27 Mart 2013 06:27

Dükkanın önünü kapatalım!

Üniversitelerdeki dönüşüm süreci çokça tartışılıyor. Ticarileşme, piyasalaşma hedefleri cabası... Süreci yürütenler adeta; “tükanın önünü kapatmayalım” diyor bu dönüşüme karşı çıkarlara... Peki, bu dükkanlaşmadan mağdur olanlar ne yapacak?Prof. Dr. Neşe Özg

Dükkanın önünü kapatalım!
Paylaş
Sinem Uğurlu

Prof. Dr. Neşe Özgen, YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya’nın ifadesiyle “2023 vizyonuna uygun” olan üniversiteyi resmediyor. Üniversitelerin artık ticaret yapmanın ötesine geçtiğini, adeta ticari şirket haline geldiğini, başlıktaki ifademizle ‘dükkanlaştığını’ söylüyor. Bu tehlikeye özellikle dikkat çekiyor. Prof. Özgen’le üniversitelerin dönüşümü, geleceğini ve “Akademik kapitalizmle” üniversitenin şirketleşmesini konuşuyoruz.


Sık sık Yeni YÖK taslağıyla üniversitelerinin değişiminden söz ediliyor. Nedir bu değişim?

Üniversiteler şimdiye kadar yarara ve verime zorlandı. Yeni dönemde ise, ticarete ve karlılığa zorlanacak. Yani bizden ticari programlar bekleniyor. Hem öğrencimizi, hem bilgimizi, hem de üniversitenin her parçasını sattığımız bir süreçten söz ediyorum. Bu süreci, “Akademik Kapitalizm” diye tarif ediyoruz. Bu yeni süreç, bizdeki vakıf üniversiteleri denilen patron üniversitelerinde yapılıyor. Şimdi kamu üniversitelerine de geçecek.

‘Akademik Kapitalizm’ kavramıyla ne demek istiyorsunuz?

15-16 yıl kadar önce Kıta Avrupası üniversiteleri kendi yüksek lisans ve doktora öğrencilerini ABD’ye kaptıkdıklarını farkettiklerinde sistem tarafından uyarıldılar. Üniversitenin para kazanması ve iş yaratması gereken bir yer olduğunu söyleyen yeni bir anlayış gelişti. Bütün kıta Avrupası ülkeleri, Bologna denilen bir süreç başlattı. Üniversitelerini ABD üniversitelerine benzetmeye karar verdiler. Kendi nitelikli iş güçlerine çevre ülkelerde yer bulabilmek ve farklı ülkelerdeki nitelikli iş gücünü de ucuza kendi ülkelerine çekebilmek istediler. “Akademik Kapitalizm” kavramı da, Kıta Avrupasında anti-Bologna sürecini başlatanlardan Heart’ın kullandığı bir kavram. Girişimci üniversite ve patent temelli enstitü kavramı bu. Yani araştırma, bilim yapma gibi bir kaygı gütmeyen yeni bir akademiden söz ediyoruz. Bu bütün üniversite sisteminin 3 yıla indirilmesi ve bunun üzerine 2 yıl yüksek lisans programının bindirilmesi anlamına geliyor. Buna göre; üniversiteler derece verebilecek ve bilim insanı yetiştirebilecek üniversitelerle, meslek okulu tipli yani işe dönük programları olan üniversiteler olarak ikiye ayrılıyor.

3 yıl normal eğitim, 2 yıl da yüksek lisansın birleştirilmesi diyorsunuz. Bunun amacı nedir? Neden böyle bir uygulama öngörülüyor?

3 yıllık programdan mezun olduğunuzda dereceniz ve unvanınız olmayacak. Ancak 2 yıl yüksek lisans yaparsınız, şimdiki 4 yıllık programın derecesine erişebileceksiniz. Bu tarz bir üniversite eğitimini çok geniş bir alana yaymayı amaçlıyorlar. Yani herkesi 3 yıllık mezun edecekler, ama bu mezunlar iş bulamayacak.

Bir örnekle açıklarsak...

Diyelim ki; Çevre Mühendisliği bölümünde okuyorsunuz. Şimdiki 4 yıllık programdan mezun olunca çevre mühendisi olursunuz, 2 yıl da yüksek lisans yaparak katı atık uzmanı olabilirsiniz. Katı atık uzmanı olarak iş bulamazsanız, çevre mühendisliği diplomanızla iş bulurdunuz. 3+2 durumunda; ilk 3 yıllık programda çevre mühendisliği eğitimi alacaksınız, ama dereceniz olmayacak. Eğer derecem olsun istiyorsanız, 2 yıl önerilen bir yüksek lisans programında okuyup, katı atıkçı olarak mezun olacaksınız. Dolayısıyla siz sadece katı atık çevre mühendisi diplomasına sahip olacaksınız. Eğer katı atıkçı olarak iş bulamıyorsanız, dönüp çevre mühendisi olarak çalışmanız mümkün değil. Yani tek ihtisasınız olacak.

Bu programda dikkat edin, şimdiki 4 yıllık programı 3 yıla sıkıştırmıyorlar. Yeni bir program oluşturuyorlar. Bu da vasıflaştırma ve sürekli itibarsızlaştırma dönemini başlatmış oluyor. Yani böyle bir dönem geliyor.

Öğretim üyelerini neler bekliyor?

Örneğin kendi üniversitenizde gelmediğiniz bir sene, rahatlıkla dersinize başka birisi girebilir. Bu üniversitelerdeki taşeronlaştırmayı kolaylaştırıyor. Artık üniversitelerde kadro açılmayacak. Buna asitanlarla başladılar. Yeni YÖK taslağıyla birlikte profesörler de dahil hiçbir sabit kadro bulundurmamaya çalışacaklar. Eğer o sene birkaç ders açmamaya yönelik bir niyetiniz varsa, rahatlıkla 3 tane hoca gönderebilirsiniz. Ya da bir dersi dışarıdan hoca kiralayarak çok rahat verdirebilirsiniz. Ders başı hoca kiralamak yani. Bunun için uzun araştırma yapmış araştırmacılara da gerek yok. Üniversite eğitimi artık yeterli derinliği ve eğitsel bir hassasiyeti olması gerekmeyen bir iş eğitimi düzeyine indiriliyor. Araştırmacı kavramı da kaldırılıyor.


Bu sistemin hayata geçtiği yerlerde ne gibi sonuçları oldu?

Perişan durumdalar. Örneğin İngiltere’de öğrencilerden çok yüksek seviyede harçlar istendi ve büyük bir öğrenci kalkışması yaşandı. ABD’de 2. Irak işgali sırasında ve yeni dönemde, asker olan çocukların eğitim bütçelerini ödeyemeyen ve bankalara ciddi olarak borçlanmış siyahi ve yoksulların çocukları olduğu ortaya çıktı. Bu çocukların banka borçları o kadar çok kıstırmaya başlamıştı ki, bu borcu ödeyebilmek için ölüme gittiler. 2008 krizinden itibaren bankalar bu borçların ödenmesi için başka bir sistem devreye soktu. Bankalarla üniversiteler arasında ikinci bir garantör kurum oluştu. Bunlar bankaların öğrenci senetlerini toplamaya başladı. Yani senet kırmaya başlayan bir takım taşeron tefeci gruplar ortaya çıktı. Bunların elinde çok ciddi olarak borç senedi birikti ve bunları bankalardan tahsil etmeye kalktılar, bankalar sıkıştı. Korkunç karlarla bu senetler kırıldı piyasada . Çünkü, çocuk borcunu ödeyemeyince bu tefeci kurumlara senet kırdırdı çünkü.

Türkiye’deki öğrenim kredileri gibi...

Evet. Bizde de bankalar, öğrenim kredileri için borç açıyorlar. Bunu illegal bir yolla yapıyorlar. Çünkü öğrenciyi değil, ailesini borçlandırıyorlar. Aile ancak garantör ya da kefil olarak borçlandırılabilir. Ama üniversiteler bu parayı tahsil etmek için orada bir fake yapıyor ve aileyi borçlandırıyor. Aile bu borcu inkar edebilir. Çünkü bu eğitim borcudur. Ama bankalar bunu öğrenim kredisi olarak açıyor, tüketim borcu olarak veriyor. Bu da denetlenmesi gereken bir durum.


MARKETİN KİLİSESİ GİBİ

Bu anlattıklarınız ‘üniversite’nin temel tanımlarına bile uymuyor. Öyleyse bu ‘şey’e artık ne denir?

Shopchurch (market-kilise) üniversite diyebiliriz. Bu kavram, geçmişte kiliselerin kapitalist sisteme uymak için gerçekleştirdiği sistemdir. Kiliseler, dinselliğin zayıflaması üzerine insanları çekebilmek  ve gelir getirebilmek için kutsal figürleri, kilise malzemelerini satarak küçük bir dükkan açtılar. Fakat sonradan bu ticari iş kiliselerin o kadar çok hoşuna gittik ki, ürünlerini çeşitlendirip satmaya, hatta satmak üzere mal üretmeye kadar gittiler. Yani kilisenin dükkanı değil, dükkanın kilisesi haline gelmeye başladı. Buna benzer bir kavram üretilebilir üniversiteler için de.


ÜNİVERSİTE DAYANIŞMA PLATFORMU

“Akademik Kapitalizme” geçen üniversitelere önerdiğiniz bir mücadele yöntemi var mı?

Sendikaları önemsemek gerekiyor. Ama her yeni dönem, içinde eski dönemin bilgisini taşımak ve onu aşmak zorundadır. Sendikalarımız artık eski bildiğimiz türdeki sendikalar olamayacaklardır. Hem taşeron çalışanı, hem sigortasız olarak üniversiteye dışarıdan gidip çalışanı, hem sürekli çalışanı, hem de üniversitenin içindeki bütün bileşenleri kapsayan sendikalar olmak zorundalar. Hatta velileri de kapsayacak türde yaygınlaşmamız gerekir. Eski bildiğimiz örgütlenme biçimi bu yeni duruma hitap etmeyecektir. Dolayısıyla değişmesi gerekecek. Bundan sorumluyuz. Biz “Üniversite Dayanışma Platformu” adıyla, çeşitli sendika üniversite ağı, dernek gibi kurumlarla bir oluşum gerçekleştirdik mesela.


SALDIRIYOR, ZORLUYOR VE SERSEMLETİYOR!

‘Akademik Kapitalizm’ bir modelse, bu modeli üniversitelere nasıl entegre etmeyi düşünüyorlar?

4 ana retoriği var üniversitelere “Akademik kapitalizm”i yerleştirmenin.

*Biri “Pazar oryantasyonlu girişimcilik.” Yani pazar ve pazarı genişletmek için yapılan destekler. Girişimcilik dersleri, kariyer günleri, sanayi işbirliği adıyla programlar, özel inovasyon stratejisi adıyla yapılan anlaşmalar, patentleme ve patente teşvik, bilimi bir yarara indirmek, yararı da karla sınırlandırmak, öğrenciye geleceğin işçisi olarak bakmak ve öyle biçimlendirmek, öğrenciyi ve öğretim üyesini sürekli bir enformasyon yağmuruna tutarak yapılan bildirimler. Yani saldırıyor, zorluyor ve sersemletiyor.Tam olarak bir şirket mantığı.

*İkincisi, “Dış paydaşlar”. Üniversitede iş ve işçi bulma kurumu gibi çalışan kariyer merkezleri var mesela. Staj olanağı adıyla yapılan sigortasızlık kontratları var şirketlerde. Bu staj merkezleri pazar isteklerine göre düzenlenecek. Ders programlarını buna göre düzenleyecek.

*Üçüncü retorik, “Pazar oryantasyonu araştırmaya yönelmiş üniversite” diye tanıtılıyor. Özel bütçelemeleri var bunların. Öğretim üyesinin çalışarak biriktirdiği döner sermayeyi ticareten daha verimli olacağını düşündüğü başka bir bölüme aktarabilecek. Üniversite laboratuvarları özel sektöre kiralanabilecek. Dış bütçelerle bölümlerin yürütülmesi söz konusu. Sponsorlu dersler olacak mesela. Dışarıdan parayı bastıran herhangi biri üniversitede ders vermeye başlayacak. Öğretim üyesi olması gerekmeyecek. Bir şirket kendi ihtiyacı olan bir alanda doktora açtırabilecek. Koç’un meslek liselerine yaptığı gibi. Yani bundan sonra bölümün dışarıdan aldığı projelerde, geçici süre çalıştırılmak ve o işi yapmak üzere insan kiralayacağız.

Bunu da burslu öğrenci olarak gösterilecek ve sigortası yatırılmayacak.

*Dördüncüsü, disiplinlerarası retoriği. Felsefe, Roma Hukuku gibi dersler kaldırılıyor. İstediğin yerden, istediğin dersi alabilirsin. Böylece eğitimin besleme sürekliliği de ortadan kalkıyor. (İstanbul/EVRENSEL)


NEŞE ÖZGEN

Prof. Dr. 1984 yılında Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü mezun oldu. Şimdi Mimar Sinan ve Galatasaray Üniversitesi’nde ders veriyor. Özgen, “Bölgesel Kalkınma”, “Yeni Yoksulluk, “Toplumsal Cinsiyet” gibi temalar üzerinde çalıştı. Bu kapsamda İngiltere, İtalya, Bulgaristan, Azerbaycan ve İran'da çalışmalar yaptı. 2001'de başlattığı “Sınır (Kasabaları) Sosyolojisi” çalışmasıyla Suriye, Irak, İran ve Nahcevan sınırlarındaki kapı ve köyleri inceledi.  Bu çalışmadan “Toplumsal Hafızanın Hatırlama ve Unutma Biçimleri; Van-Özalp ve 33 Kurşun Olayı” isimli kitabı da çıktı.


Yeni yılda Evrensel aboneliği hediye edin
ÖNCEKİ HABER

Olimpiyatlar doğa katliamını meşrulaştıracak

SONRAKİ HABER

Kıbrıs halkının canı yakılacak

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa