01 Eylül 2024 04:16

Macron’un sınıf korkusu

Avrupa'nın Gündemi'nde bu hafta Fransa'da siyasi krize yol açan Cumhurbaşkanı Macron'un tutumu, Almanya'da ekonomik sorunlar ve İngiltere'de artan kadın cinayetlerine dair tartışmalar var.

Fotoğraf: Kıvanç Demir/Evrensel

Paylaş

Fransa’da başbakanlık krizi derinleşiyor. Seçimlerin üzerinden iki ay geçmesine rağmen hâlâ bir başbakan atayamayan Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, geçtiğimiz hafta siyasi parti liderleriyle yaptığı görüşmelerde de bir çözüm üretemedi. Siyasi ve demokratik teamüller gereği hükümeti kurma görevini en çok oy alan partiye vermesi gereken Macron, bu yetkiyi seçimden birinci çıkan sol ittifak Yeni Halk Cephesine vermeyeceğini açıkladı. Daha önce Cephenin Adayı Lucie Castets’i başbakan olarak atamama gerekçesini “kurumsal istikrar” olarak öne süren Macron, nihayet gerçek sebebin sol ittifakın önerdiği emekten yana reformlardan duyduğu korku olduğunu itiraf etti.

Almanya’da Solingen saldırısı ve doğu eyaletlerinde yapılacak seçimlerde ırkçı AfD partisinin olası zaferi gündemlerde öne çıkıyor. Ancak en büyük endişe ekonomideki durum ve “dünya gücü” olma hedefine olumsuz etkisi. Junge Welt gazetesindeki yorumda Rusya’ya yönelik yaptırımların Almanya’nın ekonomik durumuna etkisi ele alınıyor.

İngiltere’de ise kadın cinayetleri oldukça artmış durumda. Ülkede bu yıl 50 kadının erkekler tarafından öldürüldüğü raporlandı.

MACRON’UN SOL KORKUSU: EMEKTEN YANA REFORMLARDAN ÇEKİNİYOR*

Aurélien SOUCHEYRE
Humanite

Emmanuel Macron,  Lucie Castets’i (Solun Başbakan Adayı) atamayı reddetmesinin gerçek nedenini nihayet kabul etti. L’Express tarafından aktarılan yorumlara göre Macron, “Eğer onu ya da Yeni Halk Cephesinden (NFP) bir temsilciyi atarsam, emeklilik reformunu yürürlükten kaldıracaklar, asgari ücreti 1600 avroya çıkaracaklar, mali piyasalar paniğe kapılacak ve Fransa dibe vuracak” dedi.

Cumhurbaşkanı şimdiye kadar, Ulusal Meclis tarafından Lucie Castets hakkında gensoru önergesi verilebileceği gerekçesiyle, NFP hükümetinin herhangi bir kurumsal “istikrarı” engelleyeceğini savunuyordu. Oysa bu sadece milletvekillerinin karar verebileceği bir mesele. Macron’un son açıklamaları ise niyetinin sözde bir hükümet “istikrarı” arayışıyla bağlantılı olmadığını açıkça ortaya koyuyor.

Korktuğu şey, Lucie Castets ve iktidardaki NFP’nin Fransız halkının yaşamı için temel olan bir dizi reformu hayata geçirecek olması. Solun başarılı olacağından korkuyor. Solun hükümet olmanın getirdiği yasama ve medya gücünden faydalanacağından korkuyor. Onu korkutan şey kendi politikalarına alternatif bir politikanın ortaya çıkması. Hatta bu alternatifin vatandaşların çoğunluğunun desteğini kazanması ve yeni bir “istikrara” yol açması. “Bu riski almaya hazır değilim” diyen Cumhurbaşkanı, solun eylemleriyle bağlantılı bir ekonomik krizden korkuyor ki bu da solun hükümet etme ve reformları gerçekleştirme konumunda olduğunun itirafı anlamına geliyor.

Kurumların garantörü olarak Cumhurbaşkanının (başbakanlık konutu) Matignon’a sadece seçimlerde birinci gelen siyasi gücü, yani NFP’yi, başarı şansına bakmaksızın atamakla kalmayıp, aynı zamanda bunu herhangi bir siyasi ayrımcılık yapmadan, en çok milletvekiline sahip partinin programına bakmaksızın yapmak zorunda olduğu düşünüldüğünde bu apaçık bir skandala dönüşüyor.

Cumhurbaşkanının son derece vahim ve Beşinci Cumhuriyet tarihinde eşi benzeri görülmemiş bu davranışı, demokrasinin çifte inkarı anlamına gelmekte. Cumhurbaşkanı, (aşırı sağcı) RN’nin (Ulusal Birlik) nispi çoğunluğu elde etmesi halinde Jordan Bardella’yı Matignon’a atayacağını söylemişti. Ancak kazanan sol oldu. Cumhurbaşkanının gözünde sol, aşırı sağdan daha tehlikeli olabilir mi?

Dolayısıyla Matignon’da Lucie Castets’in olmadığı her gün demokratik bir engelleme ve sandık sonuçlarının çalınması anlamına gelmekte. Macron ve LR (sağcı cumhuriyetçiler) arasında, milletvekili sayısı bakımından NFP’yi geçebilecek olası bir ittifaka gelince, bu hâlâ mevcut değil ve Fransız halkının oyuna bile sunulmamıştır. Hükümet etmeye kararlı olan Lucie Castets ise Paris Belediyesindeki görevinden istifa ettiğini açıkladı. Tek pusulası: Matignon.

* Makalenin orijinal başlığı: Yeni başbakan: Emmanuel Macron solun kendisinden daha iyisini yapacağından mı korkuyor?

Çeviren: Eren Can

EKONOMİK SAVAŞ

Lucas ZEISE
Junge Welt

Ekonomik savaş emperyalist güçler arasında normdur. Güçlünün zayıfa karşı bir iktidar aracıdır. Kapitalist dünya düzeninin kurallarını güçlüler koyar. Kurallara uymayan asi devletleri malların ve sermayenin serbest dolaşımının insafından hariç tutabilir veya yeniden içeri girmelerine izin verebilirler. Ekonomik bir savaş genellikle güçlüler için askeri bir savaştan daha az maliyetli ve risklidir. Ekonomik savaştan etkilenen zayıf devletler için sonuçlar yıkıcıdır. 60 yılı aşkın süredir ekonomik savaşa maruz kalan Küba’nın hâlâ ayakta kalması bir mucize.

Milenyumun başlangıcından bu yana, dünya gücü ABD’nin kararlaştırdığı ekonomik savaşların sayısı arttı. Irak, Venezuela, İran, Libya, Yemen, Suriye bunun en çarpıcı örnekleri. Asi uluslara karşı ekonomik savaşların giderek ABD ile müttefik devletlerin ve onların kapitalist sınıflarının beyan edilen çıkarlarına karşı yönelmesi de dikkat çekici. İran’a karşı yürütülen ekonomik savaş bunun etkileyici bir örneği. İslam Cumhuriyeti’nin yanı sıra özellikle Batı Avrupa devletlerine zarar verdi ve Fransa, Almanya ve hatta İngiltere hükümetlerine karşı açık bir siyasi sahnede uygulandı. Rusya’ya karşı yürütülen ekonomik savaş bu açıdan daha da anlamlıdır. Bu, Alman tekelci sermayesine doğrudan ve anında zarar verir. On yıl önce Alman hükümetinin Yunanistan’a karşı -başarılı- bir ekonomik savaş yürüttüğü hatırlandığında mesele daha da zararsız olmuyor.

Bazen geriye hızlıca bakmak çok faydalıdır. Haziran 2017’de ABD Senatosu, Washington’daki hükümete Rusya ile enerji işi yapan şirketlere karşı istediği zaman harekete geçme yetkisi veren bir yasayı onayladı. Senato, Rus doğal gazını Baltık Denizi üzerinden taşıması beklenen ve tatbikatın amacı olan, Polonya ve Ukrayna’yı geçerek Almanya’ya giden Nord Stream şirketinin ikinci boru hattına açıkça atıfta bulundu. O dönemde yeni olan, ABD Senatosunun yaptırım seçeneklerini yalnızca iki aleyhte oyla onaylayan açık yaklaşımıydı. Federal hükümet bu tedbirden yüksek sesle şikayetçi oldu.

İlk olarak Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel (SPD), Avusturya Başbakanı Christian Kern (SPÖ) ile yaptığı ortak açıklamada Senatonun planladığı cezai tedbirlerin bazı kısımlarının “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu belirtti. Alman-Avusturya öfkesi, “Avrupa enerji kaynaklarının genişletilmesine katılan Avrupalı ​​şirketlere karşı uluslararası hukuku ihlal eden sınır dışı yaptırım tehdidine” yönelikti. Almanya Başbakanı Angela Merkel (CDU) Gabriel’in tutumunu açıkça destekledi ve ABD’nin eylemini “tuhaf” bulduğunu söyledi. Bu, “ABD Senatosunun kendine özgü bir eylemidir”. Gabriel ve Kern yaptıkları açıklamada, ABD Senatosunun “Amerikan sıvı doğal gazının satışı ve Rus doğal gaz arzının Avrupa pazarından çekilmesi” konusunda kaygılı olduğuna dikkat çekti.

O zamanlar ikisi de ne kadar haklıydı! O dönemde Donald Trump ABD Başkanlık makamında yeniydi. Kern ve Merkel emekli oldular. Gabriel, ABD’nin kararlarını Almanya’da popüler kılmak için orada bulunan “Atlantik Köprüsü”nün başkanı. Bugün, pahalı ABD hidrolik kırma gazının Avrupa’ya satışı gelecek yıllar için güvence altına alındı. Kuzey Akımı I ve II bozuldu. Onların yok edilmesi, kurallara dayalı yeni dünya düzeninin bir parçası olarak selamlanıyor. Peki nasıl oluyor da Alman kapitalistleri Rusya ile ekonomik savaşın dezavantajını kabulleniyor? Rus doğal gazının AB’ye ithalatının yasaklanması nedeniyle en büyük müşteri olan Almanya, diğer kapitalist ülkelerle rekabette stratejik avantajını kaybetti.

Almanya için güvenilir ve ucuz enerji, savaş sonrası Batı Almanya ile ABD arasında eski bir çekişme konusuydu. Bonn Federal Meclisinde bu soruna ilişkin ilk konuşmacı savaşı 1958’de gerçekleşti. CDU Şansölyesi Konrad Adenauer, “koruyucu gücün” beyan edilen iradesine karşı Alman sermayesi için kazanılacak hiçbir şey olmadığına işaret ederek buna son verdi. Ancak 1960’larda ABD’den yumuşama rüzgarı estiğinde, Sovyetler Birliği ile borulara gaz satışı işi 1970’lerde geliştirilip gerçekleştirilebildi.

Sovyetler Birliği ile, daha sonra sadece Rusya ile yapılan uzun vadeli anlaşma, o zamandan beri Alman sermayesi tarafından övülen, Alman dış ve ekonomi politikasının temel taşı oldu. Ancak ABD politikası değişti. Fracking yöntemiyle petrol ve gaz üretimi, 2005 yılında ABD’de büyük ölçekte başladı. ABD, 2011 yılında dünyanın en büyük gaz üreticisi olarak Rusya’nın yerini alırken, 2018’de ise en büyük petrol üreticisi olarak Suudi Arabistan’ın yerini aldı. ABD 2019’dan bu yana ithal ettiğinden daha fazlasını ihraç ediyor.

Bunu şu şekilde ifade etmek daha doğru olur: ABD hükümetleri artık yüksek petrol fiyatlarını bir dezavantajdan çok bir avantaj olarak görüyor. Bu, Avrupa gaz fiyatı için daha da geçerlidir. Son yıllarda ABD hükümetleri ve ABD Parlamentosunun her iki kanadı da defalarca Rusya’dan AB’ye değil, özellikle Almanya’ya ucuz gaz verilmemesi gerektiğini ifade etti.

Olaf Scholz’dan önceki Alman hükümetleri, Alman sermayesinin çıkarları adına bu dayatmaya direndiler. Artık bu dayatma gerçektir. Yerli kapitalistler homurdanabilir ama boyun eğiyorlar. Batı’daki güçlü dostlarıyla bu tartışmayı kazanamayacaklarını hesapladıklarını varsaymak mümkün.

Çeviren: Semra Çelik

ERKEKLERİN KADINLARI ÖLDÜRDÜĞÜ BİR YAZ, BU BÖYLE DEVAM EDEMEZ

Frances RYAN
The Guardian

Temmuz ayında Carol Hunt ve iki kızı, Louise ve Hannah, Hertfordshire’daki aile evlerinde öldürüldü. Hannah bulunduğunda, göğsünde bir arbalet cıvatası ile hâlâ hayatta olduğu bildirildi. Louise’in eski erkek arkadaşı Kyle Clifford cinayetlerle bağlantılı olarak tutuklandı ancak halen hastanede yatıyor.

Üç hafta sonra üç genç kız -Bebe King, Elsie Dot Stancombe ve Alice da Silva Aguiar- Southport’ta bıçaklanarak öldürüldü. Çocuklar öldüklerinde yoga yapıyor ve Taylor Swift şarkıları eşliğinde dans ediyorlardı. 18 yaşında bir erkek suçlandı. Ardından bu ay, Bakım görevlisi Alberta Obinim Greater Manchester’da bıçaklı bir saldırıda öldürüldü. Kocası ve 17 yaşındaki kızının durumu kritikti. Alberta yirmi dört saat önce arkadaşlarıyla kilisede dans ediyordu. Tutuklanan adamın kurbanlar tarafından “tanındığı” söyleniyor.

Son aylarda erkekler tarafından öldürüldüğü iddia edilen diğer kadın ve kız çocuklarının isimlerini saymaya devam ederdim, ancak sayfaya sığmayacak kadar çok var. Bu yaz Britanya’nın erkek şiddeti yazı oldu; kadınların öldürüldüğüne dair manşetler olimpiyatlar ve yağmur haberleri kadar sıradanlaştı...

Guardian’ın bu yıl içinde Birleşik Krallık’ta erkekler tarafından öldürüldüğü iddia edilen 50 kadınla ilgili haberini okuduğumda, sadece kısa kesilen hayatların yıkıcılığından değil, aynı zamanda bunlardan ne kadar azını daha önce duymuş olduğumdan da etkilendim. Bu kadınlar acımasız bir sonla karşılaştı ve çoğu yerel gazetenin web sitesinde ancak birkaç paragraf yer bulabildi. Son dakika haber bannerları çağında, hikayeler daha sansasyonel hale geldi ama biz daha fazla kaydırma yapabiliyoruz - online kumarhanelerin pop-up reklamlarının yanında ölü bir kadının yüzü.

Bir kadının bir erkek tarafından öldürülmesi aslında bir “Köpek insanı ısırdı” hikayesidir. O kadar yaygın, o kadar öngörülebilirdir ki, yaygın olarak bahsedilmeye değer görülmez. Eğer rapor edilirse, erkekler genellikle mazur görülür - “tutku suçlarında” bıçaklanan kız arkadaşlar ya da “sevgi dolu oğullar” tarafından boğulan anneler gibi trajik örnekler. Çıkarım açıktır: Şiddet bir şekilde erkekliğin doğal bir parçasıdır ve kadınların yaptıkları bazı şeyler “bunu istedikleri” anlamına gelir...

Bir kadının ölümcül şekilde yaralandığı haberi duyulduğunda, polis tansiyonu düşürmek ve kamuoyuna bunun “münferit bir olay” olduğu güvencesini vermek için acele ediyor. Ama aslında bu pek de doğru değil. Erkek şiddeti -ister aile içi istismar, ister yabancılara yönelik bir saldırı ya da terörizm olsun- birkaç çürük elma ya da nadir görülen tekil bir olay değildir. Sistemiktir, erkeklere nefret etmeyi ve kadınlara korkmayı öğreten irili ufaklı binlerce anın bir sonucudur.

Bu yaz işlenen cinayetlerin birçoğumuzda yankı uyandırmasının nedeni, bu olayların hem şok edici hem de son derece tanıdık gelmesidir. Kadınlar, karşılaştığımız günlük hakaretler ve stresler -kurt düdükleri, parklardaki flaşörler, toplu taşıma araçlarındaki tacizler- ile kabuslar arasındaki noktaları birleştirebilir. Bu histerik ya da aşırı bir tepki değildir. Kanıtlar, terör eylemi de dahil olmak üzere cinayet işleyen erkeklerin genellikle takip ya da aile içi taciz gibi “daha hafif” suçlardan sabıkaları olduğunu göstermektedir.

Sarah Everard’ın 2021 yılında Met Polis Memuru Wayne Couzens tarafından tecavüz edilerek öldürülmesi, kadına yönelik şiddetin ele alınmasında bir dönüm noktası olarak görüldü. Üç yıl sonra, hiçbir şeyin değişmediğini değil, bazı açılardan geriye gittiğimizi görüyoruz. “İstemsiz Bekar/Incel” kültürü ve Andrew Tate tarzı kadın düşmanlığı genç erkekleri internette radikalleştiriyor gibi görünüyor. Tecavüz mağdurları mahkemeye çıkmak için dört yıla kadar bekliyor ve çoğu hâlâ adaleti göremiyor. Ipsos’un son anketine göre Z kuşağı erkek ve erkek çocukları, Boomers (1946-64 arası doğanlar) kuşağına kıyasla feminizmin zararlı olduğunu daha fazla düşünüyor.

İçişleri Bakanı Yvette Cooper’ın kadın düşmanlığını bir aşırıcılık biçimi haline getirmeyi düşündüğünü söylemesi bir tür ilerlemedir. Ancak orantısız bir şekilde beyaz olmayan insanları hedef alan terörle mücadele stratejileri sihirli bir değnek değil. Erkek şiddeti salgınını ele almak için, erkek çocuklarına rıza konusunda eğitim vermeye ve onları çevrim içi kadın düşmanlığına karşı uyarmaya öncelik vermekten, nakit sıkıntısı çeken kadın sığınaklarına ve hizmetlerine fon sağlamaya, tecavüz, aile içi istismar ve takip için polislik ve kovuşturma sonuçlarını radikal bir şekilde iyileştirmeye kadar geniş kapsamlı toplumsal değişimler gerekecek...

Eğer kadınlar kabus senaryolarıyla boğuşuyorsa, bunun nedeni hepimizin bunların diğer kadınların uyanamadığı kabuslar olduğunun farkında olmamızdır. Yaz sona ererken ve günler kısalırken, kurbanlar için hayat kararmadan önceki o son anları düşünmeden edemiyorum. Gelecek hafta okula dönmesi gereken küçük kızlar şimdi mezarlarında. Bunda doğal olan hiçbir şey yok.

Çeviren: Sarya Tunç

ÖNCEKİ HABER

Rize'de sağanak yolları göle çevirdi

SONRAKİ HABER

Antalya'nın Aksu ilçesinde orman yangını çıktı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa