Ariel: Finlandiya proletaryasının bunalımı
Hayatın anlamsızlığı, karamsarlığı ve zorluğu karşısında en büyük silahımız bütün farklarımız ve kusurlarımıza rağmen bir araya gelmek, yan yana durmak ve durmadan mücadele etmek.
Fotoğraf: Freepik
Irmak
Bilkent Üniversitesi
Maden işçisi Taisto ve babasının çalıştığı maden kapatılır. Artık “buralarda kalmanın anlamı kalmadığını” düşünen baba, klasik arabasını buralardan gitmesi için evladına bırakır ve bir restoranın tuvaletinde intihar eder. Bütün bunlara şahit olan Taisto’nun yüzünde tek bir ifadeye bile rastlamayız.
Finlandiyalı yönetmen Aki Kaurismaki’nin Proletarya Üçlemesi adıyla anılan üçlemesinin ikinci filmi Ariel (1988) böyle başlıyor. Nispeten kısa (73 dakika) olan filmde Taisto’nun arabayla şehre gittiği ilk gün soyulması ve beş parasız kaldıktan sonra nasıl hayatını idame ettirdiğini izliyoruz. Kaurismaki’nin kendine has tarzı Ariel’de de kendini gösteriyor: Bütün karakterler (özellikle yoksullar ve emekçiler) oldukça umursamaz, soğuk, adeta mekanik bir tavırdalar. Bir yandan da 80’lerin sonlarındaki Finlandiya’daki yoksul kesimlerin günlük hayatına ortak oluyoruz: Olabildiğince az, neredeyse yetmeyecek kadar temel eşyaları, ucuz konserve yemekleri ve süpermarketlerden satın alınan Coca-Cola’larıyla, yaşama ve kendilerine olabildiğince yabancılaşmış emekçiler. Borçlarını ödeyebilmek için sabah farklı akşam farklı işlerde yıllardır çalışan ve bir yandan çocuğunu tek büyüten anne karakteri Irmeli bu tipleştirmeyi iyice somutlaştırıyor.
DÖNEMİN POLİTİK KOŞULLARIYLA İLİŞKİSİ
Ariel’in, 80’lerin sonlarında Doğu Bloku’nun dağıldığı, Finlandiya’nın da gittikçe emperyalist Batı’nın ekonomik ve kültürel etkisi altına girmeye başladığı bir dönemde çekildiğini dikkate almamız gerekiyor. O dönemlerde her eve çoktan giren televizyon ve yayınlarla iyice yaygınlaşan Amerikan pop kültürüne rağmen Kaurismaki’nin karakterlerinin çoğunlukla sadece radyosu olduğunu, renkli şehir ışıkları ve reklam panolarına rağmen tekdüze bir hayat yaşadıklarını görüyoruz. Ayrıca Kaurismaki, Ariel’de, o dönemde popüler olan müzikler yerine 50’ler ve 60’lar Finlandiyasından müzikleri kullanıyor. Neoliberalizmin bol şatafatlı ve renkli kültürel yaşamı içerisinde sıkışmış emekçi karakterleriye Kaurismaki, geçmişte her şeyin daha iyi olduğunu düşünen nostaljik bir yönetmen tablosu çiziyor.
“YOKSUL İŞÇİ” PORTRESİNDEN ÇIKARILACAK DERSLER VAR
Ariel’de çizilen “yoksul işçi” portresinin, gerçekçiliğini bir kenara bırakırsak, bence hem eleştirilmesi hem de ondan ders çıkarılması gereken yerleri var. Taisto ve Irmeli karakterlerinin ilişkilerinin gelişimi bu eleştiriye başlamak için çarpıcı bir örnek. İki karakterin de ne parası ne zamanı var: ikisi birlikte yaşamaya ve sonsuza kadar aile olmaya anında karar veriyorlar. Aralarında yeşeren bir romantizm veya ilişkilerinin “kararlaştırılmasından” sonra bir duygu göremiyoruz. Aynı şekilde adeta duygusuz, mekanik diyebileceğimiz bir ilişkiyi, Taisto’nun babasıyla, sonradan şehirdeki iş arkadaşlarıyla ve hapiste tanıştığı insanlarla kurduğu arkadaşlıklarda da görüyoruz. Ana karakterlerin bütün ilişkilerinde bir mecburiyet ve sert bir katılık göze çarpıyor. Kimsenin arkadaşlığa, bir eşe, aileye, deyim yerindeyse birey olmaya ve sosyal ihtiyaçlarını gidermeye zamanları yok. Çalışmak, yaşama tutunmak ve tekrar çalışabilmek için dinlenmek arasında boş muhabbetlerin yeri yok. Ayrıca Taisto oldukça saf. Parasını çaldırıyor, haksızlığa uğruyor, hakkını savunamıyor; bütün bunların karşısında da derin bir kabullenmişlik ve aldırmazlık içinde yaşıyor.
Fakat bu yabancılaşmış, mekanikleşmiş, saf, umursamaz, aldırmaz (deyim yerindeyse insanlıktan çıkmış!) işçilerin, bütün bunlara rağmen güçlü bir dayanışma gösterdiğini görüyoruz. Neredeyse hiç konuşmadan birlikte yaşamaya başlayan iki ana karakterimiz, film boyunca birbirlerine yardım ediyor ve her hareketlerini birlikte daha iyi bir yaşam kurma hedefleri için yapıyorlar. Taisto, hapisteki koğuş arkadaşının canını kendi pahasına korumak istiyor, arabasını ve radyosunu hiç tanımadığı işçilerle cana yakınlıkla paylaşıyor. Günlük hayatında karşılaştığı zorluklar ve haksızlıklar karşısında aldırmaz ve kabullenmiş gördüğümüz karakterlerin bir hayat planları, umutları, hedefleri olduğunu; hayatlarını daha iyi yaşamak için birlikte çabaladıklarını görüyoruz.
KAURISMAKİ’NİN PROLETERLERİ BİZE ÇOK BENZİYOR
Kaurismaki’nin “proletarya üçlüsü”ndeki işçiler, sinemada görmeye alıştığımız türden ideal ve bilinçli karakterler değil. Bütün kusurları, umutsuzlukları ve bitkinlikler; işledikleri suçları, kötülükleri, bencillikleri ve korkularıyla birlikte özverilerini, cesaretlerini, dayanışmalarını, öfke ve ezilmişlikleriyle oluşan sınıf bilinçlerini görüyoruz. Kaurismaki’nin proleterleri bize çok benziyor. Karakterlerin Kaurismaki’ye has donuk halleri, neoliberal politikalar altında yaşayan Finlandiya emekçilerinin, aslında kendi yaşamımızla birçok ortak yön bulabileceğimiz, sert ve zor hayatlarını daha çarpıcı şekilde yüzümüze vuruyor. Ariel’de aslında, proletaryanın paylaşımcı ahlakını ve (Kaurismaki’nin amacının bunu göstermek olduğunu düşünmesem de) birlikte hareket etmemizin gerekliliğini gördüğümüzü düşünüyorum. Hem Finlandiyalı işçilerin hem de bizim hayatın anlamsızlığı, karamsarlığı ve zorluğu karşısında en büyük silahımız bütün farklarımız ve kusurlarımıza rağmen bir araya gelmek, yan yana durmak ve durmadan mücadele etmek.