Kaba bir Osmanlı son dönem hatırlatması-3
İTC’ nin rolü Cumhuriyet'e geçişte belirleyici olmuştur. İTC, devrimci bir parti olarak başlasa da zamanla Türk-Müslüman burjuvazisinin çıkarlarını savunan bir yapıya dönüşmüştür.
KARAGÖZ, 01.12.1923, SAYI 1639
Tunç DİKKAN
Ankara
Bir yazı serisi için araya olağandan fazla zaman girdi. Bu sebeple hem dergiyi yayına hazırlayanların hem de okurların sabır ve anlayışlarına sığınıyorum. Muhasebe edip planlamış olmasak da serinin bu bölümünün 30 Ağustos’un hemen ardından çıkması bizim için bir talih oldu. Dumlupınar (Başkomutanlık) Meydan Muharebesi’nin Yunan Krallığı’nın kesin mağlubiyeti ile sonuçlanmasını esas alan bu bayram, yurdun düşman işgalinden kurtulmasının nişanesi olarak kutlanıyor. Tıpkı cumhuriyetin ilanını sembol alan 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda olduğu gibi bu bayramda da birçok siyasi partinin açıklama yapıp yapmaması gündem haline geliyor. Milli duyguların, hamasi söylemelerin kol gezdiği bu gibi bayramlarda belirli “sol/sosyalist siyasi parti ve örgütlerin” yaptıkları açıklamalar hem usulleri hem de içerikleri bakımından tartışma götürüyor. Bütünüyle bu tartışmaya odaklanmak başka bir yazının konusu ancak serimizin içeriği olan geç Osmanlı dönemi ve erken Cumhuriyet’in ön günlerinin birbiriyle iç içe geçmiş olması, bizim yazımızın girişinde bu konunun kendine yer bulmasını sağlıyor.
Kestirmeden şunu söylemek gerekir: 30 Ağustos Dumlupınar Muharebesi’nin bugünkü ele alınışı - sonuç bakımından ne kadar öyle gözükmese de - “Nutuk bazlı tarih yazımının” bir ürünü olarak değerlendirilmelidir. Bu histiyografinin temel prensibi, M. Kemal’in (o zamanki ismiyle) Cumhuriyet Halk Fırkası kurultayında “milli mücadele” tarihini kendine göre özetlediği söylevin esas alınarak tarihin anlatılması ve kaydedilmesidir. M. Kemal’in 1919’da Samsun’a “vatanı kurtarmak” için ayak basması ve çeşitli kongrelerin örgütlenmesi ile başlayan ve en nihayetinde Yunan Krallığı kuvvetlerinin denize dökülmesi ile sembolize olan Büyük Taarruz’un M. Kemal ve silah arkadaşları önderliğinde bitirilmesini ile sonuçlandıran bu tarih yazımı, geçiş dönemi öncesi gerilla faaliyetlerinden, işçi hareketlerinden ve İttihat ve Terakki’nin karakol teşkilatlarından bahsetmez, Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerine dayanan sivil direniş hareketine ise işine geldiğince yer verir. Nutuk bazlı histiyografinin temel amacının resmi bir Türk ulus devleti inşası çabasının sonucu olduğu ifade edilir.[1] Ayrıca söz konusu histiyografi, imparatorluğun son dönem “kötü yönetildiği” için bu duruma düştüğünü ve bunda İTC’nin de payı olduğunu her fırsatta dile getirir. Hatta bu husus, M. Kemal ve Enver Paşa arasındaki rekabete dayalı gerginliği magazinsel bir bir biçimde ders kitaplarına kadar girer. Nutuk bazlı histiyografi, alanın tarihçileri tarafından yeterince eleştiriye maruz bırakılmış olduğundan biz rotayı, bu anlayışın mahkûm ettiği “İTC’nin kötü yönetimine” kıralım. İTC’nin 1907 Kongresi’ni ve 1908 Devrimi’ni bir önceki yazıda ele almıştık. Devrim sonrası dönemde iyiden iye Türk-Müslüman ticaret burjuvazisinin temsiline dönüşen İTC’ye ve kurulacak devletin temeli haline gelen Türkçülüğün İTC içinde gelişmesini inceleyelim.
1908 DEVRİMİ SONRASI İTTİHAT VE TERAKKİ
Sohrabi, Hobsbawm’ın “ithal edilmiş doktrinler tamamen yeni gelenekleri icat ederek gelişir” ifadesine atıf yaparak 1908 Devrimi’nin yerel sorunlarla küresel çözümler arasında köprüyü kurmayı hedefleyen bir meşrutiyetçi geleneğinin ürünü olduğu kanısına varır.[2] Bu görüşün durumu açıklamada tek başına yeterli olmadığını söyleyebiliriz. Elbette 1908, yerel sorunlarla ilgilenmiş ve bu bakımdan özgünlüklerini kendince ortaya koymuştur. Fakat 1906 – 1907 ayaklanmalarının sonucu olarak ortaya çıkan 1908’i, sadece İTC’nin “meşrutiyetçi geleneği” ile açıklayamayız. O, tıpkı küresel alandaki örnekleri gibi işçi-köylü kitlelerini kendisi etrafında yedekleyerek gelişmiş bir burjuva devrimdir. Birçok açıdan güdük kalması onu özgün kılar. Netice itibariyle 1908’den 1918’e kadar yaşanan gelişmelerin tümü, esası itibariyle görevlerini otokrasi aleyhine yerine getirmeye çalışırken karşı-devrimle hesaplaşan güçlerin çelişkisi ve güdük kalan devrimin ilerleme çabalarının sancıları bakımından gerçekleşen sınıf-güç ilişkilerinden ibarettir. Sonrasındaki süreç de tam olarak buna bağlı olarak gelişecektir.
Biraz açmak için tarihsel gelişmeleri önemli noktaları inceleyelim. Devrim’in hemen sonrası İTC zaten illegal olan durumunu gün yüzüne çıkarmıyor. İTC bu süre zarfından doğrudan siyasete müdahale etmez görünüyor ve çeşitli rütbeli subaylarla/bürokratlarla iş birliği yapıyor. Bu durumu “asker siyasete karışmaz” motivasyonu ile açıklayanlar yanılırlar. Esas gerekçe İTC’nin sorumluluk almadan yönetime katılmasının örgütlenmesidir.[3] İTC içinde Dr. Nazım, Dr. Bahaddin Şakir gibi teşkilatçılar devrimden sonra nüfuz edemez duruma geliyor. Dolayısıyla Ahmet Rıza’nın da etkisi azalıyor. Sebebini 1907 Kongresi’nin sonuçlarında aramak gerekir. 1905 ve 1906 vergi ayaklanmaları başlamadan önce İTC’nin ağırlığı aydınlardan oluşuyordu. Kongre sonrasında Balkan köylülerinin, Osmanlı Hürriyet Fırkası’nın, Ermeni örgütlerinin, Makedon ve Bulgar gerilla birliklerinin örgütü idi.[4] 1905 öncesi kadroların devrim sonrası etkili olamaması bu bakımdan anlaşılır olsa gerek. 1908 Devrimi ile Osmanlı otokrasinin yetkilerini sınırlayan devrimci güçler 1909’da tarihe 31 Mart Vakası diye geçecek bir karşı-devrim hareketi ile sınanıyor. Karşı-devrim girişiminin püskürtülmesinde devrimi yapan kitlelerin desteği bir yana, İTC’nin askeriye içindeki etkisi de belirleyici oluyor. Burada kitlelerin desteğinden çok uzak bir yönetimin böylesi sınavları rahat geçemeyeceği gerçeğini unutmamalıyız. Karşı-devrimi girişimi adeta bir fırsata dönüşüyor, İTC temsilindeki Türk-Müslüman burjuvazi, devrimci güçlere yönelik ilk salvoyu bu zamanda örgütlüyor. 1909 Tatil-i Eşgal kanunu ile grev ve iş bırakmaların dahi yasaklanmasını kapsayan, örgütlenme hakkı başta olmak üzere siyasal hak ve özgürlüklere yönelmiş saldırılar başlıyor. 1909 ve 1913 dönemi boyunca bu yasaklar fiilen devam ediyor. İTC’nin fiili durumu ise aynı şekilde sürüyor. Merkezi otoritenin 1908 Devrimi’nin bileşenlerine yönelik saldırısı imparatorluğun birçok yerinde aksiyonlara sebep oluyor. Özellikle Balkanlarda ulusal akımların da etkisiyle imparatorluktan kopmalar başlıyor. 2 yıla damgasını vuracak İTC Merkez Komite ve kadrolarını motivasyon bakımından yıpratacak Balkan Harpleri esnasında tarihler 23 Ocak 1913’ü gösterdiğinde İTC gün yüzüne açıktan çıkıyor ve tam anlamıyla kontrolü eline alıyor. Daha sonrasında İTC Merkez Komitesi’nde bulunan 3 paşalar olarak da bilinen Enver (Harbiye Nazırı), Cemal (Hariciye Nazırı) ve Talat (Dahiliye Nazırı) paşaların yönetimi başlıyor.[5]
TÜRK-MÜSLÜMAN BURJUVAZİSİNİN ÖNCÜ PARTİ İHTİYACI
Tüm bu gelişmeler, yerli burjuvazinin egemenliği adına mücadele eden bir partiye dönüşen İTC’nin, hâlâ etkisi olan Osmanlı otokrasisine karşı pozisyonunu nasıl konumlandırdığına ve aslında Türk-Müslüman burjuvazinin ve ittifaklarının siyasal iktidarı pekiştirmek adına mücadelesinin görüngüsüleridir. 1909’dan sonraki politikaları 1913 Darbesi ve 1915 Ermeni Soykırımı’nın örgütlenmesi süreçlerinin tümünde İTC, Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitalist, modern bir devlet olarak örgütlenmesini tesis etmeye çalışıyordu. Balkanların kaybı, İTC’yi pantürkist bir yaklaşıma götürdü. Gayri Müslim ve Türk olmayan sermayenin elimine edilmesini (ve mallarına el konulması) ve imparatorluğun yarı sömürge durumundan çıkmasını savunageldi ve örgütledi. Kendini Türk-Müslüman burjuvazisinin öncü partisi olarak konumlandırdı.[6] İTC, bu görevi gereği katliamlar yapmaktan, halkı yoksulluğa ve savaşa sürüklemekten imtina etmeyen bir burjuva partisi olarak bizim karşımızda duruyor. 1909 sonrası adımları başlayan 1913 sonrası temel politika haline gelen Türkleştirme politikası ve kapitülasyonların kaldırılmasını, imparatorluğun denk kuvvet olarak örgütlenmesini öngören liberal bir program olan Milli İktisat Programı yukarıdaki kapsamda ele alınıldığında anlam kazanıyor. Türk-Müslüman burjuvazisinin egemenliğini amaçlayan adımlar iç politika ve ekonomiyle sınırlı kalmıyor, dış politikada da savaş politikası olarak kendini gösteriyor. Müttefik arayışına önce İngiltere ve Fransa ile başlayan İTC, soluğu Almanya’nın yanında almak zorunda kalıyor. (Müfttekilerden oluşan batılı emperyalistler imparatorluğun üzerinde bulunduğu enerji kaynakları ve geçiş hatlarına el koyma, ilhak etme isteğiyle ve hâlihazırda Duyun-u Umumiye gibi kurumlarla elini kolunu bağladığı gerekçesiyle bir müttefik olarak ele almıyor.) Mağlubiyet sonrası dağılmayan İTC karakol teşkilatları aracılığıyla yurt genelinde bir direniş örgütlemeye çalışıyor. M. Kemal’in kongreleri ve ilk Kuvvacı birlikler bu girişimleri mirası.
Önemli bir not olarak ekleyelim. Yazımızın doğal sınırları 1908’in tamamlayıcısı olan Kurtuluş Savaşı’na ve hemen öncesindeki Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın genel ve özel sonuçlarına değinmeye izin vermiyor. Ayrıca yine sınırlılıklar ilk bölümde ele aldığımız kadar iktisadi ilişkileri incelememize de fırsat vermiyor. Referansların bu konunun meraklılarını belirli temel kaynaklara götürmesini dilemekten başka elimizden bir şey geliyor.
SONUÇ YERİNE
Üç bölümlük serimizin amacı belirli tarihsel hatırlatmalar yaparak güncel tartışmalarda yanlış bilinen doğruları ortaya koymaktı. Başta belirttiğimiz üzere Zafer Partisi gibi partiler üzerinden yükseltilmeye çalışılan milliyetçi akımlar güncel sorunlardaki manipülasyona dayalı tarzlarını tarihsel olay ve gelişmeler için de kullanıyorlar. Dolayısıyla tüm üretim ilişkilerinden kopuk, silahşor kahramanlara dayalı bir geç 19. yüzyıl Osmanlı panoraması yaratılıyor ve gerçeklerin ortaya çıkma huylarını görmek için biraz bizim iteklememizi gerektirecek bir dönemde geçiyoruz. Bu bakımdan sonuçları üç başlık etrafında toplayabiliriz.
Birincisi, İTC’nin başından itibaren yekpare bir parti olduğu yanılgıdır. 1908 Devrimi’ne birden çok ittifak ile girişen parti, Osmanlı otokrasisi ile derdi olan çoğunluklu bir kesimi birleştirmiştir. Bileşkenin içinde daha sonra düşman ilan edilecek, işçi örgütleri, Ermeni örgütleri, Balkanlardaki çeşitli uluslardan oluşan gerilla birlikleri de vardır. İTC hiçbir zaman devleti yıkmayı program edinmemiştir ama Osmanlı hanedanı egemenliğinin sonlanması, anayasal bir düzenin ilga edilmesini hedeflemiş, aslında bilinen imparatorluk yapısını tümüyle değiştirmeyi planlamıştır. Yani Osmanlı otokrasisini ve onun eylemlerini yıpratmayı programlamıştır. Onu yıkmayı hedeflememesi (ya da devrimci güçlerin İTC’yi buna itecek kuvvette olmaması) devrimi güdük hale getirmiştir. Ama devletçi bir çizgi İTC’de Türk-Müslüman burjuvazisi adına yönetimdeki öncü parti olana kadar gelişmemiştir. İTC’nin en yakıcı icraatleri, övünülen dönemleri de bundan önceki imparatorluk içindeki devrimci dönemlere denk gelmiştir.
İkincisi, İTC içinde Türkçülük doktrinin benimsenmesi konjonktüreldir; en başından Ermeni, Bulgar, Makedon örgütlerinin içinde olduğu partiydi. Bu grupların farklı programları, Türk-Müslüman ticaret burjuvazisinin emelleri ile çelişir durumdaydı. Biz kimiz? Sorusuna, “Osmanlıyız” diyen İTC paşalarının Balkanların imparatorluktan ayrılmasının ardından Türkçülük propagandasına dönmesi tesadüf değildir. Koşulların politikayı belirlediğini düşünürsek bugün Ermeniler aleyhine sözleri, “nefret söylemleriyle” tekrar hatırlatılan paşaların bir dönem Ermeni örgütleriyle ittifak ettiği gerçeğini unutmamak gerekir. Saf değiştirenler halkın çeşitli kesimlerin ortak taleplerinin yerine Türk-Müslüman burjuvazisinin çıkarlarını tercih etmiştir. Herhalde doğru safın nerede olduğu tarih biliminin ortaya çıkardıklarıyla oldukça açıktır.
Üçüncüsü, İTC’yi tarih sahnesine kazandıran, havalı silahşorları değil 1908 Devrimi’ni yapan bir parti olmasıdır. İTC 1909’a kadar burjuva devriminin görevlerini yerine getirmiştir. Sonra hemen bu devrimci görevlerin kuvvetleri olan güçlere karşı burjuvazinin silahı, öncü partisi olarak pozisyon almıştır. 20. yüzyılın başlarında yaşasak dahi kolaylıkla söyleyebiliriz ki: Burjuva devrimlerinin yarım kalan görevleri için artık bir burjuva devrime Türkiye’de ihtiyaç yoktur. Bu görevler proleter devrimin görevleri haline gelmiştir. Yani gençliğin medet umacağı yer, İTC komitecilerinin afili hareketlerini hatırlamak değil, onun devrimci dönemini kavramak ve Türkiye’de proleter devriminin mücadelesinin örgütlenmesidir.
KAYNAKÇA:
[1] Alaranta, T. (2008). Mustafa Kemal Atatürk’s six‐Day speech of 1927: Defining the official historical view of the foundation of the Turkish Republic. Turkish Studies, 9(1), 115–129
[2] Sohrabi, N. (2002). Global waves, local actors: What the young Turks knew about other revolutions and why it mattered. Comparative Studies in Society and History, 44(1), 45–79
[3] İkinci Meşrutiyet Dönemi 1912-1918. (2010.). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi (syf. 145–201)
[4] Hanioğlu, M. Ş. (2011). Civil-military relations in the Second Constitutional Period, 1908–1918. Turkish Studies, 12(2), 177–189
[5] İttihatçıların Ulusal Direniş Hareketine Katkıları. (2010.) Milli Mücadelede İttihatçılık (syf. 109–161)
[6] Vanguard of a Nascent Bourgeoisie: The Social and Economic Policy of the Young Turks 1908-1918. (2008.). In From Empire To Republic: Essays On The Late Ottoman Empire And Modern Turkey-Volume 1 (syf. 23–61)