sahneye girerler… 01 Mayıs 2024 10:10
- Emek bizim, söz bizim… 26 Nisan 2024 04:30
- Sol açık 18 Nisan 2024 11:30
- Kader kapıyı çalınca… 04 Nisan 2024 12:45
- Bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin 21 Mart 2024 04:30
- İkiyüzlü ahlak kumkumalığı 07 Mart 2024 13:48
- Elde kaldı hüzün… 22 Şubat 2024 13:32
- Tüfenk üçlemesi: Mavzer 01 Şubat 2024 10:47
- Tüfenk üçlemesi: Aynalı Martin 18 Ocak 2024 11:50
- Tüfenk üçlemesi: Filinta 04 Ocak 2024 13:45
- Gayrı döner oldum 21 Aralık 2023 14:58
- Kayyum rejimi 07 Aralık 2023 12:54
- Kimdi giden kimdi kalan 23 Kasım 2023 11:01
- Eni vici vokke 02 Kasım 2023 13:04
- Şeytanın ışıltısından insanlığın karanlığına 19 Ekim 2023 09:52
- Dayanışma ezilenlerin inceliği midir? 28 Eylül 2023 12:20
- Amerikan İç Savaşı'ndan İngiltere'ye gariptos ağaçlarının hışırtısı 14 Eylül 2023 11:12
- Cehennemin kapısından Bakırköy’ün avlusuna… 31 Ağustos 2023 10:22
- Irgatın Türküsü 17 Ağustos 2023 11:32
- Yüksek Kaldırım’dan Leningrad’a bir şehrin faşizme karşı direniş senfonisi 03 Ağustos 2023 11:46
- Mississipi’den Feshane’ye derinlik ve güvenlik meselesi 20 Temmuz 2023 04:07
- Birimize bir şey olursa ne yaparız? 06 Temmuz 2023 11:31
- Mordan öte 22 Haziran 2023 12:22
- Hakikat bükücülüğü 08 Haziran 2023 11:11
- Umut yorgunluğu 25 Mayıs 2023 10:44
- “Winner” ceket mütevazı mutfağa karşı 11 Mayıs 2023 11:11
- Savaş naraları 27 Nisan 2023 10:10
- Bellek oyunları 13 Nisan 2023 10:50
- Maraş, bahtı gara Maraş 23 Mart 2023 10:48
- Aradığınız devlet bulunamadı 02 Mart 2023 12:22
- Deprem değil, binalar öldürürmüş (!) 16 Şubat 2023 08:42
- Katil uşak 02 Şubat 2023 11:01
- Suyun kokusu 19 Ocak 2023 13:45
- Timsah armudu 05 Ocak 2023 10:27
- Yılın sözcükleri 22 Aralık 2022 11:09
- Franco’dan bugüne Dünya Kupalarından elimizde kalanlar 08 Aralık 2022 11:45
- Şah mat 24 Kasım 2022 09:19
- “Gördük biz bu filmi” 10 Kasım 2022 10:54
- Hakikat yolcusu 30 Ekim 2022 11:20
- Anlatılamamış masallar 27 Ekim 2022 10:14
- "In vino veritas" diğer bir deyişle "Hakikat şaraptadır" 13 Ekim 2022 11:07
- Suskun notalar 29 Eylül 2022 11:12
- Güney Kutbunun yeniden keşfinin hüzünlü hikâyesi 15 Eylül 2022 11:09
- “Sen ben Lenin” Bir de Ahmet Abi. 01 Eylül 2022 10:39
- Börklüce’den günümüze Eyyamı Bahur ya da namı diğer Köpek Günleri 18 Ağustos 2022 10:59
- Dünyanın eksenini kaydıran Hindistan’ın küçük cevizi 04 Ağustos 2022 10:39
- Dünyanın tadı baharı 21 Temmuz 2022 08:40
- Menekşe kokusu 07 Temmuz 2022 04:24
- İnsan kokusu 23 Haziran 2022 04:12
- Tiryak-i 02 Haziran 2022 11:37
- Bahar karşılama 19 Mayıs 2022 06:26
- Hıdırellez ateşi 05 Mayıs 2022 01:05
- Yelkenler fora 21 Nisan 2022 05:20
- Sözün gücü 07 Nisan 2022 06:05
- Lombardiya’dan Ukrayna’ya kemanın tınısı 24 Mart 2022 05:34
- Zeytinin hükmü 10 Mart 2022 05:55
- Geççek 24 Şubat 2022 05:15
- Allasen söyle nedir aşkın aslı astarı! 09 Şubat 2022 23:45
- Erguvan kokusu 27 Ocak 2022 05:49
- (N)isyan 13 Ocak 2022 04:53
- Yaşamın ağırlığı 30 Aralık 2021 05:42
- Kuşaklar boyu insan hakları 16 Aralık 2021 05:03
- Savaşı Durduran Kadınlar: Lili ve Marlen 02 Aralık 2021 04:23
- Herkesin bir Ahmet Kaya’sı vardır 18 Kasım 2021 04:00
- Şaka mı, şeker mi, yoksa patates mi? 04 Kasım 2021 05:43
- Memeli Zeus 21 Ekim 2021 06:51
- Son Bakış 07 Ekim 2021 05:30
- Kırmızı 22 Eylül 2021 23:43
- Asuman’dan Antonis’e Ege’nin iki yakası 09 Eylül 2021 04:46
- Her ekalliyeti düşünüyorum 26 Ağustos 2021 04:04
- Dezenfektan aşkı 12 Ağustos 2021 06:12
- Nomadland’den Rosetta’ya Göçebe Ruhlar 29 Temmuz 2021 06:35
- Lavinia 14 Temmuz 2021 23:08
- Ruhumda Sızı* 01 Temmuz 2021 06:46
- “Y” 17 Haziran 2021 06:06
- Vurmayın öldüm 03 Haziran 2021 03:56
- Gözümün nuru 20 Mayıs 2021 06:11
- İmgenin suskunluğu 06 Mayıs 2021 05:56
- Ruhlar Mezbahası İyi Günler 22 Nisan 2021 03:34
- Şiirci Geldi Haaanıım… 08 Nisan 2021 00:00
- Ata Abi 25 Mart 2021 05:08
- “Yurtsama”dan “gündedün”e “nostalji”nin çağrıştırdıkları 10 Mart 2021 23:20
- Gönülçelen kelimeler atlasım 25 Şubat 2021 05:00
- Harfiyat 10 Şubat 2021 22:41
- Utanç ne yana düşer usta... 28 Ocak 2021 04:20
- “... Ve Herkes için Adalet” 13 Ocak 2021 23:15
- Yattığınız yer incitmesin… 31 Aralık 2020 04:38
- San(a)saryan’dan Su’ya Mahsus Mahaller 09 Aralık 2020 22:44
- Ölüm, adın kalleş olsun… 26 Kasım 2020 04:03
- Depremin ruhsal sarsıntısı 12 Kasım 2020 04:59
- Notaların savaşla hesaplaşması 29 Ekim 2020 05:11
- Hırsızlar mağarası 15 Ekim 2020 00:00
- İyi ki TTB var! 01 Ekim 2020 06:30
- Heybeliada Sanatoryumundaki Hayalet 17 Eylül 2020 00:02
- Otokinetik etki ve norm oluşturma 03 Eylül 2020 05:06
- Ödemişli Muzaffer’den Amerikalı Sherif’e 20 Ağustos 2020 00:51
- Uygun adım marş!… 06 Ağustos 2020 05:18
- ERK-EK 23 Temmuz 2020 04:57
- İçimdeki yangın 09 Temmuz 2020 05:18
- Dededen toruna “Barış”ın inşası 25 Haziran 2020 01:00
- Esaretten kaçan köleden hasta, kamçıdan tedavi üretmek 11 Haziran 2020 00:00
- Kerli ferli yalanlar ve sosyal uyum 28 Mayıs 2020 00:00
- Elma dersem çık… 14 Mayıs 2020 00:30
- Yaşam için ölüme yatanlar 30 Nisan 2020 02:08
- Bastırılan geri döner 16 Nisan 2020 00:00
- Miasmadan Covid-19’a sağlıkçıların salgından korunma önlemleri 02 Nisan 2020 02:49
- Şimdiki zamanda bir distopya: Covid-19 18 Mart 2020 20:30
- Şehitler tepesi 05 Mart 2020 00:30
- Özlerimize kıymayın efendiler! 20 Şubat 2020 00:30
- Acının tonu 06 Şubat 2020 00:00
- Başlarken… 29 Ocak 2020 23:20