Venedik Film Festivali’nde hararetli günler!
Venedik Film Festivali’nde 21 filmlik yarışmanın çoğu görücüye çıktı. Bu filmlerden öne çıkanlar arasında 3,5 saatlik epik film The Brutalist başı çekiyor.
Venedik Film Festivali'nden | Fotoğraf: Müge Turan/Evrensel
Müge TURAN
Nemli ve rekabetli Venedik Film Festivali’nin sonlarına doğru yaklaşıyoruz. Altın Aslan ödülleri 7 Eylül'de sahiplerini bulacak. 21 filmlik yarışmanın çoğu görücüye çıktı. Hollywood veya Netflix filmlerinden daha küçük bütçeli dünya sinemasından çeşitli örneklere uzanan bu eklektik seçkideki filmlerin ne kadar beğenildiği ayakta alkışlanma süresine göre yazılıp çizilse de asıl metre eleştirmenlerde. Bu filmlerden öne çıkanlar arasında 3,5 saatlik epik film (hatta 15 dakikalık arası da var), The Brutalist başı çekiyor.
Bir Liderin Çocukluğu ve Vox Lux gibi kışkırtıcı filmlerin yönetmeni olarak bildiğimiz Brady Corbet üçüncü filminde bir holokost hikayesi üzerinden Amerika eleştirisi yapıyor, insan ruhunun ama özellikle de Amerikan rüyasının en karanlık köşelerini keşfe çıkıyor. Paul Thomas Anderson filmlerindekine benzer mit yaratma gücüne sahip The Brutalist, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’ye gelen ve eşi Erzsébet (Felicity Jones) ile yıllar sonra buluşmayı beklerken kariyerini yeniden kurmaya çalışan Bauhaus Mimarı, László Roth’u (Adrien Brody) takip ediyor. İnanılmaz yetenekli ama soykırım yüzünden de ruhu arızalı bir adam László. Brady, filmini dört bölüme ayırıyor: Uvertür kaotik, karmaşık bir tek çekimle başlıyor. László’nun Amerika’ya varış yolculuğu, savaş yüzünden zorla ayrıldığı eşinin dış sesiyle örtüşen el kamerasıyla çekilmiş dağınık bir montaj. Bu bölüm ters çevrilmiş bir Özgürlük Heykeli görüntüsüyle sonlanıyor. Filmin ikinci yarısında Erzsébet önemli bir rol oynuyor. 1947’de başlayan film 1980 yılında Venedik Bienali’ndeki Lászlo’nun kariyerine adanmış bir sergiyle, sanatının kutlanışıyla bitiyor. Corbet, baş karakterinin hem yaratıcılığını hem de işkenceli psikolojisini ele alırken hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmıyor. 70 mm çekilen bu destansı filmde Adrien Brody de bugüne kadarki en iyi performansını ortaya koyuyor. Piyanist’ten sonra The Brutalist ile ikinci kez Oscar adayı olabileceğinin sinyalini veriyor.
IDAHO’DAN BİR POLİSİYE
1980’lerin Idaho’sunda geçen The Order da Nazi ideolojisiyle uğraşsa da daha düz bir Amerikan polisiyesi. Jude Law’un FBI ajanını oynadığı ağırbaşlı ilerleyen ve bildiğimiz polis dramındaki klişelerden kaçınmayan film oyunculuklarıyla mekan ve dönemin ruhunu güzel bir şekilde aktarıyor. Soygun ve çatışma sahnelerinde şiddeti, vahşeti esirgemiyor. Polis, tüm bu olayların arkasında Neonazi bir kiliseden ayrılan adamların kurduğu örgütün olabileceği fikrine sonunda varıyor ama bu sonuca ulaşmaları epey zaman alıyor. Tanıdık ve ortalama bir polisiye diyebiliriz.
12 YIL ARADAN SONRA WALTER SALLES
Yarışmanın bir gözdesi de Brezilya’dan: Walter Salles’in 12 yıl aradan sonra sinemaya geri döndüğü Ben Hâlâ Buradayım (Ainda Estou Aqui). Eski Solcu Milletvekili, Rubens Paiva'nın 1970’te Brezilya askeri diktatörlüğü tarafından kaybedilmesinin yürek burkan hikayesi, bu olayı yaşayan eşi ve çocuklarının gözünden, güzel ve onurlu bir yerden anlatılıyor. Filmin başrolünde Oscar adayı Fernanda Torres mükemmel bir performans sergiliyor. Film, bu ailenin başına gelen devlet destekli suç hikayesi kadar Salles’in de gençliğinde gerçek Paiva ailesiyle vakit geçirdiği güzel bir evin hikayesi. Biçim olarak klasik olsa da duygusal ritmi güçlü olan film 2014’e geldiğimizde de bizi bırakmıyor. Ben Hâlâ Buradayım ne kadar zamanında bastırılsa da direnenlerin ezenlerden, devletlerden daha uzun yaşayacaklarına adanmış bir film. Sonuçta tam da o insanların yaşamları müzikle ve filmlerle kutlanıyor.
LARRAIN, BİYOGRAFİ ÜÇLEMESİNİ TAMAMLADI
Yıllar içinde beş filmi Altın Aslan için yarışan müdavimlerden Şilili Yönetmen Pablo Larraín, 20. yüzyılın çok konuşulan karmaşık kadın karakterleri üzerine yaptığı biyografiler üçlemesini tarihin en ünlü opera sopranolarından biri olan Maria Callas ile tamamlıyor. Jackie Kennedy ve Prenses Diana’nın hayatlarındaki çalkantılı dönemlerini anlatan Jackie ve Spencer filmlerinin ardından gelen Maria, 1977 Paris’inde Callas’ın avizeli dairesinden cesedinin çıkarılmasıyla açılıyor. Bir biyografik filmin açılışı için özgün bir yer olmasa da, ardından anlatı bir hafta geriye giderek onun son günlerini bize sunuyor. Larraín’in “Onun kaderi trajedisiydi. Ama orada çok fazla güzellik var” dediği Callas’ın efsaneliğinin yerine insani yönünü vurguladığını belirtiyor. Maria Callas’a, Angelina Jolie hayat veriyor. Netflix tarafından satın alınan filmin Türkiye izleyicileri açısından en heyecan verici özelliği ise Haluk Bilginer’in, Callas’ın uzun dönem birlikte olduğu Yunan asıllı gösterişçi iş adamı olan Onassis’i oynaması.
Pablo Larraín kadar ödüllendirilme zamanı gelen başka bir Yönetmen Pedro Almodovar. Yönetmenin 23. filmi olsa da İngilizce çektiği ilk filmi The Room Next Door’da Tilda Swinton savaş muhabirliğinden emekli olmuş, kanserle mücadele eden Martha’yı oynuyor. Martha, uzun zamandır görüşmediği artık ünlü bir yazar olmuş arkadaşı Ingrid (Julianne Moore) ile yeniden bağ kurmak istiyor. İkili hayatına son vermeye karar veren Martha’nın isteği üzerine bir hafta tatile çıkıyorlar. Yaşam ve ölüm arasında gidip gelen, edebiyattan sohbete, annelikten arkadaşlığa uzanan film bu iki usta oyuncunun düeti gibi. 74 yaşındaki Almodóvar, renklerin patladığı kostümlerle, modern dekorlarda geçen, yumuşak, sevgi dolu ve hüzünlü bir masal gibi olan filminin basın toplantısında The Room Next Door’u “Ötanaziyi savunan bir film” olarak yorumladı.
KADIN OLMAK, CİNSELLİK VE GÜÇ DİNAMİKLERİ: BABYGIRL
Benim yarışmadaki favorim Halina Reijn’in filmi Babygirl. Kadına ait cinsel arzuyu, bugünün evlilik ve iş hayatındaki güç dinamiklerini araştıran, iğneyi doğru yere batıran akıllı, umut dolu ve en nihayetinde leziz bir inceleme sunan bir film. Nicole Kidman, Amazon gibi firmaların depoları için robot üreten bir şirketin saygı duyulan ve başarılı CEO’su Romy’yi oynuyor. Filmin başında kocasıyla (Antonio Banderas) tatmin edici görünen bir seks yaşadıktan sonra BDSM pornoları izleyerek kendini tatmin ediyor. İşte aşırı profesyonel, evde harika bir eş ve anne. Stajyer olarak işe başlayan 20 yaşlarındaki Samuel (Harrison Dickinson) Romy’nin tatminsiz ihtiyaçlarını seziyor ve Romy’den danışmanı olmasını istiyor. Romy’nin bu talebi alaycı bir şekilde kabul etmesi, Samuel’in ona kimsenin cesaret edemeyeceği şekilde hitap etmesiyle kısa sürede uyarılmaya dönüşüyor. Hem insan kaynakları hem de yaş farkı açısından riskli bir ofis ilişkisine giren uygunsuz bir ikiliyi canlandıran Kidman ve Dickinson arasındaki kimya seks sahneleri de dahil çok gerçek ve etkileyici.
Babygirl, ’90’lı yıllarda benzerlerini izlediğimiz şeytani, komik ve erotik bir oda oyunu. Reijn gerçek bir empatiyle yaklaşmış karakterlerine. Röportajda, filminin Hollywood'un “orgazm farkını” kapatmasını, kadın zevkinin erkek karakterlerinkinden geri planda kalmamasını istediğini söyledi. Bu anlamda film görevini yerine getiriyor: Hem baştan çıkarıyor hem de kadının her alanda iktidar sahibi olması gerektiğini kanıtlıyor.
BİR TARIM TOPLULUĞU HİKAYESİ: HARVEST
Diğer favorim de adı Yunan Yeni Dalgası ile anılan Yönetmen Athina Rachel Tsangari’nin dağılmış bir tarım topluluğuna dair anlattığı sert ve güzel hikaye olan Harvest. Jim Crace’in romanından uyarlanan film, izleyicileri endüstri öncesi tarımın çamuruna, ter ve gözyaşına götürüyor. Filmin mekan ve zamanı net olmasa da diyaloglardaki aksan ve coğrafyası İskoçya’yı işaret ediyor. Sanayi Devrimi’nden önce, ancak Orta Çağ’dan, daha önce ortak olan arazilerin özel mülkiyete geçtiği yerleşim yasalarının ortaya çıkışından sonra…
Bir akşam, çiftliğin ahırında gizemli bir yangın çıkıyor ve o güne kadar verimli ve barışık yaşayan isimsiz bir köyde işler bozulmaya başlıyor. Uzun ve kargaşalı bir hafta boyunca suçlamalar ve intikam duygularını tetikliyor. Malikanenin lordu, Master Kent köylülere üstünlük sağlamayı tercih etmeyip, merhum eşinin tercih ettiği sosyalist toprak paylaşım modelini savunuyor. Ancak halk yangının sorumlusunu aradıkları için kanıt olmaksızın, tanımadıkları üç göçmeni suçlu olarak belirliyor. Bu olaylardan rahatsız olan köyün yalnız ve uyumsuz karakteri Thirsk (Caleb Landry Jones) doğayı seven, eski bir kasabalı ve genç lordun hemşiresi olarak çalışan annesiyle birlikte kentte büyüyüp eğitim gören biri. İşler bir haritacının köyün sınırlarını çizmesiyle ve Kent’in kuzeninin köye gelmesiyle çığırından çıkıyor. Harvest, Tsangari’nin dokuz yıl önceki Şövalye’den sonra da zehirli erkek egosunun ve yıkıcı sonuçlarının tüyler ürpertici gösterisine devam ediyor.