23 Ağustos 2024 16:59

30 Ağustos’u nasıl görmeli?

Kurtuluş Savaşı’nın antiemperyalist mirası, bugün savaş, kriz ve yoksulluğun karşısında senede bir milli değerlerin fetişize edildiği bir günden farklı bir hafıza olmalıdır.

Paylaş

Taylan Özgür DELİBAŞ

İstanbul Üniversitesi

 

26 Ağustos 1922’de başlayan dört günlük taarruzla, 30 Ağustos günü Türkiye’nin batı şeridinde bulunan işgalci güçlerin yenilgisi kesinleşti. Savaştan iki yıl sonra “Zafer Bayramı” olarak belirlenen gün, her sene Türkiye sermayesinin dev şirketleri tarafından bir şov alanı haline getirilerek birbiriyle yarıştıkları, cumhuriyeti ve Atatürk’ü adeta bir kutsal haline getirdikleri alanlar olarak karşımıza çıkıyor. Peki nedir dev Koç, Sabancı gibi şirketleri Atatürk’e ve cumhuriyete bağlı kılan? Kurtuluş Savaşı’nın bu dev tekeller için ifade ettikleriyle emekçi halk açısından ifade ettikleri gerçekten aynı mı? Yoksa cumhuriyetle birlikte katlanan bu zenginliğin muhafaza edilmesinin koşulu mu bu değerleri aynılaştırmak?

KURTULUŞ SAVAŞI’NIN ARKAPLANI

19. yüzyılın sonlarına doğru giderek zayıflayan bir imparatorluk haline gelen Osmanlı, kendi maliye süreçlerini planlama ve denetleme yetkisini yabancı güçlerin kurduğu Düyûn-i Umûmiye gibi bir kurumla ekonomik bağımsızlığı yitirdiği, demiryollarının işletme haklarının on yıllarca yabancı şirketlere devredildiği, kapitülasyonlarla tanınan “kabotaj hakkı” ile deniz yolu ulaşımının denetimi yabancı şirketlere bırakılmış durumdaydı.

Emperyalist güçler tarafından hem iktisadi hem de siyasi olarak bir kuşatmayla karşıya kaldığı bir süreci yaşayan Osmanlı, giriştiği Balkan savaşlarından ardından Almanya’nın yanında saf tuttuğu Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan da yenilgiyle ayrılarak parçalanma sürecine girdi. İmparatorluğun her alanda ciddi güç kaybettiği ve azınlıkların bağımsızlık mücadelelerinin yükseldiği yıllar, ulusal burjuvazinin, tefecilerin ve toprak ağalarını içerisinde konuşlandığı İttihat Terakki yönetiminin Balkan Savaşları’nın yenilgisiyle Türkçü ve şoven politikalarına alan açılan yıllar oldu.

Bu koşullar altında ortaya çıkan Kurtuluş Savaşı’yla beraber Türkiye’nin sömürgeleşmesinin önüne geçilmiş ve siyasi bağımsızlık elde edilmiştir. Bu milli devrimle emperyalizmin işbirlikçisi olan sarayın elinden alınan iktidar, aynı zamanda “feodaliteden yerli burjuvazinin eline” geçmiştir. Her ne kadar halkın büyük kesiminin desteğini alarak yükselen bir mücadele ile elde edilse de elbette bu iktidar işçilerin ve köylülerin iktidar olduğu değil onların sömürüsü üzerinde yükselen, baskı rejiminin sürdürücüsü bir iktidar olarak şekillenmiştir.

Antiemperyalist bir hareket olarak ortaya çıkan Kurtuluş Savaşı’nın önderliğini yapan Kemalist hareket, “ya istiklal ya ölüm” şiarıyla içerideki işbirlikçilere ve emperyalist işgale karşı bağımsızlık mücadelesinin örgütçü gücüdür. Bütün olanaksızlıklara rağmen, her türlü olanağa sahip emperyalistlerin ülkesini işgaline karşı Türkiye halklarının ortak mücadelesi ile gelen “zafer” antiemperyalist kararlı tutumla mümkün oldu. Kurtuluş Savaşı’ndan ‘68 gençlik ve halk hareketlerine uzanan mirasın bu yönü, bugün gençliğin payına düşen savaş, kriz ve yoksulluğun karşısında senede bir milli değerlerin fetişize edildiği, şovenizmin pompalandığı bir günden farklı hale getirecek olan bir hafıza olmalıdır. Dev şirketlerin 30 Ağustos’undan farkı ancak bu “anmanın” politik içeriğinin anlaşılmasıyla mümkündür.

Büyük sömürgeci devletlerin karşısında ulusal bağımsızlık etrafında örgütlenen bu mücadele antikapitalist bir karakter kazanmamıştır. Yalnızca saldırgan ülkelerin işgaline karşı mücadeleyle sınırlı kalan Kurtuluş Savaşı, antikapitalist bir mücadele ile buluşamadığından güdük bir antiemperyalizm olarak kendini sınırlamıştır. Kurtuluş Savaşı’nın hedefleri arasında işbirlikçi yerli sermaye ve büyük toprak sahiplerinin tasfiyesi gibi sermaye düşmanlığı temelinde yükselen bir sınıf mücadelesi yer almadığından, 30 Ağustos ve sonraki süreçte cumhuriyetin ilanıyla atılan adımlar “milli devrimin” gereği olarak yerli burjuvazinin kalkındırılması ve İttihat Terakki’yle başlayan “tabakasız kaynaşmış” olarak tarif edilen Türk kimliğinin inşası ile devam etmiştir. Ulusal bağımsızlık için varını yoğunu ortaya koyan, gözü kapalı cepheye giden, evlatlarını ölüme gönderen halk, kurulan iktidarda kendine yer bulamamıştır. Düzenle uzlaşan bu cılız antiemperyalizm, savaşa önderlik eden burjuvazinin ve işgalcilerle iş birliği içerisinde olmayan toprak ağalarının ortaklığının sınıfsal karakterinin bir sonucudur.

SAVAŞ SONRASI TÜRKİYE

Cumhuriyetin ilanıyla birlikte geliştirilmesi gereken bir katman olarak Müslüman-Türk burjuvazisinin İttihatçıların açtığı yolda ekonominin hâkim unsuru olan sınıf olarak tesis edilmesinin adımları hızlandırıldı. “Milli burjuvazi” yaratma girişimi 1923’teki İzmir İktisat Kongresi’yle hız kazandı. Ülke içerisinde burjuvazinin varlığı reddedilmiyorken “milli” bir burjuvazi kurulması hedefleniyordu. Türkiye’de sol-sosyalist yazında çokça kullanılan “bu topraklarda burjuvazi cumhuriyetin kuruluşuyla yaratıldı” sözünün aksine Aydın Çubukçu’nun tarif ettiği üzere amaç, “ ‘burjuvazi yaratmak’ değil, mevcut olduğu kadarıyla burjuvaziyi yeni bir kimliğe yükseltmekti.”

İttihatçıların yolundan ilerleyen Kemalist hareket bu uğurda azınlıklara yönelik baskıları artırarak “milli burjuvazinin” yaratılması için dört koldan bir sınıf mücadelesine koyularak “Türk milletinin hâkim olduğu” tarım, ticaret ve sanayi için yasalar çıkardı, azınlık mallarına çökerek kendi burjuvazisini ihya etti. İktisadi açından bu egemenliğin muhafaza edilmesinin koşulu olarak azınlıklara yönelik düşmanlık ideolojik propagandayla kışkırtıldı, Türkçü-milliyetçi kuşaklar yetiştirmek için “Türk tarihi” baştan yaratıldı, Türklüğü yücelten eğitim müfredatları yazıldı.

Kurtuluş Savaşı sürecinde bir burjuva hareket olarak ortaya çıkan Kemalizm cılız antiemperyalist karakterinden sıyrılıp “Sınıfsız, zümresiz kaynaşmış bir kitlenin” hareketi ve ideolojisi olarak pozisyon alır hale gelmiştir. Feodalizmin tasfiye edilerek laiklik, hilafetin kaldırılması, seçme seçilme hakkı gibi pek çok ilerici adımın atılmasının öncüsü olmuştur.

Cumhuriyetle birlikte gelen kazanımlar ve Kemalist hareketin Medeni Kanun’un kabulü gibi adımlarla “Batılılaşma” ve dünyaya iktisadi, siyasi ve sosyal olarak entegre olma çabasıyla birlikte gelmiştir.

Ancak Kemalizm’in burjuva karakteri ile yüzleşmeden ve kabullenilmeden 30 Ağustos’u tekelci burjuvazinin bol prodüksiyonlu kliplerinin arkasındaki “aynı gemideyiz” mesajı anlaşılamaz; Kürt halkının uğradığı katliamlar, işçi ve emekçiler üzerinde inşa edilen sermaye egemenliğinin tarihsel koşulları doğru tahlil edilemez, 1921’de Karadeniz’de Kemalistler tarafından boğdurulan Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının uğrunda mücadele ettiği ülkenin ve dünyanın “ulus temelli” değil ancak antikapitalist bir çerçevede filizlenecek, emperyalizm karşıtı bir sınıf mücadelesiyle mümkün olacağı görülemez.

 

KAYNAKÇA:

https://teoriveeylem.net/tr/2023/11/27/bir-millet-yaratmak/

https://teoriveeylem.net/tr/2023/11/22/100-yil/

https://teoriveeylem.net/tr/2024/03/04/kurulusunun-ikinci-yuzyilinda-turkiyenin-bagimli-kapitalizmi/

https://www.evrensel.net/yazi/93499/meger-tek-eksigimiz-ataturkculukmus-1

ÖNCEKİ HABER

Faşizme karşı savaşın isviçre çakısı: İlya Ehrenburg

SONRAKİ HABER

Üniversite forumundan arta kalanlar

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa