Yükseltilen mülteci düşmanı ses kimin sesi?
"Türkiye işçi sınıfının yığınla sorunu var. Ama yerli emekçiler kendi zorlu sorunlarının yanında, sınıf kardeşi olan göçmen işçileri de yanlarına almak zorunda."
Fotoğraf: Sevda Karaca/TBMM- Mülteci görseli/Pexels
Sevda KARACA
Emek Partisi Gaziantep Milletvekili
Geçtiğimiz günlerde Gaziantep Kulübü Alleben toplantıları kapsamında yapıldığı söylenen “Şehrimizde değişen Nüfus Yapısı ve Etkileri” başlıklı tartışmanın sonuç metni yayımlandı.
Metinde 41 kurumun imzası var; aralarında Güneydoğu Sanayici İş İnsanları Federasyonu, Gaziantep Birleşik İş İnsanları Derneği, Uluslararası Sanayiciler ve İş Adamları Derneği gibi patron örgütleri olduğu gibi şehrin emek ve meslek örgütleri de var. Bu toplantıya bu 41 kurumun bizzat katılıp kendi çalışma alanlarından bilgi ve belgeleri ne kadar paylaştıklarını bilmiyoruz. Ancak metindeki istatistiki verilerin neredeyse tamamının 2020 yılında hazırlanan “Suriyeli Yatırımcıların Gaziantep Ekonomisine Etkileri Analiz Raporu”ndan alıntılandığını, hatta bu rapordaki pek çok ifadeye değiştirilmeden metinde yer verildiğini görüyoruz. Bu raporun esasen Suriyeli göçmenleri ucuz ve niteliksiz işgücü ihtiyacını karşılama deposu olarak gören, Suriyeli yatırımcıların şehrin ihracat payındaki yerini öven, Suriyeli göçü ile kentteki ihracata dayalı ekonomik büyüme arasındaki bağı olumlayan bir rapor olduğunu söylemek isterim.
Bir yanı patron temsilcileri, diğer yanı emek ve meslek örgütleri olan imzacıların hazırladığı bu metin, bir yandan Suriyeli işgücünün hak arayamayan (ararsa problem haline gelen) ucuz iş gücü olarak kutsayıp Suriyeli patronlarla rekabeti dert olarak dillendirirken, bir yandan da kentin sürekli derinleşen sorunlarının ana nedeni iktidar politikaları ve sermayenin gözü doymazlığı değilmişcesine Suriyelileri hedef haline getiren eklektik bir metin. Dolayısıyla böylesi çelişkilerle dolu olması kaçınılmaz.
EMEK VE MESLEK ÖRGÜTLERİNİN SORUMLULUĞU
En sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim; bu metinde Gaziantep’in emek ve meslek örgütlerinin imzasının olması kabul edilemez.
Birinci neden şu;
Eğer bir kenti temsil eden emek ve meslek örgütleri yaptıkları açıklamalarda “Suriyeliler geldi huzur bozuldu, bütün sorunların kaynağı mülteciler” anlamına gelecek tespitler yaparlarsa, varoluşlarının esası olan sorumlulukları, bilimsel bilgiye dayalı veri sunma, toplumcu yaklaşımla sorunları ele alma ve sorunların kaynağındaki politikaları açıklıkla ifade etme sorumluluklarını yerine getirmiyor demektir. Emek ve meslek örgütlerinin kendi çalışma alanlarındaki veri ve bilgiyi toplumsal ve siyasal bir sorumluluk süzgecinden geçirerek paylaşması gerekir. Metinde imzası olan kurumların hangi verilerle ve bilgilerle bu tespitleri yaptığı belirtilmediği gibi, ifade edilenlerin emek ve meslek örgütlerine yakışan bir sorumlulukla, bilimsel veriler, evrensel insan hakları ve yetkin saha bilgisine uygun biçimde ortaya konmadığı açık. Açıkçası; metin patron örgütleriyle emek ve meslek örgütlerinin perspektifleri, dertleri ortakmışcasına, patronların çıkarlarında ve bakış açılarında eklektik bir biçimde birleştirilmiş.
İkinci neden ise şu:
Böylesi netameli konularda kenti temsil ettiği iddiasındaki kurum ve kişiler toplum içinde bilgisizliğe ya da bilinçli dezenformasyana dayanan söylemleri yeniden üretiyorlarsa, bu zaten kırılmaya çok müsait olan sosyal fay hattını tetiklemek anlamına gelir. Şu unutulmamalı; sorunların nedenlerini, sorumlularını açıklıkla ifade etmeden sonuçlar ve genel görünümler üzerinden çıkarımlar yaparak, düşmanlığı ve nefreti tetikleyecek ibarelerle tepki göstermek, kentte yaşanacak ağır olayların da sorumlusu haline gelmek demektir. Emek ve meslek örgütlerinin toplumsal sinir uçlarındaki meseleleri halka zarar verecek biçimde ele almamak gibi bir sorumluluğu olduğunu hatırlatmak isterim. Bu açıklamayı hiçbir süzgeçten geçirmeden, şehirdeki sinir uçlarını kaşıyan Zafer Partisi gibi düşmanlık üretme merkezlerinin söylemleriyle benzer söylemlerle popülist politikalara yedeklenen muhalefet partisi temsilcileri de aynı sorumluluğa hatta daha fazla sorumluluğa sahip.
Bu tehlikeli eşikte, kentte yükseltilmek istenen ve can yakacak sıcak bir hatta giren mülteci düşmanlığının ortaya çıkarabileceği sonuçları öngörerek hareket etmek ise, bu kente, bu kentin halklarına karşı sorumluluk duyan herkesin görevidir. Beni bu yazıyı yazmaya iten temel sebep de işte bu görev ve sorumluluk.
MESELE DÜNYADA YÜKSELEN IRKÇILIĞIN PARÇASI OLMAMAKTA
Türkiye’de, özellikle de Antep’te büyüyen mülteci sorununun sosyal bir sorun olduğu kadar siyasi bir sorun haline de geldiği açık. Bunu yalnızca ilk akla gelen biçimde, iktidarın ve muhalefetin siyasi sorumluluğu anlamında söylemiyorum. Göçmen ve mülteci düşmanlığı, tüm dünyada yükselen aşırı sağın en temel argümanlarından biri. Son yıllarda çeşitli politik özneler, dünyadaki bu ırkçı yükselişin yerel uzantıları olarak sahneye çıkıyor. Bunlar, tüm dünyada halkın geniş kesimlerinin sermayenin yarattığı büyük ekonomik, toplumsal, siyasal sorunlar karşısında büyüyen öfkesini sorunun asıl sorumlularına değil, yanlış düşmanlara yöneltmenin aparatı haline geliyorlar. İşte Avrupa Parlamentosu seçimlerinin sonuçları ortada. Bu ırkçı, gerici, göçmen düşmanı, hatta kadın düşmanı politik öznelerin güç kazanmasıyla, sorunların asıl kaynaklarına yönelecek toplumsal bir mücadelenin, ilerici bir mücadelenin önüne geçilmek istendiği açık.
Görünen o ki, ülkenin en büyük işçi havzalarından biri olan Antep’te de halkın, kent emekçilerinin büyüyen öfkesini yanlış nedenlere, yanlış öznelere yöneltmenin arayışı söz konusu. Biz bunu yeni yaşamıyoruz. Bunu sadece bu açıklamada da görmüyoruz.
Genel seçimlerde ırkçı faşist Zafer Partisinin liderinin Antep’ten aday olması, kendisi işyerinde mülteci işçileri üç kuruşa çalıştırırken kent meydanında “Suriyeliler gönderilsin” diye imza toplayan il başkanlarının ırkçı ayrımcı söylemlerini her vesileyle ortaya saçması, Antep ile özdeşleşen AKP’li yerel yöneticilerin yarattığı büyük sorunlar ortada dururken ve güç kaybederlerken sorunu mültecilere yönelterek hedef şaşırtma girişimleri, kentte iktidar politikalarının ve Antep sermayesinin doymak bilmez kar hırsı sonucunda büyüyen ekonomik sorunların halkta ciddi tepkiler yaratmasının önüne geçmek için, emekçileri bölmek üzere yükseltilmeye çalışılan milliyetçilik ve hatta ırkçılık malumumuz.
Eğitim, sağlık, istihdam, alt yapı, sosyal hizmetler açısından zaten ciddi sorunlar yaşayan kentin büyük Suriyeli mülteci nüfusu kaldıramıyor olması elbette bir sorun. Soruna hem sosyal hem ekonomik hem de siyasi bakımdan eğilmek ve çözüm yolları aramak gerekirken, toplumda gerici çevrelerin bile isteye dolaşıma soktuğu argümanlarla konuşup tartışmak, sadece kısa vadede değil, uzun vadede de sorunların büyümesine neden olur.
Açık ki emek ve meslek örgütleri göçmen ve mülteci sorununda taraf olmak zorundadır. Bu sorunun halk düşmanı politikalarla ele alınıp kullanılmaması, emek ve meslek örgütlerinin mücadele gündemi olan temel sorunları tartışmanın önüne geçmemesi, gerçek çözümler için gerçek bir talepler mücadelesinin konusu olması kaçınılmaz bir sorumluluk. Ancak, bu toplantının sonuç metninde, imzacı emek ve meslek örgütlerinin yanlış tarafta konumlandığını görüyoruz. Yerli ve göçmen tüm halka dayatılan ve esasen iktidarın politik tercihlerinin sonucu ortaya çıkan sorunlara karşı emek ve demokratik kitle örgütlerinden beklenen, sorunun esas kaynaklarına işaret ederek, eşitlik ve dayanışma temelinde sorunlar arasında bağ kurmak iken, emek ve demokrasi mücadelesi içinde kendine asla yer bulmaması gereken nefret söylemleri ve hatalı eğilimler dolaşıma sokuluyor.
ANTEP GERÇEKLERİ: SORUMLULAR YERİNE MÜLTECİLER HEDEFTE
Göç İdaresinin son verilerine göre, sayı olarak en çok Suriyeli barındıran şehir 530 bin 748 kişi ile İstanbul. İstanbul’u 429 bin 183 kişi ile Gaziantep, 273 bin 790 kişi ile Şanlıurfa takip ediyor. Oran olarak Suriyelilerin en yoğun olduğu şehir ise yüzde 31,2 ile Kilis. Suriyeli nüfus yoğunluğunda Kilis’i yüzde 16,6 oran ile Gaziantep takip ediyor.
Suriyeliler’in 2020 itibari ile sadece 12.464’üne Gaziantep’te ikamet izni verilmiş durumda. Suriyelilerin yüzde 83’ü kısa dönemli ikamet izni alırken, yüzde 12’si çalışma iznine sahip. Dolayısıyla Gaziantep’te yaşayan Suriyelilerin yaklaşık yüzde 97’si geçici koruma kapsamında ve yardıma bağımlı bir şekilde yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Antep’te halkın geniş kesimleri hükümetin “Suriyelilere Türkiye vatandaşlarına davrandığından daha iyi davrandığını” düşünüyor. Bu, bizim günlük hayatta gördüğümüz, sürekli duyduğumuz bir şey iken, aynı zamanda araştırmalarda ve saha çalışmalarında da ortaya çıkan bir gerçek. Peki, bu algı halkta nasıl ve neden oluştu? Eğitim ve sağlık göstergeleri açısından Gaziantep’in içler acısı durumu, yetersiz okullar, nüfusa yetmeyen ve sağlık sisteminin batması nedeniyle erişilemez hale gelen sağlık hizmeti, yerli işçilerin işçi öğütme makineleri haline gelen fabrika ve işyerlerindeki korkunç çalışma düzenine mülteci işçiler gösterilerek razı edilmeye çalışılması, kentin milyarlık yerel bütçesinin sadece ranta harcanması, yoksul mahallelerin 19. Yüzyıl koşullarında bırakılması, rant merkezi haline gelen kentte barınma koşullarının kötülüğü, belediyelerin toplumsal ihtiyaçlar için değil yandaş kayırma, rant büyütme için harcadığı paralar yüzünden esas sorunların çözümsüz kalması... Çalışan nüfusun ücretlerinin ailelerini geçindirmeye yetmemesi ve hane borçluluğunun ülke ortalamasının 2.5 kat üstüne çıkması... Üstüne, ülkenin tarihin en derin yoksullaşma sürecinden geçmesine sebep olan ekonomi politikalarının halkın geçimini iyice imkansız hale getirmesi... Bunların kentte büyük bir yozlaşma, gündelik hayatta çürüme, asayiş olaylarının ve intihar vakalarını arttırması... Kentin özellikle kadınlar ve çocuklar açısından güvensiz hale gelmesi... Şehrin devletin gözü önünde uyuşturucu trafiğinin kilit noktası olması, uyuşturucu yaşının neredeyse 9’a kadar düşmesi... Suriye’deki iç savaşta bizzat iktidar eliyle semirtilen IŞİD terörünün ülkedeki uzantılarının merkezi haline gelmesi... Alt yapının şehrin büyüyen nüfusuna uygun hale getirilmemesinin gündelik hayatta yarattığı sorunlar... Kültür, sanat faaliyetleri ve sosyal etkinlik alanlarının tümüyle gericileştirilmesi ve iktidar çevrelerinin rant ve peşkeş kapısı haline getirilmesi nedeniyle kentin kültürel ve sosyal olanaklarının giderek daralması... Tüm bunlar tepkileri de öfkeyi de büyütüyor. Antep halkı çalışıyor ama geçinemiyor, barınamıyor, çocuklarını okutamıyor, hasta olunca tedavi olamıyor, büyükşehirde yaşıyor olmanın hiçbir nimetinden faydalanamıyor. Antep’te organize sanayi bölgelerinde ihracat rekorları kırılırken, Türkiye’nin ilk 500 sanayi kuruluşu arasına her sene yeni işletmeler girerken, Türkiye’nin en zenginleri arasına giren Antep sermayedarlarının sayısı her geçen yıl artarken, Antep’in geniş emekçi kesimleri yoksulluk ve sefalet rekorları kırıyor.
Kent apaçık bir biçimde ortadan ikiye ayrılmış durumda. Bir tarafta 2024 yılında olduğumuza yemin etsek inanılmayacak bir sefalet tablosu, diğer tarafta aşırı lüks ve şatafat.
Antep işçi sınıfı, emek örgütlenmesinin araçlarından yoksun. Yoksul halk kesimleri kendilerini kaderine terk edilmiş hissediyor. Kendi yaşamında gördüğü sefalet, gözleri önünde büyüyen ve sergilenen şatafatın parlak ışıkları altında kaybedilemeyecek kadar derin.
Bu artan öfkenin akacak mecra aradığı açık. Yoksul halk ücretsiz sağlık, eğitim, burs, sosyal ödenek vb hakları kaybettikçe, şehrin sorunları giderek büyüdükçe, yoksulluğun derinleşmesiyle birlikte ancak parayla ulaşılabilen hizmetlere erişemez hale geldikçe, bir de örgütlü bir tepki göstermekten uzak kaldıkça tepkisini daha çok mülteciler üzerinden ifade ediyor. İçinde bulunduğumuz baskıcı ortamda, halkın örgütlü gücünün ve etkin örgütlülüğün zayıflığı, emek örgütlerinin yetersizliğinin yanı sıra yanlış hatta savruluşları da bu baskılara eklenince, halk için yerel ve merkezi iktidara tepki gösterebilmenin “güvenli yollarından biri” kentin en görünen “sorunu” olan mülteci ve göçmenlere yönelik öfke oluyor. Yerel ve merkezi iktidara tepkinin bir göstergesi olarak, mülteci politikası işin esasına, özüne inilmeden ilk tepki gösterilen konu haline gelmiş durumda. Kentte kendisini sömüren, bu yaşam koşullarına mahkûm eden her milliyetten zengini, para babasını yakınında göremeyenler, Suriyeli torbasına doldurdukları kendisine benzer yoksullarla yoksulluk ve çaresizlik yarıştırır duruma gelmiş durumdalar.
Bu tartışmada doğru sorulara doğru yanıtlar verilmesi ve bu doğru yanıtların halk içinde örgütlenmesi, hegemonik hale gelmesi gerekiyor: Antep, ülkenin en çok Suriyeli nüfus barındıran ikinci şehri haline nasıl ve geldi? Bu neye yol açtı? Sorunlar nedir, nasıl ve kim tarafından çözülür?
AKP’NİN MÜLTECİ POLİTİKASININ GELDİĞİ NOKTA
AKP hükümeti, uyguladığı tümüyle yanlış ve savaşçı bölge politikaları sonucu Suriye’deki savaşın esas sorumlularından biri. Erdoğan, yayılmacı emellerini sahaya sürerken, Esad rejiminin kısa sürede devrileceğini varsayarak göçün önünü açtı. İktidar, Suriyeli göçünü hem bölgedeki emelleri hem de uluslarası alandaki pazarlık hamleleri için kullandı. Antep, sermayenin ucuz ve örgütsüz iş gücü arayışının ihracattaki rekabet açısından en kıymetli hale geldiği dönemde, coğrafi konumu ve yerel ve merkezi politikalar açısından AKP ile özdeşleşmiş politik angajmana en kolay uyum sağlayabilecek yer olması düşünülerek, Suriyelilerin ilk yerleşim alanlarından biri oldu.
Oysa başından beri barış politikası uygulansa bunlar yaşanmayacak, sorun bu kadar ağır olmayacaktı. Başından beri mültecilere „ucuz iş gücü, yerli iş gücünün talep mücadelesini bölen kama, ihracata dayalı büyümenin boyun eğen sessiz “köleleri” olarak korunmasızlık, yardıma bağımlılık dayatılmasaydı bu tablo bu kadar ağır yaşanmayacaktı. Sonuç itibariyle hem mülteciler hem de yerli halklar mustarip oldular.
Mülteciler ekonomik, sosyal destek ve kültürel uyum politikalarından yoksun biçimde kente salındılar. Yerli halk “Ensar-muhacir” söylemi ile uyuşturulup, esaslı bir göç politikasının kendi yaşamları için de hayati olduğu, bu talebin ortak bir yaşam için vazgeçilmez olduğu fikrinden uzak bir biçimde, seyirci halde bırakıldı. Bir arada yaşama uygun alt yapı oluşturulmadı.
Örneğin, AKP hükümeti mülteci statüsünü tanımak yerine uzun yıllar Suriyelileri haktan yoksun bıraktı, sadece “misafir” demekle yetindi. Daha sonra 6458 Sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun 91. Maddesi kapsamında “Geçici Koruma Yönetmeliği” devreye kondu. Böylece aradan yıllar geçtiği halde Suriyeliler “geçici” olmaktan kurtulamadı ve kalıcı haklara kavuşamadı. Yani eğitimden sağlığa, dil öğreniminden kent yaşamına katılmaya, çalışma hayatından çocukların güvence altına alınmasına kadar hiçbir sorun doğru bir biçimde yönetilmedi. Bağımlılık ilişkileri perçinlenirken, hak temelli yaklaşımların esamisi okunmadı.
Türkiye mülteci statüsü tanımadığı için, ülke emperyalist ülkelerin “göçmen deposu” haline geldi. “Geçici koruma” uygulamasıyla, batı ülkelerinin Türkiye’deki mültecileri kendi ülkelerine kabul etmemeleri için rahatlatıcı bir durum yarattı.
Suriye’deki yıkıma neden olan paylaşım savaşının taraflarından birisi olan Avrupa Birliği, milyonlarca insana sınırlarını kapattı. AB ülkeleri “göç krizi” karşısında sığınmacı ve mültecilerin Avrupa’ya erişimini etkili bir biçimde engellemeye çalışmak için AKP hükümetiyle pazarlık yaptı. Sınırlara asker konuşlandıran, tel örgüler çeken AB için Geri Kabul Anlaşması’yla Türkiye AB’nin “göçmen deposu” haline geldi. Mülteci pazarlığı neticesinde Türkiye’ye avrolar akarken, imtiyazlı bazı vatandaşlar için vize muafiyeti, AB üyelik sürecinde ara fasılaların açılması gibi vaatler sunuldu. Elbette mültecilerin kaderine etki eden bu teklifler asla kabul edilmemeliydi. Kaldı ki AB verdiği birçok sözü de yerine getirmedi. Akan paraların ise mültecilerin yerli halkla birlikte yaşamasının olanaklarını geliştiren bir biçimde kullanılmadığını, bu paraların AKP iktidarının bekası için harcandığını söylemeye bile gerek yok. Ama bazı rakamlar vererek durumu anlatalım:
2013’te AB ile Türkiye arasında imzalanan Geri Kabul Anlaşmasıyla Türkiye mülteciler için adeta bir hapishaneye çevrilirken, Kasım 2015’te düzenlenen Türkiye-AB Zirvesinde, 3 milyar avro taahhüt edilmiş, 18 Mart 2016 tarihinde yapılan ikinci zirvede ise bu fonun tükenmesi durumunda ek 3 milyar avro daha sağlanacağı açıklanmıştı. 2021’de ise 2024’e kadar ek 3 milyar avro bütçe ayrılacağı duyuruldu. AB’nin Türkiye’ye mültecilerin barınma, eğitim ve sağlık hizmetleri için verdiği ödeneğe baktığımızda, 6 milyar avro projelere bağlı olup bunun 4,3 milyar avroluk kısmı Türkiye’ye ödenmiş. AB Türkiye’yle göç anlaşması kapsamında 2024’e kadar ek 3 milyar avro bütçe ayıracağını duyurdu. Mültecilere dayatılan bu belirsizlik durumu, iktidar için aynı zamanda sıcak döviz akışı demek. Ancak Avrupa Sayıştayı paranın nasıl harcandığına ilişkin Türkiye hükümetine sorduğu soruların yanıtsız kaldığını bildirdi. Yani, Türkiye’nin mülteci deposuna, açık cezaevine, halklar hapishanesine çevrilmesi için alınan bu rüşvetin nereye harcandığı belirsiz. Ama 5 milyonun üzerinde mülteci ve göçmen Türkiye’de sıkışıp kaldığı açık.
Aradan geçen sürede gördük ki, ne Türkiye’ye sığınan mülteciler ne de onlarla birlikte yaşayacak olan yurttaşlar bir arada yaşam ve uyum konusunda eğitilebildiler. Hatta önyargılar çeşitli siyasi çevrelerin gerici amaçları uğruna büyütüldü, mültecilerle ilgili yalan yanlış bilgiler ortalığa salındı, doğruyu yanlışı ayırt edemez hale getirilen geniş halk kesimleri, dezenformasyonun da bilinçli olarak yayılmasıyla doğru bildiği yanlışlarla kendi yoksulluğunun ve haklara erişememe sorununun faturasını yanlış düşmanlara kesmeye başladı.
O PARALARI DEVLET ÖDEMİYOR!
Türkiye’de Geçici Koruma veya Uluslararası Koruma altında olan ve belli kriterleri sağlayan kişilere, Avrupa Birliği tarafından finanse edilen ve ismi Sosyal Uyum Yardımı (SUY) olan aylık belirli bir miktar destek, sadece belli kriterlere sahip Suriyelilere veriliyor. Bu paranın ihtiyaç sahibi ve kriterlere uygun kişilere ulaştırılmasına Türk Kızılay’ı, KIZILAY KART sistemi ile aracılık ediyor. Para devlet tarafından veya Kızılay tarafından finanse edilmiyor, fon Avrupa Birliği tarafından sağlanmış durumda. Bu paranın elden dağıtılması mümkün olmadığı için şartları sağlayan kişilere Kızılay ile protokol imzalayan bankalarda hesap açılıyor ve KIZILAY KART sistemi üzerinden yardımlar dağıtılıyor. Yardım sadece geçici koruma veya uluslararası koruma altındakiler için. Çünkü parayı veren Avrupa Birliği paranın sadece bu kişilere dağıtılmasını istiyor. Mülteciler olmasaydı zaten böyle bir destek programı da olmayacaktı. Ama bu konu “Türkiye vatandaşı olup yardıma muhtaç olanlar varken, Suriyelilere para dağıtılıyor” gibi bir söylemle yanlış bir şekilde dolaşıma sokuluyor. Esas meselenin neden bu kadar çok Türkiye vatandaşının çalışmasına rağmen hayatını idame ettirebilmek için bu türden yardımlara ihtiyaç duyduğu olduğunun üstü örtülüyor. Biz; insanca yaşamaya yetecek ücretlerle, böylesi bağımlılık ilişkilerine bir son verilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Antep özelinde konuşalım; ihracat rekorları kırılan halı fabrikalarında ortalama ücretin ülkedeki resmi yoksulluk sınırının yarısından az olduğu bir kentte, esas mesele Başpınar patronlarının her geçen yıl artan karlarından bir gıdımcık bile feragat etmeyi istememesidir. Esas mesele, işçinin emeğine karşılık ödenecek ücreti patronların sürekli baskılamak istemesi, en aşağıya çekmek istemesidir.
HERKES İÇİN ÜCRETSİZ VE NİTELİKLİ HALE GETİRİLMELİ
Bir diğer konu da eğitimde ve sağlıktaki mülteci yükü konusu.
41 kurumun metninde de yer verilmiş; Suriyeliler Türkiye vatandaşları eğitimden yoksunken, tüm eğitim olanaklarından yararlanıyorlar, “bizim çocuklar üniversite okuyamazken Suriyelilere üniversitelerin kapıları sonuna kadar açılıyor...”
Ülkenin eğitim sistemine göre, Türk vatandaşı olmayan her öğrenci yabancı öğrenci statüsünde. Bir yabancı öğrencinin devlet üniversitesine girmesi için Yabancı Öğrenci Sınavına (YÖS) girmesi gerekiyor. Yani Suriyeli öğrencilerin sınava girmeden istedikleri üniversitede okudukları iddiası bir uydurma. Her üniversitenin yabancı öğrenci için YÖK tarafından onaylanan bir kontenjanı var. Yani Suriyeliler sınava girip tüm şartları sağlasalar ve parasını ödeseler bile kontenjan sınırı olduğu için istedikleri üniversitenin istedikleri bölümüne kaydolamazlar.
41 kurumun imzacı olduğu açıklamada bir yandan Suriyelilerin ülkeye, şehre entegre olamamasından şikayet edilip, alt metin olarak “cahillikleri” vurgulanırken, bir yandan da burada eğitim almaları, eğitim için onlara “masraf edilmesi”, üniversiteye gidip meslek sahibi olmalarından da şikayet ediliyor. Yani Suriyeliler okusa dert, okumasa dert gibi bir tablo çıkıyor ortaya.
Suriyeli çocukların çok büyük bir kısmının eğitime erişemediği bir gerçek. Okulda olması gereken çocukların saya atölyelerinde kimyasalların içerisinde çalıştırıldığını Nizip Caddesinde bir tur atan rahatlıkla görebilir. Araban‘da yahut Oğuzeli’nde tam da şu sıralar yakıcı güneşin altında tarım işçiliği yapan çocukların büyük kısmı da Suriyeli. Suriyeli çocuklar kaçak iş yerlerinde, denetimsiz ve her türlü haktan yoksun bırakılarak çalıştırılıyor. Eğitimde olması gereken çocuklar nefret cinayetlerine, ayrımcılığa, istismara ve şiddete maruz kalıyor. Özellikle Kilis ve Antep’in yoksul mahallelerinde kız çocuklarının ikinci, üçüncü eş olarak köleleştirildikleri, bunu yapanların bir kısmının da Türkiyeli olduğu gerçeği ortada.
Türkiye’de günde ortalama 400 Suriyeli bebek doğuyor. Bu çocuklar Suriye’yi hiç görmedi. Bir o kadarı Suriye’yi hatırlamıyor bile. Bu jenerasyon büyük oranda kendini Türkiye’ye ait hissediyor ve savaş tamamen bitse bile geri dönmek istemiyor. Onlar geçici değil kalıcı, bu ülkenin çocukları artık. Onların eğitim alması, çocuk işçi olarak çalıştırılmaması, çocuk gelin haline gelmemesi, aşılarının tamamlanması, sağlıklarının yerinde olması bu ülkenin, bu ülkedeki her vatandaşın bir meselesi. İhtiyaç olan şey, yerli ve mülteci çocukların çocukluklarını yaşama, sağlıklı olma, eğitim hakkına erişme haklarının tümüyle ücretsiz ve nitelikli bir biçimde sağlandığı, eşit ve kardeşçe büyüyeceği bir ülkeyi, bir dünyayı yaratmak. Meselemiz bu olmalı. Suriyelilerin eğitim alması değil.
Türkiye’de yoksul yurttaşlar için sağlığa erişim ne kadar sorunlu ise yoksul sınıflar arasında yer alan mülteci ve göçmenler için de o kadar sorunlu. Buna rağmen yerli ve göçmen halklar arasında gerilimi tırmandırmak isteyen kesimler toplum bilincini bulandırmak için yalanlara başvuruyor. “Suriyelilerin bütün sağlık hizmetlerinden ücretsiz faydalandığı” ve “yurttaşlara göre imtiyaz tanındığı” şeklinde doğru olmayan bilgiler yaygınlaştırılıyor.
Doğrusu şu: Suriyeli mülteciler de muayene sonrası ilaç ve tedavi kalemlerinde ücret ödemek zorunda. Masraflar eczaneden tahsil ediliyor. Nüfusa göre mülteci kitlesinin yoğun olduğu kentlerde; muayene sıralarında yaşanan yoğunluk “imtiyaz” algısı oluşturuyor. Oysa kaydı olmayan ya da ilk kayıt yaptığı şehirden iş bulma kaygısıyla büyük kentlere gelen mülteciler hastaneye gitmiyor. Çünkü adı sisteme düşünce sınır dışı edilmekten ya da işsiz kalacağı yere gönderilmekten çekiniyorlar.
Meselemiz, sağlığa erişimde yurttaş olan olmayan ayrımı yapılmaması. Yani sağlığın sadece zenginlerin değil, yerlisi mültecisiyle bütün yoksulların temel hakkı olduğunun kabul edilmesi, bu nedenle sağlıkta muayene, ilaç ve tedavi süreçlerinin herkes için erişilebilir, nitelikli ve ücretsiz olması. Mesele sağlığın yerliye mi mülteciye mi ücretsiz olduğu değil; ayrımsız herkes için eşit ve parasız olmasıdır. Ücretsiz ve nitelikli sağlığa erişim için yerli ve mülteci yoksullar birlikte hareket etmelidir.
SURİYELİ KADINLAR KIZ KARDEŞİMİZDİR
Ayrıca “Suriyeliler çok çocuk yapıyor” gibi ayrımcı söylemler, nefreti körüklediği gibi her bir mülteci çocuğu da hedef haline getiriyor. Hatırlatalım; Suriyeli mülteci kadınların doğum oranlarını Türkiye’nin demografik yapısına yönelik ağır bir saldırı ve “beka” sorunu olarak gösterenler, benzer ırkçılığı Kürt kadınlar için de dile getirmişlerdi. Hatta Almanya’ya göçün ilk dönemlerinde, Türkiyeliler için de aynı şeyler orada dile getirilmişti. Suriyeli kadınların çok çocuk doğurmasının çocuk başına verilen paralarla ve kültürel nedenlerle ilgisi olduğu kadar, doğum kontrol yöntemlerine erişememe, kendi bedenleri hakkında karar verebilme olanaklarına sahip olabilecekleri otonomiden yoksunluk, kentte eğitim, güvenceli istihdam, kültürel ve toplumsal uyum ve katkı olanaklarından yoksunluk da etkili ve bunlar hiç gündem olmuyor!
Bey Mahallesinde buluştuğumuz Suriyeli kadınların bu dertlerden mustarip olduklarını anlattıklarını, özellikle ikinci kuşak Suriyeli genç kadınların annelerine göre daha farklı bir yaşam beklentisi olduğunu ancak kentteki önyargılar, ailelerinin olanakları, göçmen nüfusunun bunlar nedeniyle içe kapalı bir hayat sürmek zorunda bırakılmasının genç kadınlara etkisi nedeniyle bu yaşam beklentileri için adım atamadıklarını anlattıklarını da eklemek isterim. Mülteci kadınlarla bir kez bile insani bir temas kurmamış olanların, yaşam zorluklarıyla insani bir bağ kurabilecek bir tanışıklığa bir kez bile yüz vermeyenlerin büyük laflarla yaftalamalar yapması büyük sorumsuzluk. Yoksul yerli kadınların da beslenen önyargılar, kültürel farklılıklar, içe kapalı bir hayat sürmeye onların da zorlanması, tüm ekonomik ve toplumsal zorlukların yükünü en çok üstlenenler oldukları için büyük öfke duymaları anlaşılır bir durum. Ancak, kadınların Antep’te kendilerini bu kadar güvensiz ve çaresiz hissettiği koşulların esas müsebbiplerini değil, kendilerine benzerleri suçluyor ve onlara öfke duyuyor olmasının aynı zamanda eşitsizliğe kadınları mahkum eden toplumsal cinsiyet rolleriyle de, kadınları toplumsal ve politik yaşamdan uzak tutan muhafazakar gerici politikalarla da ilgisini, bağını kurmak zorundayız. Yerli ve mülteci tüm kadınlar için eğitim, sağlık hizmetlerine erişim, kent hakkından eşit yararlanma hakkı, kendi bedenleri hakkında karar verme özgürlükleri, güvenceli iş, güvenli şiddetsiz bir hayat mücadelesinin esas olduğunu, mültecilere yönelik bu türden düşmanlıkların önüne geçmenin ancak böyle olduğunu da vurgulamamız lazım.
SURİYELİ ESNAF- TÜRKİYELİ ESNAF AYRIMI
Suriyeli mültecilere dönük nefretin yaygınlaşmasına vesile olan bir diğer iddia da Suriyeli dükkan sahiplerinin Türkiyeli esnafların ödemek zorunda olduğu vergilerden ve yapmaları gereken bürokratik işlemlerden muaf olduğu iddiası. Vergi denetimi ve dükkan işletmek için gerekli evrakların tamamlanması işi illerde ve ilçelerde yetkili olan vergi müdürlüğüne ve belediyelere bağlı personel tarafından yapılıyor. Her ticari işletme vergi ödemekle yükümlüdür, her ticari işletme işin gereği olan denetimlerden geçmek zorundadır. Suriyeli esnafların vergi konusunda ne bir muafiyeti ne de bir ayrıcalığı var. Kaçak olarak çalıştırılan veya vergi vermeyen bir işletme varsa bu onlara verilen bir haktan dolayı değil. Kaçak olarak işletilen kafe, bakkal, market veya giyim mağazasının vergi vermiyor olması Suriyelilere sağlanan bir ayrıcalıktan dolayı değil, o işletmenin kaçak olmasından dolayıdır. Denetlenmesi gereken budur.
Bugün esnafın ağır vergi yükü altında ezilmesi, adeta haraca dönmüş ödemeler yükü altında ezilmesi, devlet desteklerinden yoksun bırakılması, halkın alım gücünün düşmesi yüzünden iş yapamaz hale gelmesi, öfkeyi büyütürken, esnafın yıkımının sorumlusu olarak Suriyelilerin gösterilmesi “kaçak dövüş” anlamına gelir. Biz, emekçilerin geçimlerinin kolaylaştırılmasını sağlayacak ücret politikasıyla birlikte, vergi ve denetimlerde keyfiyetin, kayırmacılığın, rüşvetçiliğin önüne geçecek şeffaf bürokratik mekanizmaların işletilmesinin, esnafı darboğazdan çıkaracak desteklerin esas olduğunu düşünüyoruz.
İŞÇİLERİNİN ÇIKARLARI PATRONLARININ ÇIKARLARIYLA BİR DEĞİL...
41 kurumun imzaladığı açıklamada, bir yandan mültecilerin "sosyal yardıma bağımlı olması" eleştirilirken, diğer yandan mültecilerin çalışmasına, çalışırken birlikler oluşturmalarına karşı sert bir dil kullanılıyor. Ama, sosyal yardımlara mahkum olmamak, ailelerini geçindirmek, kiralarını ödemek için yoksul mültecilerin "ne yapması gerektiğine" bir cevap verilmiyor.
Tüm dünyada olduğu gibi mülteciler, ülkemizde de, Antep’te de, hayatlarını devam ettirebilmek için yerli işçilerden çok daha düşük ücretlerle, güvencesiz ve kayıtdışı biçimde çalıştırılıyorlar. Bu, mültecileri ucuz ve güvencesiz emek deposu olarak gören, yerli işçilere karşı mülteci işçileri kullanarak ücret düzeylerini düşürmek isteyen, bir bütün olarak tüm işçi ve emekçileri en kötü koşullara mahkum etmek isteyen sermayedarların tarihsel olarak kullandığı bir yöntem.
Suriyeli işçiler arasında mesleği olan, olmayan, kadın erkek ve hatta çocuk işçiler var. Statü sorunu ya da statüsüzlük, kayıt dışı ve kaçak çalışmayı da beraberinde getiriyor. Sınır dışı edilme korkusu hak gaspları karşısında çaresiz susmayı gerektirdiği için, bu durum onların sırtından haksız kazanç elde edenler için muazzam fırsatlar sunuyor. Türkiyeli işçilere, en alttaki Suriyeli işçiler örnek gösterilerek, işten atma ve düşük ücretle çalıştırma baskısı yapılıyor. Türkiye halklarını sefalete sürükleyenler, mülteci işçiler üzerinden de katmerli bir sömürü elde ediyorlar. Bunu perdelemek isteyenler Antep işçilerini, yoksullarını mültecilerle karşı karşıya getirdikleri gibi rekabet ve husumetten de besleniyorlar.
Evet her gün daha da yoksullaşıyoruz. Yoksulluğa duyduğumuz öfke haklı ama tepkilerin yöneldiği yer yanlış. Çünkü Suriyeli yoksul mülteciler de bu düzenin tam kalbinde. Çarkların dişlileri arasında yerli ve mülteci işçiler birlikte eziliyor.
Ülkeyi bataklığa sürükleyen iç ve dış politikanın mimarı AKP hükümetine karşı net bir tavrın sergilenmediği metin, çözümü kimden beklemektedir? AKP eliyle zenginleşen ihracatçıların, sanayicilerin, müteahhitlerin AKP’ye laf söyleyememesi anlaşılırdır. Onca verinin paylaşıldığı metinde en önemli veriler eksiktir! Sanayici ve ihracatçı patron örgütleri kaç mülteciyi kayıt dışı çalıştırdıklarını, kaç mülteciye ne kadar maaş ödediklerini açıklamalıdır. İhracatları kayıt altındadır ancak sömürü kayıtsızdır. Servet sahipleri servetlerini artırırken halkların birbirlerine düşman edilmesi ileride yaşanacak daha büyük sorunların başat kaynağıdır. Eğitimden istihdama, gettolaşmadan, statü ve üçüncü ülkeye gidememe sorununa kadar çözülmesi gereken sorunlar vardır. Ancak sorumlular bellidir, hesap vermesi gerekenler bellidir. AKP’nin ve emperyalist devletlerin yükümlülüğü gizlenerek, krizin faturasını Suriye ve Türkiyeli emekçilere yıkmaya çalışmak çözümsüzlüğü derinleştirmeye hizmet etmektedir!
Yerli ve mülteci emekçiler kardeştir, yerli halkla mültecileri karşı karşıya getirerek sorunu derinleştirmek, yanlış politikaları nedeniyle iktidarı eleştirmeden mültecileri sorunun merkezine koymak sorunları yaratanların değirmenine su taşımaktır.
Halkın yoksulluğunu görmezden gelenler Suriyelileri hedefe koymaktan çekinmiyor, şovenizmi kışkırtıyor. Milliyetçi oyları yedeklemek isteyen burjuva partiler Suriyelileri okun ucuna koyarak nefreti körüklüyorlar.
İşçi sınıfı ve emekçiler, emek ve meslek örgütleri, Antep’in emekten, demokrasiden, barıştan yana güçleri asla buna prim vermemelidir.
Mülteci ve göçmen yoksulların patron örgütlerinin böyle gündemine gelmesi, kent burjuvalarının çıkarlarına tüm güçleri yedeklemek istemeleri kendi cephelerinden anlaşılmaz değil. Ama göç sorununda çözüm politikaları sermaye örgütlerine bırakılamaz. İşçi sınıfı, emekçiler, emek ve meslek örgütleri halkın, emekçilerin, yoksulların, işçilerin çıkarları doğrultusunda sorumluluk almak zorunda. Göçmen sorunu işçi sınıfı sorunudur, emekçilerin sorunudur, işçi sınıfının ve emekçilerin varlık yokluk sorunudur, insanca yaşayıp yaşayamayacakları sorunudur. Sermayenin ise karlarını arttırmak, işçi sınıfını bölmek, emekçi halkların sorunların esas kaynağını görmesini engellemek için kullandığı, derinleştirdiği bir sorundur.
Antep sermayedarları, zenginleri mültecilerin nasıl işgücü pazarına yayıldıklarına, yerli ve mülteci işçilerin bu pazarda nasıl kendileri için daha “sorunsuz” hale getirileceğine odaklanabilirler. Bakmayın siz şehre sahip çıkma, vatanı koruma nidalarına... Emek ve meslek örgütleri, patron örgütleriyle aralarındaki ayrımı belirgin biçimde çizmek zorundalar. Türkiye işçi sınıfının yığınla sorunu var. Ama yerli emekçiler kendi zorlu sorunlarının yanında, sınıf kardeşi olan göçmen işçileri de yanlarına almak zorunda. Bunun için de mülteci ve göçmen işçilerin taleplerine sahip çıkmalıdırlar. Sermaye örgütleri, yurttaş olan/olmayan ayrımına düşmeden kendi içinde birleşebiliyorsa, bunu işçi sınıfı neden yapmasın? Biz yerli ve göçmen emekçilerin birliğinden yanayız, yerli ve göçmen işçilerin ortak hak mücadelesini örgütlemek zorundayız.
Türkiye işçi sınıfı ve emekçiler zamlara ve yoksulluğa karşı mülteci emekçileri de yanlarına almalı, insanca yaşam mücadelesini birlikte yükseltmelidir. “Suriyeliler” diye diye memleketi bu hale getirenlerin, sermayenin ve düzen siyasetinin bölmek istediği, aslolarak tam da bu ihtimal.
EMEP’İN ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
Göç çok katmanlı bir sorun ve çözümü de çok katmanlı olmak zorunda. Her kim ki sihirli bir anahtarla bu sorunun çözüleceğini söylerse halka yalan söylüyordur. İlk elden atılacak çok temel adımlar var. Çözümün parçası olmak isteyenler, öncelikle bu talepleri içselleştirmek, bu talepler için mücadelenin bir parçası olmak zorundadır:
- Suriye savaşında dahli bulunan bütün emperyalistler ve Türkiye dahil tüm dış güçler bölgeden çekilmelidir. Barış ve demokratik yaşam koşulu sağlanarak mülteciler için güvenli geçiş yolu açılmalıdır.
- AKP’nin Suriyelileri güvencesiz ve statüsüz bırakan göç politikası artık son bulmalı. AB ile imzalanan “Geri Kabul Antlaşması” iptal edilmeli, mültecilere üçüncü ülkeye geçme hakkı tanınmalı.
- Mülteci işçilere çalışma izni için başvuru hakkı patronların yetkisinden alınmalı. Çalışma izni başvurusunu mülteci işçiler yapabilmeli. Güvencesiz, kayıt dışı çalışma son bulmalı, eşit işe eşit ücret verilmeli. Yerli ve göçmen işçilerin aynı sendikada örgütlenmesi sağlanmalı.
- Geri dönüş yolunun açılması için Suriyeli mültecilerle Türkiye halkı birlikte ses yükseltmeli: Emperyalist işgal ve dış müdahale son bulmalı, bölgede barış ve kardeşlik sağlanmalı.
- Geri dönmek istemeyen mülteciler için bir arada yaşam ve karşılıklı entegrasyon için sağlam bir altyapı örülmeli. Eşit yurttaşlık ve üçüncü ülkeye geçişler için hazırlık yapılması, servet sahibi yabancılara vatandaşlık imtiyazına son verilmeli.
- Kadın mülteciler üzerindeki her türden sömürü ve istismarın son bulması için etkin politikalar geliştirilmeli, mülteci kadınların da güvencesi olan İstanbul Sözleşmesi yeniden tanınmalıdır.
- Eğitimin herkes için parasız, nitelikli, anadilinde olmasını güvence altına alacak düzenlemeler yapılmalıdır. Birlikte yaşam için eğitimde müfredata insan haklarına ve evrensel ilkelere uygun dersler koyulmalı, Suriyeli çocukların eğitim hakkı garanti altına alınmalı.
- Sağlığa erişimde mülteci toplulukların dezavantajlı durumu ortadan kaldırılmalıdır. Herkes için nitelikli, parasız, erişilebilir sağlık hakkı için sağlık sistemindeki yıkımı ortadan kaldıracak politikalar devreye sokulmalı, sağlık emekçilerinin özlük hakları güvence altına alınmalı.
- Göç ve mülteciler üzerine yapılan harcamalar, uygulanan fonlar hükümet tarafından şeffaf biçimde kamuoyuyla paylaşılmalıdır.
- Geri gönderme Merkezleri kaldırılmalı yerine iltica ve kabul ofisleri açılmalıdır. Suça karışmış kişiler BM kanalıyla uluslararası yargıya teslim edilmelidir. Geri gönderme bir ceza politikası olarak uygulanamaz.
Emek Partisi olarak, yerli ve göçmen emekçilerin birliğini, ortak hak mücadelesini savunan enternasyonalist bir işçi partisi olarak Antep’te yaşayan tüm emekçilere, emek ve meslek örgütlerine, sendikalara, barış ve eşitlikten yana güçlere, demokratlara, bu kentin ve ülkenin geleceğine ilişkin sorumluluk duyan herkese çağrımızdır.
Gelin; bu şehrin bir parçası olan Suriyeli kardeşlerimizin de sesini, sözünü, yaşadıklarını, yaşamak istediklerini duyacak biçimde yan yana gelelim, tartışalım, birlikte çözümler üretelim, bu çözümler için birlikte mücadele yolları arayalım. Mültecilerle birlikte ortak çözüm ve ortak hak mücadelesi için kürsüler açalım. Yanlış tespitler, yanlış sonuçlar, daha büyük yanlışların fitilini ateşlemeden, şehre kor düşmeden doğru olanda buluşalım, doğruyu, gerçeği, çözümü, kardeşliği, halkın çıkarları için yapılması gerekeni örgütleyelim.