Düşen doğum oranları tartışması: Ne tehdit ne de çözüm demografik
"Sorun insanların emekli olup uzun yaşamaları değil, onların yerini alacak çalışan nüfusun bulunup bulunamayacağı."
Fotoğraf: AA
Öndercan MUTİ
Berlin Humboldt Üniversitesi
Önce Emmanuel Macron, ardından Recep Tayyip Erdoğan son olarak da Devlet Bahçeli: Hem dünya hem de Türkiye ‘demografik’ tehditler altında mı? Düşen doğum oranları, yaşlanan nüfus ve büyük göç dalgaları: Gerçekten insanlık ve Türkiye için dönüşü olmayan, onarılamayacak hasarlara yol açacak bir felaketin eşiğinde miyiz?
Evet, Türkiye dünyanın geri kalanı gibi sosyal ve iktisadi etkileri küçümsenmeyecek nüfus değişimlerine tanık oluyor. İnsanlar, ne mutlu ki, daha uzun yaşıyor, daha az çocuk sahibi oluyor ve doğdukları yerlerin dışında hayatlarını sürdürebiliyor. Aslında bu gelişmelerin hiçbiri kaygı verici hele hele varoluşsal tehditler değil. Kaygı verici olan siyasetçilerin ve karar vericilerin nüfus bilimcilerin üçüncü demografik dönüşüm diye adlandırdığı gerçekliğe hazırlıksız yakalanmış olmaları. Tatsız gerçek karşısında insan zihni yaratıcı tepkiler verebiliyor: Gerçeği inkar edebiliyor (Ki buna toplum olarak yatkınız), tadımız kaçmasın diye halı altına süpürebiliyor yüzleşmek istemediklerini. Bazen de sorunu kabul etse bile gerçek nedenleri anlamak ve ele almak yerine başka şeylerle meşgul edebiliyor zihnini. Büyü, fal ve astroloji bu türden yaratıcı katkılar insanlık tarihine - tabii sorunların çözümünde etkisizler.
Tabii özne siyasetçiler olduğunda sadece kendilerini değil toplumları da meşgul edebiliyorlar. Demografik olgular özellikle dar ideolojik kalıplara ve günlük politik çıkarlara kurban edilebiliyor. Evet, Türkiye’de artık kadınlar ortalama iki çocuk sahibi olmuyor (Olmak istemiyor ya da olamıyor). Sadece Türkiye’de değil, Finlandiya ve İsveç gibi Avrupa’nın en kapsayıcı ve destekleyici aile ve sosyal politikalarına sahip ülkelerinde ya da Meksika ve Güney Kore gibi bizim ligde sayılabilecek OECD ülkelerinde de düşüyor bu oran. Misal Güney Kore uluslararası basının ve akademik araştırmaların asli ilgi merkezi oldu çünkü 2018 yılından beri kadın başına ortalama doğum oranı 1’in altına inmiş durumda. Güney Kore'de alarm zilleri çalarken diğer ülkelerde en önemli kaygı nüfusun azalması ve hızla yaşlanması, buna bağlı olarak iş gücünün ve ekonominin küçülmesi ve nihayetinde emeklilik sisteminin ve sosyal devletin tehlikeye girmesi.
Türkiye ise hem demografik gerçekler ve siyasal tercihler nedeniyle çoğu Avrupa ve OECD ülkesinin taşıdığı kaygıları taşımıyor. Saygın kuruluşların ve araştırmacıların yaptığı hiçbir öngörüde Türkiye’nin nüfusu yakın zamanda azalma göstermiyor. Aksine 10 yıl içinde toplam nüfusun 90 milyona ulaşacağı, çalışan ya da çalışmaya hazır nüfusun bir süre daha artış göstereceği öngörülüyor. Tabii demograflar falcı değil, genç kuşakların çocuk sahibi olma tercihlerini ve siyasetçilerin bu tercihlerin gerçekleşebileceği sosyal ve iktisadi olanakları onlara sunup sunamayacaklarını tahmin edemeden ancak eldeki verilere bakarak “öngörüde” bulunabiliyorlar. Ancak halihazırda artan ve epey bir zaman sonra “doğal” bir şekilde azalacak nüfusa dikkat etmek önemli: Türkiye demografik bakımdan bir varoluşsal tehlike altında değil, çoğu ülkede nüfus şimdiki ve gelecek kuşakların refahını tehlikeye atabilecek bir hızla azalıyor. Ankara’nın ise ne acelesi var ne de demografik bir felaketle karşı karşıya.
SORUN İDEOLOJİK VE EKONOMİK
Tabii gerçeklik insanın onu kabul ettiği haliyle gerçek. Yani sorun demografiden ziyade ideolojik ve en önemlisi de ekonomik. Avrupa ve OECD ülkelerinde refahı tehdit eden nüfus değişimi (ya da dönüşümü) evvela azalan iş gücüne dair. Kabaca, İkinci Dünya Savaşı'nda doğan “baby boomer” (bebek patlaması) denilen kuşak tarihin en kalabalık yaş grubu. Bu kuşak emekli olup emek piyasasından çekilmek üzere. Tıbbi gelişmeler ve çalışma koşullarındaki iyileşmeler sayesinde bu kalabalık yaş grubunun uzun ve sağlıklı bir ömre sahip olması bekleniyor. Zaten sorun insanların emekli olup uzun yaşamaları değil, onların yerini alacak çalışan nüfusun bulunup bulunamayacağı. Doğurganlık azalıp göç hareketleri kısıtlanırsa korkulan senaryo gerçekleşebilir -göç konusuna birazdan geleceğim- vergi veren, emeklilik sistemini ve sosyal devleti finanse eden insan sayısı dramatik bir şekilde düşebilir.
Türkiye’de ise çalışan açığından ziyade genç işsizliği en büyük mesele. Düşük ücretler sadece emekçilerin alım gücünü kısıtlamıyor, ödeyebilecekleri vergileri yani sosyal devlete ve emeklilik sistemine yapabilecek katkıları da sınırlandırıyor. Kötüleşen çalışma koşulları ve baskılanan haklarla kayıtsız çalışan sayısı artıyor - yani ne kendi ne de önceki kuşakların emekliliğini destekleyemiyor insanlar. Kadın işsizliğinde ise Türkiye OECD ülkeleri arasında sonda. Anlayacağınız Türkiye’de çalışmak isteyip de çalışamayan ya da iş bulmaktan vazgeçmiş ve vazgeçirilmiş insanlar çalışan nüfusu azalan birçok Avrupa ülkesinin açığını en azından kağıt üzerinde kapatacak seviyede. Çalışan ve üreten insanlar ise düşük ücretlerle çalışıyor, katkı değeri azalan alanlarda çalışmaya zorlanıyor. Tekrarlarsak, sorun demografik değil siyasi ve ekonomik.
Gelelim bam teline: Türkiye ’60’lı yıllardan itibaren çalışan açığı olan ülkelere önce ikili anlaşmalar aracılığıyla sonra organik olarak kurulan ağlarla göç verdi, halen de veriyor. Ancak son 10 yılda göçün hem niteliği hem de yönü değişti. Türkiye eğitimine, mesleki ve insani gelişimine yatırım yaptığı 'nitelikli‘ iş gücünü adeta kendi eliyle yurt dışına itiyor, sadece gençler yani yeni iş gücü değil mesleki hayata adım atmış hatta yükselmiş insanlar da geleceğini dışarıda görüyor. Aynı zamanda Türkiye göç alan da bir ülke, giden iş gücünün yeri yeni gelenlerle dolabilir-di. Maalesef ne gerçekçi (Emek piyasasının ihtiyaçlarına dayanan ve toplumsal refahı dikkate alan) ne insani (Uluslararası sözleşmelere bağlı ve başka bir ülkeye göç etmek veya sığınmak zorunda kalmış insanların haklarını gözeten) ne de şeffaf (Sivil toplumla, bilimsel kurumlarla ve yerel yönetimlerle durumun açıkça paylaşıldığı ve kararların müzakere edilebildiği) bir göç ve sığınmacı politikası yok Türkiye’nin. Türkiye vatandaşı olmayan çoğu insan yasa dışı ve güvencesiz bir şekilde çalışabiliyor, sonunda ya göçmen kaçakçılarının ya da onları güvencesiz çalıştıranların kurbanı oluyor.
Göç nüfus değişimlerinin bir parçası, bir hakikat. Bu hakikatin nasıl ele alınacağı ise demografik değil siyasi bir tercih. Göç kısa süreli olarak geniş bir çözüm paketinin parçası olabilir. Fakat gerekli iş gücünü omuzlayacak genç göçmenler de yaşlanacak ve nihayetinde büyüyen yaşlanan nüfusun parçası olacak. Ayrıca göçmen ailelerde çocuk sahibi olma eğilimi artık o ülkenin yerlisi olan genç kuşaklarda büyük değişiklikler gösterebiliyor: İkinci ve üçüncü kuşaklar ebeveynleri kadar değil yetiştikleri ülkenin diğer vatandaşları ya da o ülkedeki yaşıtları kadar çocuk sahibi olmayı tercih ediyor.
Peki ‘demografik’ tablo toz pembe mi? Türkiye’de endişe verici ve yeni nüfus politikalarını gerektirecek demografik gelişmeler yok mu?
Var. Türkiye’de kırsaldan kent merkezlerine genç göçü hızla artarken köyler yok olma tehlikesiyle karşı karşıya, çoğu yerleşim yeri genç nüfusla beraber sosyal ve ekonomik canlılığını da kaybetmekte. Ülkenin batısı ile doğusu, büyükşehirler ve daha küçük şehirler ve kasabalar arasında hem gelir dağılımı hem de yaşam kalitesi makası açılıyor: Sağlık ve bakım hizmetlerine erişim, eğitim kalitesi, sosyal ve kültürel olanaklar… Bölgesel eşitsizlikler insanları sadece çalışma yaşındayken değil ileriki yaşlarda da vuruyor. Kayıtsız ve güvencesiz çalışma ileride yaşlı yoksulluğuna sebep oluyor, sağlık ve bakım hizmetlerine erişim batıdaki endüstriyel merkezlerden uzaklaştıkça güçleşiyor.
Şimdi yeniden soralım:
Eğitim harcamaları ve hastane yatak sayısı yine OECD ortalamasının epey altında olan bir ülkede, enflasyon mal ve hizmet fiyatlarını arttırırken ve insanların alım gücü dramatik bir şekilde düşerken gerçekten kim birden fazla çocuk sahibi olmayı düşünebilir? Doğum ikramiyesi ya da sadece güvenceli çalışan kadınlara tanınan kısa süreli doğum izninin uzatılması çocuk sahibi olmayı dileyenleri ikna etmeye yeterli olur mu?
Türkiye ve dünyada gerçekleştirilen güncel çalışmaların ortaya koyduğu üç tartışmasız veri var. İlk ya da ikinci defa çocuk sahibi olmayı isteyen kadınların önceliği ekonomik koşullar: Ev sahipliği, çocuk yetiştirme masraflarını karşılayabilecek birikim ya da yeterli (ve fazla) gelir vs. Hadi diyelim ilk koşul gerçekleşti, genç kadınlar anneliğin hem meslek yaşamlarına hem de bireysel hayatlarına getirdiği haksız yükün farkında: Doğum izni alsın almasın kadınlar, hem işe girerken hem de çalışırken anne oldukları için ayrımcılığa uğruyor, anne olduktan sonra meslek hayatına dönüşte sorunlar yaşıyor. Kadın istihdamını ve kadının sosyal ve ekonomik hayattaki rolünü artırmaya gönlü olmadığı açık bir iktidarın bu konuda atacağını söylediği adımlar genç kadınları ikna etmeye yeterli olur mu?
Son önemli (ve çoğumuzun çuvalladığı) faktör ise çocuk bakımının ve ev içi ücretsiz işlerin kadınların omuzunda oluşu. Yeterli sayıda çocuk ve yaşlı bakım imkanı sağlamanın yanında toplumsal cinsiyet ve rollere dair ön yargıları yıkmaya yönelik ve erkeklerin ev içi ve bakım sorumluluklarını artıracak kapsamlı programlar olmadıkça genç kadınlar bu yükün altına tek başlarına girmeye ikna olur mu?
Kısa cevap hayır; ne Türkiye’de ne de dünyada ekonomik ve sosyal koşullar değişmedikçe çocuk sahibi olmak isteyip olamayanların sayısı artıyor. Çocuk sahibi olmamak da bir hak ama çoğu araştırma bu hakkı kullananların sayısının ilk bahsettiğimiz gruptan daha az olduğunu işaret ediyor. Kadınların çalışma koşulları değişmedikçe erkekler de değişen koşullara ve gerçeklere ayak uyduramadıkça ‘geleneksel’ aile su alıyor. Doğum oranları hiçbir ülkede müdahaleci ve muhafazakar aile politikaları ve güzellemeleriyle artmadı artmayacak. En açık örnekleri Macaristan, Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya. Aileyi hedef aldığı düşünülen uluslararası komplolar, ‘sapkın’ akımlar söylemleri ise yazının başında belirttiğim eğilimin dışa vurumları: Ekonomik gerçeklerle ve değişen değerlerle yüzleşemeyen iktidarların kendini ve toplumu meşgul etme çabası. Ama büyü, fal ve astroloji gibi zararsız ve yaratıcı değil, oldukça eski ve kadınlar ve LGBTQ+ bireylerin yaşamlarını ve haklarını tehlikeye atan bir kültür savaşının tutunageldiği kırılgan bir dal.