24 Temmuz 2024 00:38

Sermaye + oluşturduğu “güçlü lider” = yıkım

AKP hükümetinin iyi dış politika olarak lanse ettiği şey, sermayenin çıkarları uğruna savaş ve yıkımdan ibaret, halkların çıkarlarının karşısında olan bir politikadır.

Fotoğraf: AA

Paylaş

Rıza MUTLU

Boğaziçi Üniversitesi

 

Sosyal medya uygulamalarında ne zaman bir Erdoğan içerikli paylaşım görsek, altındaki yorumları incelediğimizde gördüğümüz bir eğilim var. Bu eğilimin en basit karşılığıysa yorumların sahiplerinin genelde kurduğu şu cümleyle özetlenebilir: “Ekonomiyi dış politikayı yönettiği gibi yönetse aslında ülkeyi iyi yönetiyor.” O zaman algı operasyonlarıyla, devlet aygıtlarının tüm kuvvetiyle sürekli propagandası yapılan bu görüşe cevap vermek gerekir.

Erdoğan iktidarı dış politikadaki ilk sınavını, 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali sırasında verdi. Yeni iktidara gelmiş, ABD’li üst düzey yöneticilerle arası iktidara geçmeden de çok iyi olan Erdoğan iktidarı, ABD’nin Irak’ı işgalinde Türkiye topraklarını kullanmasına evet dedi ve konu meclise geldi. Ancak çok geniş kitlelerce sahiplenilen “savaşa hayır” talebi sebebiyle 1 Mart Tezkeresi meclisten geçmedi, Türkiye’nin Irak savaşına aktif katılımı halkların anti-emperyalist müdahalesi sonucu engellenmiş oldu.

Ancak Erdoğan hükümeti cumhuriyetin önceki 80 yılındaki emperyalistlerle beraber ancak pasif konumlanma anlayışını terk etmek için adımlar atmaya devam etti. 2004 yılında ABD’nin Ortadoğu’da ılımlı İslamcı rejimler oluşturma ve Erdoğan Türkiye’sini bunlara örnek olarak gösterme projesi olan BOP ve GOP projelerini Erdoğan şöyle anlatıyor: “Türkiye’nin Ortadoğu’da bir görevi var. Nedir bu görev? Biz Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi’nin eş başkanlarından bir tanesiyiz.” Başka bir konuşmasında da üstü kapalı olsa da şunları söylüyor: “Büyük Ortadoğu projesinin amaçları bellidir. Ve bu projede Türkiye’nin görevi de bellidir.” Bu projeler ve sonuçlarını yazının devamında göreceğiz. Bu projeninse Ortadoğu’daki kanlı savaşları engelleme gibi bir amacı tabii ki yoktu. Asıl amaç, Ortadoğu’yu içinde bulunduğu keşmekeşten çıkarıp uluslararası tekeller ve emperyalist güçler için hazırlanmış bir gül bahçesine çevirmekti. Bu 2007 yılındaki MİT’in 80. yıl raporu, Türkiye’nin önceki politikasını pasiflikle suçluyor, aktif dış politikaya geçilmesini istiyordu.

KURULAN DÜZEN SAVAŞ VE YIKIM DÜZENİ

Aktif dış politikadan kasıt, çevredeki İhvancı hükümetler ve örgütlerle içli dışlı olmak, Arap Baharı süresince kontrolünde/iyi ilişkileri olan tüm odakları desteklemek ve iç politikada karşısında durduğu rakipleri (Mısır’da Sisi, BAE, Suriye’de Esad) de kullanarak siyaset yapmak anlamına geliyordu. Bir yandan da bu örgütleri kullanarak bölgedeki iki emperyalist gücün arasında, iki taraftan da pay koparma çabası, AKP’nin dış politikadaki esas taktiklerindendi. Davutoğlu’nun şu sözü, AKP’nin dış politika konusundaki görüşünü özetler niteliktedir: “Türkiye’ye bu çerçevede bakıldığı zaman çok özel bir konuma sahiptir; zira coğrafî konumu itibarıyla sıradan bir merkez ülke değildir…Türkiye’yse coğrafî konumu itibariyle Doğu Akdeniz üzerinden Afrika’ya yakın bir Avrupa-Asya merkez ülkesidir…Türkiye, kendisini birçok bölgeye nüfuz edebilen bir merkez ülke şeklinde tanımladığında, bu tanımın operasyonel araçlarını da oluşturması gerekir… Bu tabloya bakıldığında Türkiye, süratle kendisini çevre ülke olmaktan çıkarıp düzen kurucu bir ülke konumuna getirmelidir.”

Düzen kurucu olmak için, hakimiyet sağlamak içinse, “güçlü lider güçlü ülke” şiarıyla büyük bir propaganda kampanyası başlatıldı. Erdoğan her bulduğu fırsatta “ey şu kişi…” diye bağırdı çağırdı, ülke içinde kendisini devlet baba ilan etti, dışarıda şunun bunun hamisi ilan edildi. Bunu destekleyen söylemlerden biri de “Ortadoğu gibi bir ateş çemberinde güçlü bir liderin zorunluluk olduğu” gibi, gerçekten uzak safsatalardan ibaretti. Peki Erdoğan gibi liderler, Ortadoğu’da daha önce karşılaşmadığımız bir tipleme miydi? Saddam, Kaddafi, Esad… Bu tür liderler ve arkalarında ülkeyi beraber yönettikleri sermaye, düzen kurmak, düzeltelim, kendi sermayelerine yeni alanlar açmak, komşu ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını ele geçirmek için sayısız savaş ve akıl almaz boyutlarda yıkıma yol açmışlardır. “Durdurulamaz bir kuvvet ve yerinden hareket ettirilemeyen bir cisim karşılaşırsa” yani iki farklı çıkarı olan iki sermaye grubu ve bunların desteklediği iki “güçlü lider” anlaşamazsa ne olur? Biri birini savaşsız mağlup edemediği durumda, savaşın çıkmaması ve yıkımın başlamaması için hiçbir sebep yoktur. Somut örnekleri Libya’nın Çad’la olan savaşında, İran-Irak Savaşı’nda ve daha birçok örnekte görebiliriz. Buradan çıkaracağımız sonuç bellidir: “Güçlü” liderler ülkelerindeki sermayeler tarafından oluşturulur ve sermayenin çıkarı sürekli talandan yana olduğundan, sermayenin tahakkümündeki/ iş birliğindeki bu “güçlü” liderler de savaş ve yıkımdan başka bir sonuç getirmez. “Güçlü liderler” savaşları ve yıkımı durduramaz, barıştan yana olan halkların örgütlü mücadelesi savaş ve yıkımı durdurabilir. Çünkü halkların savaş ve yıkımdan kazancı yoktur, sermayenin vardır.

TÜRKİYE’NİN SURİYE’DE NE İŞİ VAR?

Doğal olarak, Erdoğan aldığı pozisyonları sürekli gözden geçirmek zorunda kaldı. “Suriye İç Savaşı” öncesi beraber tatil yaptığı, “yumuşak güçle” ülkesini Türkiye’ye tam bağımlı hale getirmeye uğraştığı Esad’la, “Emevi Camii’nde namaz kılmak uğruna” arayı bozdu. Emevi Camii’nin temsil ettiği değerse, Suriye’de AKP’nin iş birliği içinde bulunduğu rantçı beşli çete ve diğer irili ufaklı sermayedarların Suriye’de Türkiye’nin tüm imkanlarıyla talana girişmesiydi. Bu talanın yanında, “güçlü liderin” güçlü silah tüccarları da nasiplerini alacaktı elbet. Bu güçlü silah tüccarlarının iktidarla özel bir ilişkilenme halinde olduklarını söylemek mümkün. Bu ilişkilenme beşli çete ve diğer rantçılardan daha özeldir. Her ne kadar iktidar diğer sermayedarlarla da karşılıklı bir kazanç ilişkisi içinde olsa da silah tüccarları kâr ilişkilerinden fazlasını sunuyor. Daha önce bahsettiğimiz gibi, Suriye üzerinde uçup petrol rafinerisi vuran İHA’lar, Suriye’de gezen “yerli ve milli” tanklar, konuşlandırılmış obüsler iktidarın ülke içindeki söylem üretme gücüne güç katıyor. Kendini de bir asker gibi tanıtıyor, seçimlerden önce üniformalı fotoğrafını profil fotoğrafı yapıyor ve bundan büyük kazançlar elde ediyor. Suriye’de olan bitene geri dönelim. İktidar, sermayeye hizmet etmek için her yolu denedi, hatta ABD’yi Suriye’yi işgale çağırdı. Bu hamleyle Suriye’deki tahakkümünü hızlandırmak isteyen Erdoğan’sa hayal kırıklığı yaşadı. Suriye’de fonladığı radikal İslamcı örgütler istediğini veremedi, tırları Kobane’yi hedefe alanlara gönderdi ama nafile. İktidar, günümüzde Esad’la tekrardan iletişime geçmeye çalışıyor. Bu iletişimin sebebiyse Suriye’den vazgeçmiş olması değil, Rojava’daki seçimlere müdahale etme isteği. Erdoğan hükümeti aynı şekilde Mısır’da darbe yapan Sisi’yle, 15 Temmuz’da darbeye ortak olduğunu iddia ettiği BAE’yle, Suudi Arabistan hükümetiyle de arayı bozdu. Bugün çeşitli sebeplerle bu ülkelerle iletişimi tekrardan sağlamak için geziler düzenliyor, selamlar gönderiyor, diplomatları görevlendiriyor, kısacası çırpınıyor. Bu ilişkileri tamir etme çabasıysa ülkedeki derin kriz dolayısıyla AKP’nin köşeye sıkışmasından başka bir sebebe dayanmıyor. Çünkü arayı bozmalarının sebepleri ortadan kalkmış değil.

Dış politikada aldığı taraflarla ürettiği hamasi söylemleri iç politikada da kullandığından, bu taraf alma kararlarını “mazlumlardan” değil sermayeden yana kullandığından bahsetmiştik. Bu noktada AKP hükümetinin İsrail’le olan ilişkisinden söz etmezsek olmaz. “One minute” şovundan 5’li çetenin İsrail’le yaptığı anlaşmalara, son süreçte bir yandan ticaret bir yandan göstermelik hakaret ilişkisinden Mavi Marmara olayına kadar AKP iktidarı-İsrail ilişkisi, görebileceğimiz en büyük yılan hikayelerinden biri. Yılan hikayesi dedik ama yanlış anlaşılmasın; dolambaçlı ve engebeli bir ilişkiden değil, emperyalistlerin isteklerine göre şekillenen ve gayet sıkı olan bir ilişkiden bahsediyoruz. Burada yılan, AKP’nin söylemleriyle ve eylemleriyle ortaya çıkan iki yüzlülüğünü temsil ediyor. Bu iki yüzlülük, İsrail’e giden ve Gazze’yi açık hava hapishanesine çeviren dikenli telleri gönderen, gece gündüz bombalayan uçakların yakıtı sağlayan, İsrail’in enerjisini sağlayan ve ticaret yapmadığını iddia eden ama arka kapıdan kendini Filistin’le ticaret yapıyormuş gibi gösteren sermayenin buyruklarıyla şekil almıştır.

Bu örnekleri incelediğimizde peki sosyal medya paylaşımlarının altında yer alan yorumlardan eser görebiliyor muyuz? İyi izlenen dış politika sürekli olarak sözde sürekli “manevra” yapmak mıdır? Sabit ve tutarlı olmasından vazgeçelim, şu ana kadar halkların yararına herhangi bir sonucu olan bir politika izlenmiş midir? Hepsinin cevabı net bir hayır. AKP hükümeti başa geçtiği günden beri savaş ve yıkımdan, yerli ve uluslararası tekellerden ve emperyalist güçlerin çıkarlarından yana taraf almıştır. Halkların tarafında bir dış politikaysa ancak 1 Mart Tezkeresi’ne karşı verilen mücadele gibi bir mücadeleyle elde edilebilir. Bu yeni politika da anti-emperyalizmi ve barışı merkezine alan bir politikadır.

ÖNCEKİ HABER

Mordoğan'daki Ayıbalığı Mağarası yakınında bulunan kaçak iskele yıkılamadı

SONRAKİ HABER

Beraber üretmek ve öğrenmek için atölyemizde buluşalım!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa