24 Temmuz 2024 01:46
/
Güncelleme: 00:48

Cezayir Bağımsızlık Savaşı’ndan 2024 Türkiye’sine

Olayların ardından sakin geçen 2 yılın ötesine ilerliyoruz filmin son dakikalarında, 1960’a. Polis soruyor: Ne istiyorsunuz? Halk tek bir ağızdan cevap veriyor: İstiklal!

Cezayir Bağımsızlık Savaşı’ndan 2024 Türkiye’sine

Fotoğraf: Freepik

Ecenaz YILMAZ

Galatasaray Üniversitesi

The Battle of Algiers, 1966’daki yayınlanma sürecinden 1970 yılına kadar Fransa’da gösterimi yasaklanmış bir film. Yasak sebebi ise manidar: Fransız ordusunun itibarının zedelenmesi... Film, Cezayirlilerin Fransa’ya karşı verdiği bağımsızlık mücadelesinin 1954-1957 sürecine belgeselci bir tarzda odaklanıyor.

Film, 1957 yılında FLN (Ulusal Kurtuluş Cephesi) üyesi Ali La Pointe’ın nerede saklandığını öğrenmeye çalışan Fransız polisinin yakaladığı, bağımsızlık örgütünün bir diğer üyesinin maruz bırakıldığı acımasızca işkenceler sonucunda Ali’nin konumunu itiraf ettiği bir sahneyle açılıyor ve ev baskınının hemen ardından 3 yıl geriye, 1954 yılına, Kasbah’a dönüyor.

Birkaç zaman atlamasının eşliğinde Ali La Pointe’ı, FLN’yi ve direnen Cezayir halkını takip ediyoruz. Artık FLN aktif bir şekilde silahlı mücadele yürüten ve halk desteğini almış durumdadır. Buna kayıtsız kalmayan Cezayir Valiliği ise Kasbah’ı kapatıyor ve Arap mahallelerini yakıp yıkıyor. Ancak bunlar halkın direnişini kırmaya yetmiyor. Bir dizi eylemin ardından Haziran 1957’ye uğruyoruz bu defa. Fransız Paraşütçü Birlikleri’nin “terörizmle mücadeleye” geldiği müjdeleniyor bizlere… FLN 8 günlük genel grev ilan ediyor, halk FLN’yi takip ediyor; paraşütçüler ise greve katılanların dükkanlarını yağmalıyor ve FLN’yi çözmeye, dağıtmaya çalışıyor, neredeyse bütün üyelerini tutuklatıyor. Savaş öyle bir boyuta ulaşıyor ki Avrupalı halk Arap çocukları gördükleri yerde katil yaftasıyla lince maruz bırakıyor. Paraşütçüler işkencelerini, baskılarını ve propagandalarını sürdürürken her şeye rağmen FLN de halk de direnişten vazgeçmek niyetinde değil.

Film Ali La Pointe’ın katledilmesi ve Cezayir halkının yenilgisiyle sonuçlansa da, olayların ardından sakin geçen 2 yılın ötesine ilerliyoruz filmin son dakikalarında, 1960’a. Polis soruyor: Ne istiyorsunuz? Halk tek bir ağızdan cevap veriyor: İstiklal! Filmde izleyemesek bile biliyoruz ki, Cezayir halkı bağımsızlığını 1962’de bu mücadelesiyle, bu iradesiyle kazandı.

NAHEL’İ HATIRLIYOR MUSUNUZ?

Filmin güncel gelişmelerle bağlantısını kuracak olursak… Geçtiğimiz sene bir çocuk ölümüyle sarsıldı dünya, ancak bu defa ismi Berkin veya Alexis değildi o çocuğun, Nahel’di. 17 yaşındaki Cezayir asıllı Nahel, Fransız polisi tarafından öldürüldü. Bir genç şöyle ifade etti bu olayı: “Polis şiddeti her gün yaşanıyor, özellikle de Arap ve Siyahi’yseniz.” Fransız kolluk kuvvetlerince gerçekleştirilen bu saldırıya karşı uzun süre protestolar gerçekleştirildi. Fransa’da göçmen düşmanlığı ise Nahel’in kaybedilmesiyle son bulmadı, bu sorun hâlâ katlanarak büyüyor.

Göçmen düşmanlığı sadece Türkiye’de karşılaştığımız bir durum olmaktan çok uzak. Tek bir başka ülke üzerinde durmak bile bunu gözler önüne serebiliyor. Evet, Fransa’da da Türkiye’de de kendi koşullarına göre şekillenen, özelleşen bir sorun bu. Ancak benzeştiği noktalar da göz ardı edilemeyecek kadar açık: Tüm dünyada hızla yükselen aşırı sağ, emperyalizmin yarattığı savaşları ve onun doğurduğu göç krizini fırsata çevirmeye çalışıyor. Bu bazen Fransa’da bir çocuğun vurulması, bazen parlamentodan geçirilen göçmen karşıtı bir yasa, bazen de seçimlerden güçlü çıkan aşırı sağcı partilerle görünür oluyor. Fransa’da da sermayenin yarattığı ekonomik krizlerin suçu hükümeti teğet geçip göçmenlere atılıyor; asıl sorumluları bulmadan yaratılan öfkenin yapay düşmanlara yöneltilmesi sağlanıyor. Ama Fransa’da da göçmenler ucuz iş gücü olarak sermayenin en sevdiği “köleleri” ve Fransa’da da göç, devletin yayılmacı politikalarının zorunlu eseri. Tüm bu olanlar bir yerden tanıdık görünüyor sanki…

GERİ KABUL ANTLAŞMASI’NDAN FAYDALANAN KİM?

AKP hükümetinin Suriye’deki savaşın esas sorumlularından biri olduğu ve Suriyeli göçünden kâr elde ettiği su götürmez bir gerçek, Türkiye’nin, Geri Kabul Antlaşması’yla birlikte AB için “Göçmen deposu” haline gelmesi de öyle. Çünkü aynı antlaşma, Türkiye’den ayrılmak isteyen göçmenleri zorla burada tutuyor.

O zamandan bu yana, sanki bütün bu politikaları uygulayan iktidar değil de mültecilermiş gibi, yine hedefin şaşırtılmasıyla Suriyeliler birçok saldırıya maruz kaldı, Kayseri’de mahallelerinin yakılması ve dükkanlarının yağmalanmasının üstünden henüz 1 ay bile geçmedi, 17 yaşındaki Ahmet el Naif işinden eve dönerken bıçaklanarak öldürüleli 1 ay olmadı. O halde soralım: Geri Kabul Anlaşması’ndan kârlı çıkan kim? Yoksul mültecilerle Türkiyeli işçileri karşı karşıya getirip yaratılan haksız husumetten beslenerek sömürü çarklarını döndürmeye devam eden kim? Suriyeli, Türk, Kürt fark etmeksizin iş cinayetlerine kurban giden çocukların, gençlerin katili kim? Yoksulluğa karşı duyduğumuz çok haklı olan öfkenin gerçek sorumlusu kim? Hesabı yersiz yurtsuz Suriyelilerden mi yoksa devletten mi sormak gerekiyor? Göçmen sorunu işçi sınıfı sorunudur, sermaye ise bu sorunu işçi sınıfının problemlerinin gerçek kaynağını görmesini engellemek için kullanır. Oysa biz yaşadığımız bütün ekonomik ve toplumsal sorunların müsebbibini tanıyoruz. Bir çözümsüzlük girdabının içinde gibi görünsek de aslında, hem göçmen hem yerli işçilerin ve gençlerin tek ve ortak bir çözüm yolu var: Sınıf kardeşiyle beraber mücadele etmek. Altında beraber ezildiğimiz sömürü koşullarına karşı yapılması gereken, daha fazla nefrete, saldırıya ve pogroma geçit vermeden burjuva iktidarlarına ve onların çıkarlarına karşı sınıfımızın tümünü kucaklayarak gerçek bir güç ve muhalefet odağı oluşturmak.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
Sezgin Tanrıkulu: "Depremin maliyetini en aza indirmek için her ay vergi veriyoruz. Nereye harcandığını bilmiyoruz"

Evrensel'i Takip Et