25 Temmuz 2024 04:15

Uygarlığın göremediği insanların öyküsü | Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?

İsmail Gezgin tarafından hazırlanan ‘Ötekilerin Arkeolojisi-Uygarlığın Göremediği İnsanların Öyküsü’ kitabı Antik Çağ’da görünmeyen emeği ve iktidar ilişkilerini örnekleriyle aktarıyor.

Eser: Babil Kulesi, Pieter Bruegel, 1563

Paylaş

Gözde TÜZER

“Özgürlüğü gençliğinde yasayla görünmez kılındı ve ölümle özgürlüğünü sonsuza dek elde etti” ya da “Görünmez olmak mı istiyorsun, yoksulluktan daha açık bir yolu yok bunun.” Bu iki söz Antik Çağ mezar taşı yazıtlarından... Colosseum’un yapılışından piramitlere, dev yapılara isimlerini veren iktidarları Antik Çağ’da bile biliyoruz da bu yapıları inşa edenlerin isimlerini göremiyoruz. Hayatları şiddet içinde geçen kölelerin, çalışmak ve cezalandırılmaktan ibaret hayatlarını, kırbaçlandıklarını, yaşlandıklarında tayınlarının kesildiğini hatta efendisinin işlediği suçlardan bile cezalandırıldıklarını bilmiyoruz. Kadınların beyazlar içinde resmedildiği Antik Yunan’daki o kadınların neler yaşadıklarını ve hissettiklerini anlamıyoruz.

Pinhan Yayınlarından çıkan İsmail Gezgin tarafından hazırlanan “Ötekilerin Arkeolojisi-Uygarlığın Göremediği İnsanların Öyküsü” Antik Yunan ve Roma uygarlıkları ile Mezopotamya’daki emekçiler ve “ötekilerin” yaşamlarına bakıyor. Kitap; Bertolt Brecht’in “Okumuş bir işçi soruyor” şiiri ile başlarken, Komünist Manifesto’dan Marx ve Engels’in “İnsanlık tarihi bir mücadele tarihidir” sözlerine yer veriyor.

Gezgin; arkeolojik çalışmalarda ilk kurulan köylerde yaşayanların eşit olmadıklarını, toplumsal konumlarının giderek birbirlerinden farklılaşmaya başladığını, ayrıcalıklı sınıfın görünür izler bıraktığını söylüyor kitapta. Ve kadınların, fahişelerin, eğitimcilerin, dokumacıların, kölelerin gündelik yaşamlarını örnekleriyle aktarıyor. Gezgin’e göre “Uygarlığın toplumsal olma koşulu olan gelecek güvenliği tarımla birlikte artı ürünü dayatmış; üretim süreçleri toplumu kabaca ‘çalışanlar’ ve ‘çalışmayanlar’ olarak ikiye ayırarak yeni bir mücadelenin başlangıcına işaret etmişti: Sınıf mücadelesi.”

KADIN HER DÖNEM ‘ÖTEKİ’

Kitabın “Antik Çağın ‘Öteki’si: Kadın” bölümünde özellikle bedenin kültür açısından nasıl bir yer tuttuğuna dikkat çekilirken “Antik Çağ inancının temelinde yatan eril iktidar fallokratik despotizmi tüm kurumlarıyla tesis etmiştir” deniliyor. Hesiodos’un oğluna verdiği nasihatlerden oluşan “İşler ve Günler” kitabında şu sözler geçiyor: “Bir evin olsun, bir karın, bir de öküzün. Karını parayla satın al ki gereğinde yürüsün öküzün ardından…” Akla elbette Nâzım Hikmet’in “Kadınlarımız” şiirindeki “…anamız, avradımız, yârimiz / ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen / ve soframızdaki yeri / öküzümüzden sonra gelen…” dizeleri geliyor.

O dönem metinlerine bakıldığında kadınların yeri “Ev kurup, çocuk yapmak”, “Evin içinde kalmak”, “Eve getirilen nimetleri teslim almak”, “Giysiler üretmek” ya da “Yiyecekleri dönüştürmek” olarak görülüyor. Bugünle ne benzer ama… Aristoteles gibi düşünürler dahi ceninin başlangıçta erkek olduğunu ve onun ancak iyi bir birleşme olmaması sonucunda kız çocuğuna dönüştüğüne inanıyorlardı.

Roma’da ise durum daha da karışmıştı. Çok ciddi göç alan Roma nüfusu, kontrol edilmesi güç bir hal almıştı. İmparator Agustus yasa ile bedenleri kontrol altına almayı hedefleyen bir biyopolitika geliştirmişti. Çocuk doğurmayı teşvik eden yasalar çıkardı ve böylece en az 3 çocuk beklediğini açıkça ifade ediyordu. Üstelik bunu ekonomik desteklerle de teşvik ediyordu. Kadının Antik Çağ’dan bugüne değişmeyen bu söyleme maruz kalması da “ironik” elbette.

Kitabın “Uygarlığın Günah Keçileri: Fahişeler” bölümünde ataerkil uygarlığın “dünyanın en eski mesleği” diyerek fahişeliğin normalleştirilmeye çalıştığına dikkat çekiliyor. En eski yazıt ise MÖ 3000 yılındaki kil tabletlerde Gılgamış Destanı’nda geçen Şamhat’ın bir seks kölesi olduğu anlaşılıyor.

Antik Ege dünyasında hem devletin hem de kamunun gözünde fahişeliğin bir “meslek” olarak normalleştirildiğini söylemek mümkün. Bu durum MÖ 6. yüzyıl başlarında Solon döneminde gerçekleşiyor ve genelevlerden vergi alınıyor. Öyle ki Solon’un genelev işinden kazandığı paraları Atina’nın imarı için kullandığı, Pire Limanının ve Tanrıça Afrodit Tapınağı’nın da bu şekilde yapıldığı söyleniyor. Kitapta “Elbette ilk cinsel deneyimini bir tecavüz şeklinde yaşayan kadınların ne hissettiği ne düşündüğü hiçbir metne konu edilmemiş, görmezden gelinmişti” deniliyor.

EMEK VERMEDİĞİNİ YİYENLER, YİYEMEYECEĞİ YEMEĞİ PİŞİRENLER

Antik Çağ deyince yemekler, sofralar, şölenler mutlu bir topluluğun zevk içindeki yaşam kesitleri akla geliyor ancak bu yemekleri kim hazırlıyordu, nasıl organize ediliyordu? Kitapta bu duruma ilişkin “Emek vermediği, pişirmediği yemeği yiyenler ile yiyemeyeceği yemeği pişirenleri yaratan bir sistem ortaya çıkmıştı” deniliyor. 

“Köleler ve Diğer Özgür Olmayan Emek Biçimleri” bölümünde köleliğin tarımsal kültürün başlangıcında ortaya çıktığı aktarılıyor. Sınıflı kentsel dönüşüm ve ticaretle birlikte endüstriyel boyutlarda bir köle ticareti başlıyor ve MÖ 8. yüzyılda Ege dünyasında toplumsal birimlere yayılıyor. Ancak burada “kölelerin” sadece alınıp satılan insanlar olarak sınırlandırılması da doğru değil. Çünkü alınıp satılmayan ama özgür de olmayan pek çok emekçi de bu sınıfa dahil. İpotek ile topraklarını kaybetmiş özgür insanlar da aynı pozisyonda yer alıyor. Köle edinmenin yolu savaş olarak gösterilse de insan ticareti de yaygın bir kölelik yolu.

Ceza, şiddet, çalışmak ve cezalandırılmak köleliğin temeli. Atina’da MÖ 5. ve 4. yüzyıllarda 200 Drahmiye bir köle satın alınabiliyordu ve bu bir zanaatkarın bir yıllık ücretine tekabül ediyordu. Ancak bu köleler 30’lu yaşlarında hayatını yitiriyordu. Evlenmeleri, üremeleri efendisinin kontrolündeydi. Yani kölelerin özgürlüğü iki şeye bağlıydı: Azat edilmelerine veya ölmelerine. Batı dünyasının övündüğü bu medeniyetin kölelik üzerine kurulduğu açıkça görülüyor.

Ağır işler arasında sayılan tarımda da tarım emekçileri toplumun en yoksul kesimlerden oluşuyordu. Öyle ki Roma Dönemi yazarlarından Varro üretim araçlarını üçe ayırmıştı: Sesli araçlar yani insanlar, yarı sesli araçlar yani hayvanlar ve sessiz araçlar diğer gereçler…

ANTİK ÇAĞ’DAN BUGÜNE KOŞULLAR AYNI: İNŞAAT VE MADEN

Zanaatkarlar da yok değildi elbette. Dokumacılar, çömlekçiler, doktorlar, hakimler, ulaklar bu grup arasında sayılabilir. Ancak öyle bir “iş” var ki bugünkü koşullarla neredeyse aynı. İnşaat işçileri ve yapı ustaları… “Roma’yı gezerken gördüğümüz görkemli yapıların iktidarı temsil ettiğini ve ardındaki özgür olmayan emeklerin o gün olmadığı gibi bugün de görülmediğini; görünenin gösterdiğinden öte bir emek içerdiğini fark etmekte fayda var” deniliyor kitapta. Bu işçilerin kölelerden oluştuğu açık. Taşları, kerpiçleri ya da tuğlayı duvarlarda, yapılarda, anıtlarda görenler; yapının görkeminin arkasındaki emeği göremiyorlar. Örneğin birinci yüzyıl yazarlarından Josephus, MS 64 yılında Kudüs’teki tapınak inşaatında 18 bin kişinin çalıştığını ancak proje sona erdikten sonra işsiz ve ekmeksiz kaldıklarını yazıyordu.

Madenciler ise çok daha zorlu koşullarda çalışıyorlardı. Toplumda madenlerin toprağın derinliklerinden kendiliğinden, öylece geliyormuş gibi bir algı hakimdi. Yerin metrelerce altında çoğunluğu ölünceye kadar çalışmaya mahkum edilmiş kölenin toz, toprak, zehirli gazlar içindeki ölümcül çalışma koşullarından yukarıdakilerin haberi olmuyordu. Bu işleyişin ardındaki iktidar ilişkisinin de üzeri kapatılıyordu. Bugünün dünyasıyla ne kadar benzer değil mi? Roma’da ise devlet kimi suçluları maden ocaklarında çalışmaya mahkum ediyordu, bu kişiler ölümüne çalıştırıldıkları için kısa sürede hayatlarını kaybediyorlardı.

Antik Çağ’ın Ege ve Akdeniz dünyasında ekmek sınıfsal göstergeler arasındaydı. İstiridye ekmeğinden bal, badem, zeytin ve baharat katkılı buğday ekmeğine kadar pek çok ekmek bulunsa da halkın bunlardan ne kadar faydalandığı muallak.

‘BANA BİR İÇKİ VER HANCI’

İnsanın modern anlamdaki yolculuklarının MÖ 3. bin yılda oluştuğuna dair arkeolojik veriler var. Mezopotamya’da han sahiplerinin çoğu kadındı. Bu yerlerde yemek, yatak, içki ve beden bulunduğu tahmin ediliyor. Tabii burada hırgürün de eksik olmadığı kaynaklara geçmiş durumda. Bu nedenle iktidarlar tarafından düzenlemelere de gerek görülmüş. Örneğin Hammurabi Kanunlarında birayı sulandırmanın cezası ölümdü. Hanların odalarında tuvalet bulunmazdı ancak lazımlıkların sabah boşaltılıp etrafın temizlenmesi için köleler vardı.

Roma’da içki dükkanları da yer alıyordu. Bu yerlerde yemeğin yanı sıra dansçı kızlar da bulunuyordu. Bu kızların hepsinin köle ya da yabancı kadınlardan oluştuğu tahmin ediliyor. Pompei ise ana caddede 20’ye yakın farklı hizmet sunan restorana sahip olmakla ünlüydü.

Hancılar “Bana bir içki ver”, “Doldur hancı”, “bir tane daha” gibi ibarelerin bulunduğu kadehlerde içki sunuyorlardı. Pompei’deki birahanenin duvarına şöyle yazılmıştı: “Müşterilerine su satıp şarabı kendisi yudumlayan hancı sen bir dolandırıcısın, umarım tez zamanda belanı bulursun.” Roma’da da hanlar tekin yerler olarak görülmüyordu. Buralar aynı zamanda genelev işlevi görüyordu. 

Bu arada iktidarlar ise işler kötüye gitmeye veya politik konumları gerilemeye başladığı anda tüm toplumsal çürümenin kaynağı olarak bu mekanları gösteriyor ve burada sunulan hizmetleri yasaklama veya sınırlama yoluna gidiyordu.

ŞİDDETİN NORMALLEŞTİRİLMESİ: GLADYATÖRLER

Filmlere konu olan “gladyatörler” ise Roma’nın kanlı canlı oyuncakları idi. Roma’daki ilk gladyatör dövüşlerinin MÖ 264 yılında bir cenaze töreni için yapıldığı biliniyor. Bir insanın bir başka insana veya canlıya çektirebileceği en üst acı; görsel bir şova dönüştürülmüştü. Şiddet izlemek bir tutkuya evrilmiş, bundan haz alan kitleler oluşmuştu. Roma’da şovun eşlik ettiği bu şiddet toplumun öteki sınıfına giren herkese uygulanır olmuştu. Şiddet normalleştirilmiş, gündelik yaşamın bir parçası haline gelmişti.

Sınıfsal fark da burada ortaya çıkıyor. Yeterince parası olanın; olmayanın ölümünü satın alabilmesine ve bir görsel şölen olarak sergileyebilmesine olanak verecek bir sistem ortaya çıkmıştı.

Yaşlılardan kadınlara, cücelerden eş cinsellere ve engelli insanlara kadar her öteki; şiddetin nesnesi haline getiriliyordu. Yeter ki halkın nabzı tutulsun, düzenleyenin statüsü artsın. Hatta özgür olan kişiler arasında da gladyatör olmak isteyenler vardı. Ekonomik koşullar o denli kötüydü ki insanlar itibar kazanmak için gladyatörlük yapmak istiyordu.

Tüm bunlar olurken isyan çıkmaması da anormaldi elbette. MÖ 73 yılında Capua’daki bir gladyatör okulunda başlayan isyan 3 yıl sürmüş ve genel olarak Spartacus adıyla anılan bu isyan Roma iktidarını korkutacak bir hal almıştı.

ÖNCEKİ HABER

İsrail'in üç gündür saldırdığı Han Yunus'ta ölenlerin sayısı 129’a yükseldi

SONRAKİ HABER

Massive Attack’ten ‘gerçekler’ bombardımanı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa