26 Haziran 2024 06:55

Perfect Days: Mükemmel bir hayata kayıtsız kalabilir miyiz?

Tıpkı filme ismini veren ünlü şarkı “Perfect Day” gibi, film basit bir adamın koşuşturmasız günlerinde bulunan, belki önemsiz ve değersiz gibi görünen detayların harmonisinden ibaret.

Perfect Days filminden bir sahne

Paylaş

Günizi ÖZEN

İstanbul Üniversitesi

 

Perfect Days filmi, Japon yetkililerin başta “Tokyo Toilet Project” için yönetmen Wim Wenders’e götürdüğü kısa film projesinden Japonya’yı 96. Akademi Ödüllerinde En İyi Uluslararası Uzun Metraj Film dalında temsil eden eser olma yolunda yaşadığı sıra dışı yolculuğu sırasında oldukça fazla eleştiri alarak kendinden söz ettirmeyi başarmıştı. Tuvalet temizleyerek geçimini sağlayan oldukça sessiz ve sakin orta yaşlı ana karakterimiz Hirayama’nın Tokyo’daki minimalist hayatını ele alan Perfect Days, ilk bakışta sadece basit bir yoksulluk güzellemesi olarak görülmeye müsait olsa da derinlikli katmanları ve felsefi alt metniyle uzun süre üstüne düşünülmeden yorum yapılmaması gereken bir yapıt.

Filmi tam anlamıyla kavrayabilmek için Wim Wenders’ın, Alman sinemasının belki de en önemli isimlerinden biri olan usta yönetmenin, anlatım diline aşina olmak gerekiyor. 78 yaşındaki yönetmenin, üzerinden yıllar geçmesine rağmen unutulmayan başyapıtı “Paris, Texas” filminde olduğu gibi şehirler, yollar ve suskun karakterler üzerine kurduğu yavaş sinema anlatımı, Franz Lustig’in etkileyici sinematografisiyle birleşince anlam kazanıyor. Hirayama karakterini canlandıran, “Bir Geyşa’nın Anıları” gibi başarılı filmlerle tanınan Koji Yakusho, filmdeki olağanüstü performansıyla 76. Cannes Film Festivali'nde En İyi Erkek Oyuncu ödülüne layık görülürken, filme karakterini de katarak filmi tamamlıyor.

BASİT, KOŞUŞTURMASIZ, DİRENÇSİZ BİR DÖNGÜ

2 saat 5 dakika boyunca Hirayama’nın sürekli birbirini tekrar eden, rutin ve ritüelistik günlerini izlediğimiz bu film; yönetmenin de deyimiyle adeta “zen” bir “Groundhog Day”. Her sabah güneş doğmadan yaprakların süpürülme sesiyle uyanan Hirayama, akşama kadar büyük bir özveriyle tuvaletleri temizliyor, hep aynı kafede içeceğini içiyor, bisikletiyle her gün aynı köprüden geçerek yalnız yaşadığı ve oldukça sade olan evine gidiyor, kitap okuduktan sonra da uykuya dalıyor. Hayat daima olağan akışı içerisinde büyük bir sessizlikle sürüyor. Bu büyük sessizlik bazen kendini adeta toplumdan soyutlamış karakterimiz Hirayama’ya işe gitme yolunda eşlik eden eski kasetlerle, Lou Reed’in yumuşak sesiyle bozuluyor, bazense nadiren girdiği sosyal interaksiyonlarla. Tıpkı filme ismini veren ünlü şarkı “Perfect Day” gibi, film basit bir adamın koşuşturmasız günlerinde bulunan, belki önemsiz ve değersiz gibi görünen detayların harmonisinden ibaret. Gölge ve ışık, kalabalık ve yalnızlık, eski ve yeni sürekli bir devinim hâlinde; Hirayama’nın “bilinçli farkındalık” dolu her deneyiminde kendini gösteriyor. Bu “bilinçli farkındalık” durumu, Japon kültüründe önemli bir yere sahip. Zen Budizminin bir ögesi olan bu meditasyon biçimi, geçmişi ve geleceği reddederek şu ana odaklanmakla ilgili; dirençsiz ve tam anlamıyla kabullenici bir hayat fikri. Günümüz dünyasında dünyanın her yerinde gittikçe popülerleşen bilinçli farkındalık öğretisi modern dünyaya, en indirgemeci hâliyle bir kayıtsızlık propagandası olarak kolaylıkla uyum sağlıyor. Binlerce insanın bu pratiği içselleştirmek için para döktüğü bu zamanlarda, Hirayama, duygulardan ve toplumdan, dolayısıyla acıdan ve bağlardan uzak olan iç dünyasıyla bir nevi bu yabancılığın ve uzaklığın vücut bulmuş hâli olarak karşımıza çıkıyor.

HİRAYAMA’NIN HAYATI GERÇEĞİ YANSITIYOR MU?

Peki, bize sıradan bir işçi olarak lanse edilen, Zen felsefesini hayatına tam anlamıyla uyarlayan Hirayama’nın bu dingin ve huzurlu hayatı Japonya’daki gerçek bir işçinin hayatını ne kadar yansıtıyor?

Filmin çıktığı 2023 yılında, Japonya, G7 ülkeleri arasında intihar oranı en yüksek ikinci ülke olarak, tarihinde 1980’den beri gördüğü en yüksek intihar oranını gördü. Japonya’nın intihara karşı kültürel tutumu her ne kadar hoşgörülü olarak görülse de günümüzde Japonya’da intihar büyük bir sosyal sorun olarak ele alınıyor. Veriler intiharların en yaygın 3 sebebinin sırasıyla sağlık sorunları, geçim maliyetleri ve çalışma koşulları olduğunu gösteriyor. İntihar edenlerin %70’i erkek ve 20-44 yaşları arasındaki genç/orta yaşlı erkeklerin önde gelen ölüm sebebi olarak intihar gösteriliyor.

Dünyanın en pahalı şehirlerinden biri olan Tokyo’da yaşamak ülkede asgari ücretle çalışan bir işçi için hiç de kolay değil. Çalışma Bakanlığının 2021'de gerçekleştirdiği bir ankete göreyse, Japonya'nın gelir eşitsizliği tarihteki en kötü ikinci seviyesine ulaştı. Durum böyleyken sıradan bir Japon işçinin hayatını anlatan bu filmde bu denli şiddetli bir sınıf çatışması gerçekliğinin net yansımalarını görememek birçok insanın kafasında bir soru işareti olarak kaldı. Teknik açıdan kusursuza yakın bu film, hikâyesindeki boşluklar nedeniyle eleştirilse de yönetmen bu konuda duruşunu bozmadan “rutinin yüceliğine” atıfta bulunmakla yetiniyor.

Film, anlatılan hikâye gibi, bir yargıdan uzak; hiçbir didaktik öge taşımıyor, hatta bir anlatıcısı bile yok. Hirayama neredeyse hiç konuşmuyor, kendini çevresindekilere veya izleyiciye anlatma ihtiyacı duymuyor. Filmdeki bu anlatıcı eksikliği birçok farklı yorumun ortaya çıkmasına sebep oluyor. Filmin kötü çalışma şartlarını romantize etmek, fakirliği normalleştirmek ve insanları kayıtsızlığa sürüklemek için bir araç olduğunu savunanların karşısında filmin hiçbir yaşam tercihini yüceleştirmediği, karakterin içsel yolculuğunun yorumsuz bir yansıması olduğunu iddia edenler var.

Modern sinemanın gittikçe tekdüzeleşen, hiper bireysel depresif hikâyeleri ve sürekli pompalanan mücadelenin, dolayısıyla yaşamanın anlamsızlığı fikrine karşın bu yazıyı bitirirken Gramsci’nin sözlerini hatırlamakta fayda var: “Frederich Hebbel gibi, yaşamanın taraf tutmak olduğuna inanıyorum. Kimse, toplumun dışında yalnızca insan olarak var olamaz. Gerçekten yaşamak yurttaş olmaktır, iştirak etmektir. Kayıtsızlık irade kaybıdır, asalaklıktır, korkaklıktır. Kayıtsızlık yaşamak değildir. Yaşıyorum. Taraflıyım. Bu yüzden iştirak etmeyenlerden nefret ediyorum. Bu yüzden kayıtsızlardan nefret ediyorum.”

ÖNCEKİ HABER

Eşitsizliği gözler önüne koyan sınav: YKS

SONRAKİ HABER

Hayatta yolunu bulmak için felsefe ve soyutlamanın rolü

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa