Sabır Taşı: Kirlenmiş ve irinli yaşamların kitabı
Sabır Taşı, sıradan insanların çürümeye yüz tutmuş bir toplumdaki hikayesini İran’dan aktarıyor bize. Çubek iki yüzlülüğü ve insanların nasıl birbirine düştüğünü ustaca anlatıyor.
Sabır Taşı, Sadık Çubek, Kor Kitap
Settar Umur UYAR
Galatasaray Üniversitesi
“Şimdi bütün bu pislikleri yazmaya mecbur muyum? Yazıp da ne olacak? Hem neden bir süredir bu kızın hayatı beynimi kemiriyor? Bunun nesi yazmaya değer? Bana ne? Bir kadının şeriatın geleneğin batağında çırpınmasına, birinin altından kalkıp diğerinin altına yatmasına mı gözyaşı dökeceğim? Canı cehenneme!”
ALIŞILMAMIŞ BİR HİKÂYE KİRLİ İLİŞKİLERİ ANLATIYOR
Sabır Taşı, Sadık Çubek’in kaleminden sıradan insanların çürümeye yüz tutmuş bir toplumdaki hikayesini aktarıyor bize. Aynı apartmanda yaşayan ve her biri farklı bir çaresizlik içerisinde olan karakterlerimizin iç düşünceleri arasında geçerek ilerleyen hikâye, bizlere dönemin İran’ındaki toplumsal çürümenin farklı yönlerini çıplak bir şekilde gösteriyor. Dini kılıflarla “legal ve helal” hâle getirilen fuhuş, taciz, yoksulluk ve bakımsızlıktan yaralar içinde kalan ve kurtlanan yatalak bir kadın; ölümünü hikâyenin başından sezebildiğimiz her şeyden habersiz bir çocuk… Sabır Taşı, bütün bu konuları aktarırken kimi zaman kronolojik bir olay ilerleyişinden kopuyor, kimi zaman hayal ile gerçeği iç içe geçiriyor. Kimi zaman da olaylardan tamamen bağımsız hikayelerle bizi bambaşka bir İran’a götürüyor. Bütün bunları yaparken de argo, küfür kullanımından hiç de sakınmıyor. Bu dil tercihini ise Çubek, Ahmed Ağa’nın kendi iç sesi ile konuşurken “Bu birkaç kişinin kirlenmiş ve irinli yaşamlarını yazmak için hangi itilip terk edilmiş sözcükleri, kavramları kâğıt üzerine dökmeye mecbur olduğumu sen biliyor musun? Hem millete ne söyleyebilirim? Boku, sidiği, irini, kanı, küfrü kâğıda dökmek kötüdür! Bunlar kötüdür, iç bulandırıcıdır. İnsanın içi kalkıyor. Yazık değil mi” sözleri ile hafif bir alaycılıkla açıklıyor.
Hikâyenin etrafında geliştiği bir başka karakterimiz ise geçici bir nikah olan muta nikahı ile her gün başka bir erkeğe nikahlanan ve bu şekilde İslami kılıflar altında fuhuş mağduru olan Gevher. Annesinin hizmetçilik yaptığı bir evde daha çocuk yaştayken evin sahibi Hacı tarafından “alınan”, diğer eşlerinden çocuğu olmayan ve bu durumdan çok dertli olan hacıya bir çocuk veren bir kadın. Ancak sonrasında Gevher, çocuğunun burnunun bir türbe ziyaretinde kanaması sebebiyle toplumdaki bir batıl inançla çocuğunun başkasından olduğu iddiasıyla evden apar topar kovuluyor, tekrar evlense de kocasının vefatı sonrası kendisini hikâyenin geçtiği evde tekrar kiracı olarak buluyor ve fuhuşa mecbur bırakılıyor. Ne kadar Ahmed Ağa’ya dair bir sevgi duysa ve onunla olmayı istese de Ahmet Ağa muta nikahını reddederek onunla beraber olmayı reddediyor. Dinin baskıcı yönünü; kendisini yiyip bitiren yönünü sonuna kadar yaşamasına rağmen belki baskıların ağırlığından belki de her şeye rağmen bitmeyen inancı yüzünden dine baş kaldırmayan bir karakter Gevher, karşısındaki kötü ise sistemin ta kendisi. Bir yandan çocuğuna bakmaya çalışan bir yandan da kendisini savunduğu için kendisiyle beraber atılan ve felç bırakılan Cihan Sultan’a bakmaya çalışıyor, maddi olarak muta nikahı yoluyla hayatta kalmasına da helal olduğuna inanıldığı için söz söylenmezken aslında içten içe kendisine kin besleniyor, ayıplanıyor. Çubek toplumdaki bu iki yüzlülüğü ve sistemin insanları nasıl bitirdiğini ve birbirine düşürdüğünü ustaca anlatıyor.
Hikâye, Gevher’in ortadan kaybolması ile kendisine bir başlangıç buluyor ve Gevher’in bulunmasıyla da son buluyor. Bu olayları tetikleyen karakter ise sistemin çürümüş, insana değer vermeyen vaziyetinin kurbanlarını suçlu olarak gören ve muta nikahı ile fuhuş yapan kadınların topluma frengi ve bel soğukluğu yaydığını düşündüğü için onları katletmeyi kendisine bir görev edinen Seyfülkalem.
Seyfülkalem eylemlerinin hem topluma hem de Allah’a karşı bir sorumluluğunun sonucu olduğunu düşünürken, eylemlerini gerçekleştirdiği esnada yaşadığı keyif ile kimi noktalarda kendisini, Allah’tan bile üstün görecek noktaya gelebiliyor. Gevher’in de içinde olduğu 9 kişiyi tuzağına düşürüp onlara içerisine siyanür attığı turunç şerbeti ikram ederek öldürüyor ve kiraladığı evinin bahçesine gömüyor. Bu noktada Seyfülkalem, çürümüş bir sistemin içerisinde öfkenin sistemin kendisine değil de mağdurlarına nasıl aktarıldığı görmemiz için önemli bir karakter.
RÜYA İLE GERÇEĞİN BULUŞMASI
Ahmed Ağa’ya dönecek olursak, öğretmenlik ile meşgul olan Ahmed Ağa deprem ve polis korkusu ile yaşıyor, kitapta iç dünyasına konuk olduğumuz karakterlerden sisteme karşı en aklı selim eleştiriyi de kendisi getiriyor. Gevher’e duyduğu sevgi haricinde, odasında konuştuğu Seyyid Meluç isimli örümceği ve kendi iç sesi haricinde kimsesi yok. Bir yandan da yazma isteği ile yanıp tutuşan Ahmed Ağa sürekli kendisi ile yazıp yazmamak yazsa da ne hakkında nasıl yazmak konusunda kavgaya tutuşuyor. Olaylar ilerledikçe ve ölümler birbirini izledikçe Ahmed Ağa giderek yalnızlaşıyor ve kitabın gerçek ile rüya arasında gidip gelen anlatımı hepten kaotik bir hal alıyor.
1966 yılında yayınlanan Sabır Taşı, hem çürümenin, yalnızlığın ve çaresizliğin bitmemesinden hem de Çubek’in kaleminin ustalığından ötürü hâlâ geçerliliğini koruyan bir metin. İran toplumuna dair bir izlenim edinmek isteyenler için hazine değerinde bir eser olmasının yanında, sistemin farklı coğrafyalarda farklı isimler ve farklı kılıflar altında olsa da taşıdığı benzerlikleri ve yaşadığımız sistemin insanları nasıl çaresiz bıraktığını ve toplumu nasıl çürüttüğünü fark edebilmemizi de sağlayan bir eser. Sadece gerçekleri yüze vurmasıyla değil, kullandığı dil ve kurgu yapısıyla da özgün ve insana derinden işlemeyi başaran Sabır Taşı, mutlaka okunmayı ve kendisinden daha çok bahsedilmesini şüphesiz hak ediyor.