15-16 Haziran büyük işçi direnişini İhsan Çaralan anlattı: İşçi sınıfının sermayeye meydan okuması
"İşçilerin nasıl yetişeceğini, gerçekten mücadele eden işçi önderlerinin ancak mücadele içinden çıkabileceğini göstermesi bakımından 15-16 Haziran hâlâ bize öğretiyor."
Fotoğraflar: Evrensel&DİSK arşivi
Cihan ÇELİK
İstanbul
“60’ların ikinci yarısı, fabrika işgalleri olarak kendisini ortaya koyan gelişmeler, bir yandan da işçiler arasında sosyalizm fikrinin demokrasi ve özgürlüklerle bağı, sınıf kardeşliği gibi fikirlerin yaygınlaştığı bir dönem olarak gelişir. Bu dönem, işçi sınıfının tarih sahnesine çıkarak sermayeye meydan okuduğu bir dönemdir. 1970’in 15-16 Haziran'ında ortaya çıkan büyük işçi direnişi de işte bu önemli mücadelelerin üstünde yükselir.”
15-16 Haziran’da iki büyük kentte işçilerin fabrikalarından çıkarak kent merkezlerine yürüyüşe geçtiği büyük işçi direnişini, dönemin tanıklarından Gazetemiz Yazarı İhsan Çaralan ile konuştuk.
“KAVEL GREVİ ARKASI GELECEK GREVLERİN HABERCİSİYDİ”
15-16 Haziran eylemlerine giden dönemin özellikleri, bu büyük direnişi doğuran şartlar nelerdi?
15-16 Haziran büyük işçi hareketini ortaya çıkaran koşullar, daha çok 1960'larda başlar. Çünkü, genel olarak 1961 Anayasası için şöyle devrimciydi, böyle işçiden emekçiden yanaydı denilir, aslında öyle değildir. 1961 anayasa taslağında grev hakkı yoktu. Taslak ortaya çıktığında, Saraçhane'de 200 bin işçinin katıldığı -ki o gün İstanbul nüfusu 1 milyon civarındaydı- büyük bir miting yapıldı. Bu mitingde işçiler grev hakkını koruyan maddenin anayasaya konulmasını istedi. Nitekim daha sonra grev hakkı taslağa konuldu. Ama tabii uygulanması için yasanın çıkması gerekti. Yasa çıkarılmadı, ta ki 1963 yılına kadar... Kablo üreten Kavel fabrikasında işçiler grev hakkının tanınmış olmasına dayanarak greve çıktılar ama yasa olmadığı için hükümet grevi yasa dışı saydı. Bu yasa dışı grev 80 günden fazla sürdü. Sonuçta grev hakkı Meclis’te çıkarıldı. Yani işçiler 60’lı yılların başından itibaren, 61 Anayasasının gündeme gelmesiyle birlikte tarih sahnesine çıktılar. Kavel grevi aslında arkası gelecek grevlerin habercisiydi.
SENDİKAL BÜROKRASİYE KARŞI SINIF SENDİKACILIĞI
Bu dönemin bir özelliği de 1952’de kurulan Türk-İş’in kuruluşundan itibaren savunduğu “grevsiz sendika” çizgisidir. 1967 yılında işbirlikçi sendikacılık, siyasetler üstü sendikacılık veya siyaset dışı sendikacılık, partiler üstü sendikacılık gibi absürt ifadelerle kendisini tarif eden Türk-İş’e karşı DİSK, mücadeleci sendikacılık, sınıf sendikacılığı çizgisini savunduğu iddiasıyla konfederasyon kurdu. DİSK işe, mücadeleci işçilerin sendikası olarak başladı.
Nitekim yine bu yıllarda Türk-İş’in içindeki 12 sendikacı tarafından TİP kurulmuştu (1961). İşçiler arasında artık sosyalizm, dayanışma, ortak mücadele, burjuva sınıfı, işçi sınıfı gibi sosyalizmi çağrıştıran kavramlar kullanılmaya başlandı. Eş zamanlı olarak hem DİSK’in etrafında sınıf mücadeleci bir sendikacılık anlayışı gelişirken, aynı zamanda işçiler arasında sosyalizm fikri hızla yaygınlaştı.
Bu dönemde işçilerin eylemleri Türk-İş’ten DİSK’e geçme mücadelesiydi. Yani Türk-İş patronlarla aynı tarafta ve her tür işçi kıpırdanışına patronlardan bile daha açıkça karşı çıkan bir konumdaydı. Dolayısıyla işçiler sendika bürokrasisine karşı bir mücadele yürüttüler ve fabrikaları işgal ettiler. Önce patronlar sonra sendika bürokratları geri adım atmak zorunda kaldı. İşçilerin DİSK’e geçişi engellenemedi.
60’ların ikinci yarısı, fabrika işgalleri olarak kendisini ortaya koyacak gelişmeler, bir yandan da işçiler arasında sosyalizm fikrinin demokrasi ve özgürlüklerle bağı, sınıf kardeşliği gibi fikirlerin yaygınlaştığı bir dönem olarak gelişti. Bu dönem, işçi sınıfının tarih sahnesine çıkarak sermayeye meydan okuduğu bir dönem oldu. 1970’in 15-16 Haziran'ında ortaya çıkan büyük işçi direnişi de önceki yıllardan gelen önemli mücadelelerin üstünde yükseldi.
FABRİKA İŞGALLERİ: İŞÇİ, ÖĞRENCİ VE HALK KUŞATMASI
Bu dönemde özellikle öğrenci gençliğin işçi hareketini desteklediğini, birlikte hareket ettiğini görüyoruz. Bu bağ nasıl kuruldu?
Sosyalizm fikri dönemin öğrenci gençliği arasında da yaygınlaşmıştı.
Örneğin DİSK’e geçmek isteyen işçiler önce DİSK’e gitmiyordu. Tersine DİSK’e geçmiş fabrikadaki ya da işgal edilmiş fabrikalardaki işçilerle bağ kurup onların desteğini istiyorlardı ve o desteği aldıktan sonra harekete geçiyorlardı. Fabrikadaki ileri işçiler de devrimci öğrencilerle bağ kuruyor ve eylemlerini haber veriyorlardı. Öğrenciler sendikacılardan bile önce fabrikanın işgal edileceğinden haberdar olurlardı.
Fabrika işgali işçiler açısından en sık başvurulan eylem yoluydu. Çünkü öbür türlü mahkemeye başvursa, sendika değişikliği yapsa, oylama, mahkemenin uzaması vardı. Hem birtakım teferruatları ortadan kaldırmak ve hem de en etkili ve sonuç alıcı bir eylem olması bakımından en yaygın kullanılan eylem biçimlerdendi bu yüzden. 4-12 vardiyası çıkmaz, 12 vardiyasıyla birleşerek fabrikayı işgal ederlerdi. İşgale ilk giden öğrenciler olurdu. Bildirileri pankartları ile işçilere desteklerini ifade ederlerdi. Arkasından jandarma, polis fabrikayı kuşatır, onun arkasını da sabah saatlerinde gelen işçi aileleri, mahalle halkı kuşatırdı. Aileler polislerle, jandarmayla tartışırlar, yakınlarına yiyecek götürmek isterler, içeriyi merak ettiklerine dair bir diyalog sürüp giderdi. Herkes evinde ne varsa, sandalyesinden yiyeceğine kadar götürür oraya koyardı. Ta ki işgal sona erene kadar. Nitekim o zaman Sungurlar, Demir Döküm, Arçelik gibi büyük fabrikalarda hep sendika değişiklikleri bu tür işgallerle gerçekleşti.
EN BÜYÜK DARBE, İLERİ İŞÇİLERİN ‘KARA LİSTE’ İLE TASFİYESİYDİ
Yükselen mücadele karşısında hükümet ve patronlar ne yaptı?
Fabrika işgalleri, mücadeleci işçi yığınları ve işçileri politize eden birtakım gelişmelerle birleştiği zaman bu büyük bir korku olarak yansıdı burjuvazi saflarına. Bunun sonucu olarak da parlamentoda sendika yasaları değiştirildi. Değişikliğin merkezinde DİSK’e bağlı sendikaların yetkisizleştirilmesi vardı. Bu, Maden-İş dışındaki bütün DİSK’e bağlı sendikaları etkisiz hale getiriyordu. 15-16 Haziran bu yasal değişikliğe karşı yapılan bir eylemdi.
Sendikacılar iş yerlerinde, makine başında oturarak eylem yapılması kararı aldı. İşçiler 15 Haziran’da makine başında oturmak yerine yerellerde sokağa çıktılar, fabrikaları civarında yürüyüşler yaparak yasayı protesto ettiler. 16 Haziran'da ise Gebze'den, Adapazarı'ndan Kocaeli’ye doğru yürüyüş başlattılar. İstanbul'da çeşitli sanayi bölgelerinden Levent’ten, Haliç’ten Taksim'e doğru; Tuzla'dan ise Kadıköy'e doğru yürüyüşe geçtiler. Bu yürüyüşler büyük ölçüde bir fabrikadan başladı ama yol boyunca çeşitli fabrikalar yürüyüşe katıldı. Sadece DİSK değil, Türk-İş’e bağlı birçok fabrikadan da işçiler bu yürüyüşlerde yer aldı. Çünkü hem sürece yakınlık duyuyorlardı hem de kendileri henüz DİSK’e geçmemiş olsa bile yakın bir gelecekte kendilerinin de fabrika işgalleri sürecine katılacaklarını tahmin edebiliyorlardı.
Yol boyunca çatışmalar da oldu. Üç işçi hayatını kaybetti. Kadıköy'deki yürüyüşün başındaki işçiler ertesi gün Taksim'de buluşma kararı alarak dağıldılar. Levent, Haliç, Topkapı tarafındaki sanayi bölgelerinde de aynı karar alındı. Ancak akşam sıkı yönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Ertesi gün bir eylem yapılamadı. Sonrasında gözaltılar yaşandı. İşçi temsilcileri ve sendika yöneticilerinin bir kısmı tutuklanarak yargılandı.
Dönemin DİSK Başkanı Kemal Türkler eylemlerin en yoğun olduğu, çatışmaların devam ettiği saatlerde, “anarşistler işçileri kışkırttı” diyerek işçilere eve dönün çağrısı yaptı. Mücadelede öne çıkan bazı sendikacılar ve ileri işçiler yargılandı. Önceki yıllardan deneyim kazanmış, mücadelenin öncüsü olmuş 4 bin 500 işçi işten atıldı, kara listeye alındı. Bir daha başka bir fabrikada işe giremediler. Bana göre işçi sınıfına en büyük darbe, sıkı yönetim ilan edilmesi ya da bazı işçilerin yargılanması değildi; esas olarak kara listeye alınan mücadeleci işçilerin mücadele alanının dışına itilmesiydi.
SIKIYÖNETİMİN İLANI ÜZERİNE SINAVLARI BOYKOT ÇAĞRISI
Siz de 15-16 Haziran direnişinde İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Öğrenci Birliğinin Genel Sekreteriydiniz. Eylemlerin ertesi günü gözaltına alındınız, ardından yargılandınız hatta. Üniversite gençliğini işçilerin yanında yürüten sebepler nelerdi? Nasıl bir dayanışma örgütlediniz?
Sosyalizm, eşitlik, emperyalizme karşı mücadele, Küba devrimi, Vietnam devrimi gibi güncel gelişmeler öğrencilerin olduğu gibi işçilerin ileri kesimlerinin de gündemi oluyordu. O dönemin işçi partisinin ilçe binalarında da çeşitli fabrikalardan gelen işçiler toplantılara katılıyordu. Gençler okuduklarından tartıştıklarından işçi sınıfı ve sosyalizm arasında bir bağ olduğunu ve işçi sınıfının tarihsel bakımdan insanlığı, aynı zamanda kendini kurtarırken insanlığı da kurtaracak bir sınıf olduğunu biliyordu. İşçilerle devrimci gençlik mücadelesi, dolayısıyla devrimci gençlik şahsında antiemperyalizm ve demokrasi mücadelesi ile işçilerin sendikal mücadeleleri arasında sıcak bağların oluştuğu bir dönemdi.
16 Haziran gecesi sıkı yönetimin ilan edilmesi üzerine öğrencileri sınavları boykot etmeye çağırdık. O sabah saat altıda aldılar beni. Gece telefonlar dinlenmiş. Telefon dinleme meselesi, şimdiye ait bir teknoloji sorunu değil, adamlar o zamandan beri bunu kullanıyorlar. 7-8 gün gözaltında kaldıktan sonra mahkemeye çıkarıldık, sendikacılar ve öncü işçilerle aynı davada yargılandık. Dinlemeyi de bu sürecin sonunda öğrendim.
Boykot kararı üzerine 7 bin küsür öğrencisi bulunan üniversitede bir kişi hariç kimse sınavlara girmedi. Bu önemlidir çünkü öğrenciler, özellikle son sınıf öğrencileri neredeyse bir yıl kaybetmeyi göze almış olarak boykota katılmışlardı. O zaman teknik üniversitedeki öğretim üyeleri fazla siyasetle uğraşmazlardı. Ama öğrencilerin bu tutumu karşısında sınava girmeyen öğrenciler için iki sınav hakkı tanımışlardı.
“15-16 HAZİRAN HALA ÖĞRETİYOR”
Bugün 15- 16 Haziran'ı konuşmamızın, yeniden anmamızın önemi nedir? Bugüne ne söylüyor?
En önemli yanı sermaye ile uzlaşmacı, reformcu sendikacılık anlayışına karşı mücadeleci bir sendikacılık çizgisinin egemen olması. Bugün bize işçilerin nasıl yetişeceğini, gerçekten mücadele eden işçi önderlerinin ancak mücadele içinden çıkabileceğini göstermesi bakımından 15-16 Haziran hala bize öğretmektedir. En önemli ders, mücadele eden, belki sayısal bakımdan az olan ama dönemin gelişmeleri içinde ileride olandan yana tutum almış ve geleceği temsil eden değerleri savunan işçilerin, bu kitle ile birleştikleri ölçüde yenilmez olacaklardır, yıkılmaz olacaklardır.
Sendikal bürokrasiye karşı mücadelede işçinin karar alması, ileri işçilerin önderliğindeki mücadelelerin başarıya ulaşabileceği, bunun için de işçilerin bu mücadele içinde yer almaları, talepleri etrafında birleştirilmeleri meselesi önemlidir. O gün işçiler fabrika işgalleri biçiminde buldukları çözüm üzerinden ilerlediler.
Bugün fabrika işgallerine varacak mücadele biçimlerinin yanı sıra sokak eylemlerinin o günden daha fazla önem kazanacağını söyleyebiliriz. Sanayi bölgelerinin şehir dışına kurulmuş olması, servisler vs. gibi birçok teknik sorunlara karşı bugün daha yeni biçimlerin eklenmesi gerektiği ortadadır. O gün fabrikaların önüne gitmek kolaydı bugün daha da zorlaşmıştır ancak iletişimin ve sosyal medya üzerinden başka seçeneklerin ortaya çıkmış olması kolaylaştırıcı yan olarak önümüzde durmaktadır.
Sendikal bürokrasi egemenliği hala sürmektedir. Ama ben bugün o günkü kadar güçlü olmadığını düşünüyorum. Yetkileri bakımından daha güçlü görünmektedirler ama bugün daha zayıftır. En küçük işçi tepkisi karşısında bile ne yapacağını bilemez duruma gelebilmektir. İşçinin küçük müdahaleleri bile sendika bürokrasisi saflarında önemli dalgalanmalar yaratabiliyor. Ayrıca işçi sayısının o günkünün neredeyse 6-7 katına çıkmış olmasını da bir avantaj olarak görüyorum.
Bugünün elbette, tarikatların, cemaatlerin etkisi, burjuva siyasi partilerin işçiler arasındaki çalışmaları, sendikal bürokrasinin birçok gerici partiyle içli dışlı hale gelmesi gibi zorlukları vardır. Ama bütün bu zorluklara karşı duyulan karamsarlık bence dönemseldir. Hatırlarsınız Tekel işçilerinin Ankara yürüyüşü oldu, 4 bin işçi katıldı eyleme. İşçi sınıfından umudunu kesmiş ne kadar çevre varsa “Vay bize işçiler yeniden şey Marx’ı hatırlattı” diye yazdılar. İşçi hareketi içinde de ciddi bir özgüven gelişti.
Son 2015 Metal direnişinde gördük ki işçiler bir anda ve çok kısa zamanda örgütlenebildi. Şimdi de öyle. Bir yerde hareketlenme olduğu zaman akıl almaz bir biçimde ve kısa zamanda aynı taleplerle birleşebiliyorlar. Metal fırtınada üç gün içinde bütün işkolunda on binlerce işçiyi kapsayan bir direnişe dönüşebildi. Metal direnişinden bir yıl sonra işçiler eylem yaptı, ne istiyorsunuz dediklerinde “Bursa'daki işçilerin istediğini istiyoruz” diyorlardı. Bir yıl önceki talebi dile getirdiler. Nasıl ki karamsarlık yayılıyorsa mücadelede bu karamsarlığı aşan bir coşku, mücadele coşkusu, fabrikaları işgal etmeye varan girişimler de sürüyor. Bu bir tesadüf değildir. Tersine bugün iletişimin geldiği boyutlar ve taleplerin düne göre çok daha fazla ortaklaşması dikkate alındığında mücadelenin çok daha hızlı yayılabileceğini söyleyebiliriz.
Böyle bir hareket için çalışmaların bugünden yapılması, işçilerin bugünden birleştirilmesi, bu talepler etrafında muhtemel bir gelişmenin olabileceğini dikkate alarak çalışmanın yapılması, taleplerin arkasında örgütlenmenin önemine dikkat çekilmesi gerekir. Taleplerimizi belirleyelim demek ise; o talebe evet diyen işçinin aynı zamanda o talep için mücadelesinin örgütlenmesi demektir. Mücadele yükseldiğinde işçi harekete geçtiğinde o kadar avantajlı olacaksındır.
"İŞÇİ TALEBİNİN ETRAFINDA BİRLEŞMİŞSE YENİLMESİ MÜMKÜN DEĞİLDİR"
Açlık sınırındaki emeklilere “bütçe yok”, ücretleri eriyen işçilere “temmuzda asgari ücrete zam yok” diyor iktidar. Bugün insanca yaşayacak bir ücret talebi etrafında mücadelenin koşulları uzak mı?
Biz her zaman işçinin birleşince yenilemeyeceğini söyledik, ki bu ne bir palavradır ne de işçiyi gaza getirmek için söylenir. Bütün bu işçi mücadelelerinden çıkarılan dersin belki en önemli yanı odur. Yani eğer işçi talebinin etrafında birleşmişse yenilmesi mümkün değildir. Yeniliyorsa bir zayıflık olduğundan yenilir ya da başka koşullara bağlı olarak yenilir.
Bugün bakımından asgari ücret milyonlarca işçiyi ilgilendiriyor. Eğer kafası olağanüstü karıştırılmamışsa, kim istemez asgari ücretin yoksulluk sınırı üzerine çıkarılmasını. Ama sadece istemek yetmez aynı zamanda bunun için birleşmek ve mücadele etmek de gerekir. Ara zam talebi önemlidir. Ama bu talep arkasına bir işçi tepkisini almazsa, bunu çeşitli biçimlerde işçiler gösteremezlerse hükümetin ara zam yapmasını beklemek gerçekçi değildir.
Sendikalar bugün asgari ücret meselesine laf etmekten imtina ediyorlar. Hatta bazen aleyhine konuşuyorlar. İki yıl önce asgari ücrete ilk kez temmuz zammı yapılacağında buna karşı çıkan ilk sendikacılar oldu, “Ara zam da neymiş, biz senelik yapıyoruz” dediler. Sonra baktılar işçi tepki veriyor, döndüler. Şimdi bu sene de aslında “Ara zam yapılmaz, yapılamaz” diyorlar, hükümetin ekonomik programı var bundan yapılamaz gibi bir gerekçeye sahipler. Ama bunu söyleyemeyecek kadar da iki yüzlüler.
İktidarın önünde bir seçim olmaması elini kolaylaştırıyor ama yerel seçimde aldığı yenilgi üzerine “Bu millet de bize tokat atmayı da öğrendi” korkusu da var. İktidar eskisi kadar dirençli değil. Yerel seçimi kazanmış olsaydı “Önümüzde dört yıl daha seçim yok” diye şimdi meydanlarda dolaşıyor olurlardı, ama meydanlarda dolaşacak durumda değiller. O bakımdan zayıf bir döneminde. Ancak asgari ücretli işçi de tepkisini henüz ortaya koymuş değil.
Bugün petrol işçisiyle, tekstil işçisinin talepleri neredeyse birbirine yaklaşmıştır. Birçok sektörde ortalama işçi ücreti asgari ücrete yaklaşmış durumda. Dolayısıyla taleplerin yaklaşması, mücadele edecek kesimlerin birleşmesinin nicel sayısını da artırıyor. Bu nicel büyüme, nitel büyümeye de yol açacak kadar ileri boyutlara gelmiş bulunuyor.