31 Ağustos 2024 05:52
Son Güncellenme Tarihi: 31 Ağustos 2024 08:04

Kendi deneyimlerinden öğrenmek…

Vergi dilimi sorunu bugün elbet işçi ve emekçilerin en temel taleplerinden biridir ve konfederasyonların bunu bir talep olarak gündeme getirmeleri isabetli olmuştur.

Fotoğraf: ANKA

Paylaş

Seyfi SELÇUK

Denebilirse 2024 yazı işçi sınıfı açısından “en sıcak geçen yaz”larından biri oldu. İşçiler, sermaye, hükümet ve sendikal bürokrasi iş birliğiyle içine itildikleri çalışma ve yaşam koşullarına ve artarak devam eden yoksullaştırmaya, dinmek bilmeyen sermaye saldırganlığına örgütlülüğü ve gücü oranında karşılık vermeye çalıştı. Asgari ücretin yeniden düzenlenmesi, gerçek enflasyon temel alınarak ücret ve maaşlarda iyileştirme (ek zam) yapılması, temmuz zamlarının bu temelde ele alınması hususu ve “vergi dilimi” oranlarının düşürülmesi dönemin başlıca taleplerini oluşturdu.

Gelgelelim asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığı, milyonlarca işçinin asgari ücretin bir tık üstünde bir ücretle çalıştığı; otomotiv, petrokimya, demir çelik, beyaz eşya gibi temel sektörlerde ise ortalama ücretin yoksulluk sınırının yarısı seviyesinde kaldığı bir ortamda sermaye ile hükümet işçilerin bu haklı ve meşru taleplerine kulak tıkadı. Ne asgari ücret artırıldı ne de ücretlerde bir iyileştirme (ek zam) yapıldı. Hükümet “Şimşek programı”nı deldirmedi. OVP ve “temel strateji belgesi”ne sadık hareket etti. Dahası işçiler vergi dilimi nedeniyle ciddi oranda ücret kayıpları yaşadı. 

İşçilerin çalışma ve yaşam koşullarının bu ölçüde kötüleştiği ve bunun karşısında işçilerin farklı zeminlerde yeri geldiğinde son derece kararlı mücadeleler yürüttüğü bir ortamda nasıl oldu da hükümet ve sermaye bu kararlılığı gösterebildi?

Bu sorunun en kestirme yanıtı sermaye ve hükümeti caydıracak birleşik bir işçi gücünün karşısına dikil(e)memesidir. İşçi hareketi halihazırda mevzi mücadeleler yürütmekte ve nesnel koşullar ne ölçüde elverişli olursa olsun genelleşip birleşik bir hareket haline gelememektedir. Lokal alanda verilen mücadeleler ise sonucundan bağımsız olarak sistem tarafından (sermaye-hükümet) kolayca tolere edilebilmektedir. Bu tablonun ortaya çıkmasında birbiriyle bağlantılı iki unsur başat rol oynamaktadır: İşçi hareketindeki bilinç ve örgütlenme cephesindeki yaşanan eksiklik ve bununla bağlantısı içinde sendikal bürokrasinin işlevi ve sendikal harekette sağladığı tahakküm. Dolayısıyla işçi hareketinin sıkıştırıldığı cendereyi parçalayıp çıkabilmesi ve ileriye dönük adımlar atabilmesi için pergelin sivri ucunu tam da bu noktaya sermaye hükümet ve sendikal bürokrasinin oluşturduğu “şer üçgeni”ne saplamak gerekir.

SENDİKAL BÜROKRASİ VE İŞÇİLERİN TUTUMU

Sendikal bürokrasi ve işçi aristokrasisi tarihi boyunca sermayenin dalgakıranı olmuştur. Nitekim içinde bulunduğumuz bu süreçte de bu rolünü oynamaya çalışmaktadır. Bu yüzden işçilerin talepleri ve haykırışlarına sermaye ve patronlar gibi kulak tıkamamış; daha doğrusu tıkayamamıştır. Tepkilerin büyüyerek kendi denetimi dışında gelişmelerin olabileceği endişesiyle tepkileri sündürmek üzere devreye girmiştir. Türk-İş ve Hak-İş konfederasyonları bu süreçte başrolde hareket etmiş işe yanlarına DİSK’i de alarak sonradan arkasında durmadıkları bir deklarasyon yayımlamakla başlamışlardır. Her iki konfederasyonun yönetimleri Kamu Çerçeve Protokolü (KÇP) imzalayarak mağdur ettikleri yaklaşık 700 bin kamu işçisi başta olmak üzere işçilerin “ek zam” talebini ve diğer talepleri görmezden gelerek “vergi adaleti” etrafında günü kurtarmaya yönelik eylemlere yönelmişlerdir. “Vergi dilimi” sorunu bugün elbet işçi ve emekçilerin en temel taleplerinden biridir ve konfederasyonların bunu bir talep olarak gündeme getirmeleri isabetli olmuştur. Burada “sorun” oluşturan şey onca yakıcı talebin içinden adeta cımbızlayarak yalnızca bunu öne çıkarmaları ve diğer talepleri ötelemek için bu talebi araçsallaştırmalarıdır. “Eylem” ve “etkinlik”ler biçimlendirilirken üretimin etkilenmemesi için azami titizlik gösterilmiştir. Eylem(lerin) günü, yeri, katılımcıları belirlenirken de hem eylemlerin katlanarak büyüme ihtimaline karşı hem de işçilerin tepkisinden kaçabilmek için olsa gerek aynı titizlik görülmektedir. Fakat işçiler karşısında aldıkları “ince önlemler” kâr etmedi. Türk-İş bürokrasisi Çerkezköy mitinginde işçilerin yuhalamalarına, ek zam ve istifa çağrılarına maruz kaldılar.

Fabrikaların haberdar edilmediği ve iş yeri düzeyinde herhangi bir çalışmanın söz konusu olmadığı bir ortamda işçilerin müdahalesi de o ölçü de sınırlı kaldı. İşçi sınıfı 1980’lerin ortalarından 1990’ların son çeyreğine kadar olan dönemdeki gibi sendikal bürokrasiyi -kendi talepleri ve eylem biçimleri hizasına çekecek kadar- peşine takarak sürüklemeyi başaramadı. Dolayısıyla sendika bürokrasisini “Kendi silahı ile vurma” imkanını kullanamadı. Kullanamadı, çünkü, günümüzde işçi sınıfı bilinç ve örgütlülük; sendikal bürokrasi ise hareket üzerindeki denetim ve tahakküm noktasında geçmiş döneme göre çok farklı noktada bulunmaktaydı.

Bu çerçevede doğal olarak yaz boyunca işçi sınıfı hareketi lokal düzeyde mücadelelere sahne oldu/oluyor. Mücadelelerin ana aksını “ücret mücadeleleri” ve buradan kaynaklı grev ve direnişler oluşturdu/oluşturuyor. Bununla birlikte gerek işçi kıyımına karşı üretimi durdurarak topyekûn direnişe geçen Polonez Gıda ve Carrefoursa Esenyurt depo işçilerinin eylemleri, gerek ise çalışma koşullarının işçiler aleyhine yeniden düzenlenmesi (7’li sisteme geçiş) girişimi karşısında iş bırakarak direnişe geçen Gaziantep Akcanlar işçilerinin eylemleri olsun görünen o ki, önümüzdeki dönem emek sermaye arsındaki mücadeleler yalnızca ücret değil çok daha geniş bir yelpazede ve çok daha sert biçimler altında gerçekleşecek.

İşçilerin temel taleplerinden hiçbiri karşılanmış değil. Mevzi düzeyde seyretse de emek sermaye arsındaki mücadele yukarıda vurguladığımız üzere sertleşerek genişleyecek. Bu süreçte önemli noktalardan birini de işçi hareketinin mücadeleye öncülük eden işçilerin tasfiye edilmesini önleyememesi oluşturdu.

İşçi hareketinin önümüzdeki süreçte yaşadığı bu handikapı ortadan kaldıracak adımları atmasının önemi ve öncü unsurlarını muhafaza etmeyi başaracak ve gerektiğinde sendika yönetimlerine rağmen harekete geçecek bir düzeye ulaşması gereği günümüzün temel gerçekliklerinden biridir. İşçi sınıfı yengi ve yenilgilerle dolu bir süreci yaşıyor ve deyim yerindeyse “el yordamı”yla ilerlemeye çalışıyor. Diğer taraftan işçi sınıfı bu süreçte önemli deneyimler yaşadı, tecrübe biriktirdi. Böylesi dönemler işçiler bakımından deneyimlerinden öğrendikleri ölçüde “bilinç sıçramaları” yaşadıkları dönem özelliği taşırlar. Bu nedenle işçi hareketi içinde boydan boya işçilerin kendi deneylerinden öğrenmelerini sağlayacak bir aydınlatma faaliyeti örgütlenmesi/yürütülmesi geleceğin belirlenmesi bakımından tayin edici olacaktır.

ÖNCEKİ HABER

Avukat Bermal Yildeniz: Ana dilime tahammülsüzlüğe karşı çıktım 

SONRAKİ HABER

DEM Parti Milletvekili Bozan: Akdeniz’deki okulların sorunlarını çözün

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa