04 Eylül 2024 06:07

12 Eylül kardeş kavgasını değil işçi sınıfının kahkahasını bitirdi

Patronlar kapitalizmin girdiği büyük krizden Neoliberalizm reçetesiyle çıkmak için, ağlamak yerine gülmek için en vahşi yöntemlerinden birini uyguladılar: Darbeyi.

Fotoğraf: Arşiv

Paylaş

Can ÇABİK

Çukurova Üniversitesi

 

20. yüzyılın ortaları dünya ve Türkiye açısından yükselişi ve yenilgiyi bir arada ifade eder. İkinci Dünya Savaşı bitmiş, zaferdeki rolü nedeniyle sosyalizm kitleler arasında ciddi prestij yakalamıştır. Tüm dünyada işçi hareketleri toplumsal muhalefetin lokomotifi olarak siyaseti şekillendiren özneler haline gelmiştir. Dünyanın durumu, Türkiye’de de rüzgârın işçiden yana esmesine vesile olmuş; öğrenci dernekleri, devrimci örgütler ve sendikalar eliyle sermaye iktidarı üzerinde basınç yaratılmıştır. Öyleyse bu basıncı ve sonuçlarını sadece Türkiye siyasetinin iç meseleleri üzerinden tartışmak, meseleye bütüncül bakmayı engelleyeceğinden öncelikle patronların girdiği iktisadi-politik çıkmazın uluslararası boyutunu irdelemek gerekir. İşçi hareketinin her etkisi, sermaye safından gelecek tepkiye gebedir ve sermaye, içinde bulunduğu krizleri kanla bastırmaktan hiçbir yerde geri durmamıştır. En bilinen örneklerden olan Endonezya’da 1965 yılında 300-500 bin arasında komünist katledilirken, 1973 yılının (tarihi oldukça manidar olan) 11 Eylül’ünde Pinochet ve ordusu bu defa Şili’de kıyıma girişmiştir. Örnekler saymakla bitmez ancak sorgulanması gereken farklı koşullara sahip bunca ülkede -ki bunlara 80 darbesiyle Türkiye de katılmıştır- benzer tarihlerde ortak olan şeyin ne olduğudur. 1960’lardan itibaren kapitalizmin girdiği derin kriz sonucu yükselen sınıfsal mücadelenin, ulusal kurtuluş hareketlerinin, öğrenci hareketliliğinin etkisi sonucu köşeye sıkışan sermaye Türkiye ve dünya halklarına karşı en acımasız saldırıları başlatmaktan çekinmemiştir. 12 Eylül ve benzerleri bu perspektiften okunmadan kapitalizmin bir dünya sistemi olarak işlevi anlaşılamaz, konu meşhur “siyasi analistlerin” mahalle dedikodularından öte ele alınamaz.

12 EYLÜL VAHŞETİ ÖNCE “DEMOKRASİYLE” DENENDİ

Toplumsal olguları doğru anlamak, onları her şeyden önce üretim ilişkileri içerisinde değerlendirmekten geçer. Uluslararası burjuvazinin girdiği iktisadi kriz kapitalizm için yeni bir eylem kılavuzunu, neoliberalizmi zorunlu kılmıştı. İthal ikameci ekonomik modeli tıkanan Türkiye özelinde ise neoliberalizm; emeğin ucuzlatılması, çalışma saatlerinin arttırılması ve kamu teşebbüslerinin sermaye tarafından yağmalanmasına ön açmayı gerektiriyordu. Patronlar ilk etapta süreci “demokratik” yollarla ilerletmek istedi. Tarihler 1975’i gösterirken Süleyman Demirel önderliğinde; MSP, AP, CGP ve 1969’da en radikal sermaye taraftarlarınca kurulan MHP, komünizmle mücadeleyi kararlı şekilde yürütmesi beklenen “1. Milliyetçi Cephe” (MC) hükümetini kurdu. 1. MC’nin ardından gelen Ecevit’in çok kısa ömürlü azınlık hükümetinin yeriniyse CGP hariç diğer partilerce yeniden kurulan 2. MC aldı. Türkiye’nin yağmalanmasının önemli köşe taşlarından olan 24 Ocak kararları, Demirel hükümetinin DPT müsteşarı Turgut Özal tarafından, yağma hukukunun tüm yurtta tahkim edilmesi amacıyla işte böyle ortaya atıldı. Bu kararların işçi sınıfı üzerindeki asıl iktisadi vurgunu dış pazara açılmaya teşvik edilen burjuvazinin kısabileceği tek masraf kaleminin emek ücreti olmasıydı. Bununla da kalmıyordu: Yabancı sermaye yatırımlarıyla kâr transferinin önü açılıyor, tarım ürünlerinde destekleme alımlarının azaltılmasıyla köylüler zora düşürülüyor ve ihracatta vergi iadesi gibi teşviklerle Türkiye dünyanın ucuz üretim merkezi yapılarak yeni sömürgecilik açıkça ilan ediliyordu. Ancak milliyetçi cephenin halka karşı açtığı “demokratik” savaş sermayenin arzularını gerçekleştirmekte nihayete erememişti. Çerçevesi prensipte başlangıçta bahsedilen biçimde oluşturulan kararların tam anlamıyla uygulanmasının önünde ise yaygın kanının aksine Ecevit’in “halkçılığı” değil, örgütlü toplumsal muhalefet ve yükselen devrimci dalga, yani işçi sınıfının öz gücü duruyordu.

1980 yılında 24 Ocak istikrar programı sonrasında grevlerde büyük bir artış görüldü. 24 Ocak kararlarının ilan edildiği 25 Ocak 1980 günü 101 işyerinde 6414 işçi grevdeydi. 27 Haziran 1980 tarihinde ise grevdeki işçi sayısı 57 bini aşmıştı. Grevdeki işçi sayısı 29 Ağustos günü 54.266, 5 Eylül 1980 günü ise 53.644 oldu. 12 Eylül öncesinde Türkiye’de 178 işyerinde grev vardı. Bu işyerlerinde 54 bin işçi çalışıyordu. Bu işçilerin 47 bini DİSK’e bağlı sendikalara, 6 bini Türk-İş’e bağlı sendikalara üyeydi.[1]

Halkın iradesini teslim alacak aparatlar ve yöntemler bulunmalıydı. Bu koşullarda NATO’nun ve uluslararası sermayenin kanatları altında Türkiye burjuvazisi imdada tüm dünyada uyguladığı en vahşi yöntemi çağırdı: 12 Eylül 1980’de, TİSK Başkanı Halit Narin'in deyimiyle işçi sınıfının 20 yıllık kahkahası sona erdi. Gülme sırası şimdi patronlardaydı!

PATRONLARIN GÜLME SEBEBİ

Başta DİSK olmak üzere işçi sınıfının siyasi örgütleri dağıtıldı. DİSK yönetiminin, darbeden 1 gün önce haberi olduğu biliniyor. En yakın deneyimi olan 12 Mart sürecinde, kendileri aleyhinde bir işkence ve davalar silsilesi yaşanmamıştı. Cuntayı kabullenenler çok da uzun olmayan hapis cezalarının ardından serbest bırakılmıştı. Yine benzer bir durumun yaşanacağını düşünen pek çok DİSK kadrosu, “teslim ol” çağrısı üzerine yöneticilerinden fabrika temsilcilerine varıncaya kadar Selimiye Kışlası önünde sıraya girdi. Ancak, umduklarını bulamadılar, böylece mücadeleci işçiler ve sendika yöneticileri işkence tezgahlarına ve zindanlara gönderildi. Birçok önemli kadronun gözaltı, hapis ve tutuklama üçgenine hapsedilmesiyle komünist örgütlerin TSK’ye karşı direniş başlatacak mecali kalmadı. Ayrıca işten çıkarmaların sıkıyönetim komutanlarının iznine bağlanmasıyla hem mücadeleci işçiler hızla tasfiye edildi hem de sükunetini koruyan işçiler açısından benzersiz bir iş güvencesi sağlanmış oldu. Halihazırda mücadelenin öncü kadro ve örgütlerini yitiren işçiler açısından bu koşullarda direnmek anlamsızlaşırken, boyun eğmek zorunluluk haline geldi. Yasal değişikliklerle akademisyen ve öğrencilere yönelik olarak her türlü dernek, sendika ve siyasal parti üyeliği yasaklanarak toplumcu fikirlerin yayılmasında en dinamik kesimler de sindirilince, meydan tam anlamıyla cuntaya kaldı.

İktidar mücadelesinde gücü elinde bulunduran grup sadece rakibinin öncülerini ezmekle kalmaz, aynı zamanda tabanını kendi kontrolüne almak için kendine karşıtmış gibi görünen kontrollü taşeron örgütleri aparat olarak kullanır. Faşist cunta için de bu geçerliydi. DİSK’i postallarıyla çiğneyen askeri yönetim, darbeyi sevinçle karşılayan TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ sendikalarına karşı oldukça hoşgörülüydü. Bu sendikalar süreci pek de zarar görmeden, hatta el altından çeşitli şekillerde desteklenerek geçirdiler. Öyle ki dönemin TÜRK-İŞ Genel Sekreteri Sadık Şide, cuntanın sosyal güvenlik bakanı olarak işçi sınıfına karşı saldırıların önemli bir aktörüydü. Darbeyi sevinç çığlıklarıyla karşılayan TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ, tarihsel görevlerini yerine getiren birer burjuva aparatı olarak işçi sınıfı içerisinde faaliyetlerini sürdürdü. Kulaklarını kapadıkları halkın gündemiyse yoğundu: Gözaltında “kaybedilenlerin” haberleri dilden dile yayıldı. 1980-87 yılları arasında reel ücretler %40 geriledi. Bununla beraber, varolma mücadelesi veren Kürt halkı ve siyasetçileri de zindanlardan nasibini fazlasıyla aldı. “Türkçe konuş, çok konuş!” şiarı Kürtçe’yi susturduğu kadar direnen bütün kesimleri susturdu. Eğitimin dinselleştirilmesi de bu dönemde, gelecek kuşaklar arasında bilimsel dünya görüşünü törpülemek ve kontrol edilmesi kolay bir gençlik yaratmak amacıyla ivme kazandı. Nitekim bugün gençliğe ulaşmakta çekilen pek çok zorluğun temelinde o günlerde yapılan “reformların” yattığını görebiliyoruz.

“BİR SAĞDAN BİR SOLDAN” MI ASTILAR?

Bütün bunlar gerçekleşirken darbe öncesinde devletin grev kırıcılıkla ve ulusal baskı aparatı olmakla görevlendirdiği MHP’ye de gereksinim kalmamıştı. Türkeş’in deyimiyle kendileri hapiste olsa da fikirleri iktidardaydı. Ülkeyi demir yumrukla yöneten cuntanın varlığında partinin siyasal olarak yaşamasının bir anlamı yoktu. Son perdelerini de Kenan Evren’in “anarşiyi bitirdik” masallarına meze olup bir kenara atılarak oynamış oldular. Nitekim 12 Eylül’de idam edilen 48 kişiden sadece 8’inin sağ görüşlü olması -sadece sağ görüşlü değillerdi, katliamların sorumlularıydılar- bile faşist cuntanın “bir sağdan bir soldan astık” yalanını boşa düşürmeye yeterlidir. Şüphesiz gerçek amaç Türkiye’de sermaye piyasasının ve neoliberalizmin kurumsallaşmasının önünü açmak, bunun için de yegâne direnişçi güç olan Marksist-Leninist hareketi kanla boğmaktan başka bir şey değildi. Cuntanın işlediği katliamlar sermayenin, dününü kurtardığı kadar bugününü de rahatlatmıştır. Çünkü darbenin hatıraları bugün bile gençliğin apolitik yetiştirilme tarzında etkilidir. Bu nedenle darbenin “kardeş kavgasına” son vermeyip faşist saldırıları ise arttırdığını teşhir etmek bugün de önemli bir görev olarak önümüzde duruyor.

12 Eylül’ün sermaye yanlısı politikaları ve bu politikaları ilerletmek için sermaye sahiplerinin çıkarları doğrultusunda geniş yetkilerle donatılan tek adam rejimi arasındaki bağ ise bugünümüzün mimarıdır. Dünden bugüne toplumsal muhalefete, kazanılmış haklara olan saldırıların bayrağını taşıyan tek adam iktidarı, OVP ve 12. Kalkınma planıyla birlikte “Kemer Sıkma” politikalarıyla kemeri emekçi kesimlerin belinde değil boynunda sıkmaktadır. Fakat tarihsel gerçek bize şunu gösterir ki, işçi sınıfının emekçilerin sırtına çökenler mutlaka kendileri çökmüşlerdir. 24 Ocak kararlarının baş uygulayıcısı Özal’ı, “Çankaya’nın şişmanı, işçi düşmanı” diyerek deviren, Çiller iktidarını “bacı bacı dedin hakkımızı yedin” şiarıyla indiren, Ecevit-Bahçeli-Yılmaz iktidarını “kuş, kurt, arı; kahrolsun IMF iktidarı” diyerek deviren, işçi sınıfı ve ezilen bütün toplumsal kesimlerin mücadelesidir. Bugün yaratılan bu karanlık tabloyu parçalayacak olan da bir başkası değildir.

 

KAYNAKÇA:

[1] Koç, Y. 30. Yıldönümünde 12 Eylül Darbesi ve İşçi Sınıfı (2010). Mülkiye Dergisi

Yeni yılda Evrensel aboneliği hediye edin
ÖNCEKİ HABER

Ressam Mehmet Güleryüz hayatını kaybetti

SONRAKİ HABER

Can Atalay meselesi: Bağımsız yargı mümkün mü?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa