13 Eylül 2024 04:51

Doç. Dr. Suncem Koçer: Olayların adını koymak bir iktidar mücadelesidir

Akademisyen Doç. Dr. Suncem Koçer ile "post-truth" kavarmı üzerine konuştuk. Koçer olayların adını koymanın da bir iktidar mücadelesi olduğuna dikkat çekiyor.

Fotoğraf: Pixabay

Paylaş

Gözde TÜZER

Gerçekle yalanın birbirine geçtiği, haberlerin hakikat mi yoksa sahte mi olduğunu zar zor çözdüğümüz, hatta dezenformasyonun siyasiler eliyle yapıldığı bir dönemden geçiyoruz. “Post-truth” yani “hakikat sonrası” çağı da denilen bu zamanlarda kavram kargaşası da yoğun bir şekilde karşımıza çıkıyor. Gerçek nerede, yalan haber nasıl üretiliyor ve toplumu şekillendirmek için nasıl kullanılıyor sorularını Doç. Dr. Suncem Koçer’le konuştuk. Koçer olayların “gerçek” mi, “gerçek olmayan” mı, “yanlış” mı olduğunun adını koymanın; büyük bir iktidar mücadelesi olduğunu söyleyerek “Burada; yargı, kurumlar, medya organları vb. odaklar, ‘isim koyma’ konusunda daha güçlü gibi görünebilirler. Ama ‘Hakikatin ortaya çıkma gibi bir huyu vardır.’ Bugün veya yarın zaten ortaya çıkacaktır” diyor. 

“Post-truth dönem” diyebileceğimiz bir zaman diliminden geçtiğimiz gerçek. Sadece “post-truth” değil aslında, bir kavram kargaşası içinde sayılabiliriz. “Fake news”, “disinformation”, “misinformation”… Tüm bu algı oyunları ve kavram kargaşası arasında “gerçek nerede” sorusu daha da fazla karşımıza çıkıyor? Önce bu sorudan başlayalım. Bu kadar kavram kargaşası arasında “post truth” nedir?

“Post truth” Türkçeye “hakikat sonrası” ya da “hakikat ötesi” olarak geçen bir kavram. Kamusal alanla ve siyasi süreçlerle kurduğumuz ilişkinin “eskiden olduğu gibi” rasyonel zeminde değil, duygular çerçevesinde olduğunu gözlemlediğimiz bir süreci işaret ediyor. Yani artık yurttaşlar olarak; duygularımız, mantık çerçevesinde verdiğimiz kararların önüne geçmiş durumda. Örneğin herhangi bir seçimde; alacağımız hizmetin iyiliği, temsiliyet kapasitesi vs. gibi durumlar değil, duygularımıza hitap eden şeyler üzerinden oy veriyoruz.

Bu bir çağa, bu bir kültüre, bu bir duruma işaret ediyor. 2016’da gündeme gelmiş bir kavram gibi olsa da aslında tarihi daha önceye dayanıyor. 2016’dan 10 yıl önce “Post-Truth” başlığını taşıyan bir kitap var mesela. Ya da 1992’de yine Amerikalı Steve Tesich’in yazdığı bir yazıda “post-truth” diye ifade ettiği bir süreç var. Yani aslında kavramın kendisi eskiye dayanıyor.

"İŞARET ETTİĞİ SÜREÇLER İNSANLIK TARİHİ KADAR ESKİ"

Ne oldu 2016’da da bu kadar konuşur olduk?

Donald Trump'ın kazandığı Amerika seçimleri ve Brexit referandumu gerçekleşti. Her iki küresel öneme sahip olaya baktığımızda da süregelen seçim kampanyaları, birtakım medya savaşları, sızıntı belgeler, propaganda kampanyaları vs. yaşandı. Kamusal alana ve siyasi süreçlere dair “hakikat”, “gerçekler”, “objektif olgular” artık önemsizdi ve insanlar duyguları üzerinden ilintileniyordı.

Buradaki handikap ‘post-truth'un yeni bir kavram olduğu fikri… Şu anki haliyle yeni tarafları çok ağır basıyor olabilir ama işaret ettiği süreçler insanlık tarihi boyunca olan şeyler. Post-truth kavramının imlediği meseleler en çok da 20. yüzyıl siyasetine içkin. Yurttaşlar olarak 2016’da ortaya çıktığını varsaydığımızda, post-truth durum karşısında çok güçsüz hissediyoruz kendimizi. Halbuki insanlık tarihi boyunca ya da 20. yüzyıl siyasetinde var olduğunu gördüğümüzde kendimizi daha yılmaz ve dayanıklı hissedebiliriz.

"DOĞRU İLE YANLIŞ ARASINDAKİ ÇİZGİ ÖNEMSİZLEŞMEYE BAŞLIYOR"

Post truthun siyasal kavramlarla ilişkili olduğu çok açık. Söylediğiniz gibi özellikle 2016’daki ABD seçimleri döneminde “gerçek” ve “algı” birbirine girmiş durumdaydı. Dünya üzerindeki siyasal yaşam düşünüldüğünde bugün post truth nasıl karşımıza çıkıyor?

Bugün post-truth kavramı bütün kamusal hayatı kuşatmış bir biçimde karşımıza çıkıyor. Ama en çok da seçim dönemlerinde...

Küresel olarak pek çok seçimin gerçekleştiği yıllardayız. Türkiye'de zaten hiç sonu gelmeyen bir seçim sürecinin içinde gibi sürekli teyakkuzda yaşıyoruz. En çok da bu dönemlerde; post-truth ya da post-truth conditional bir durumun somut tezahürlerinin yurttaşları kuşattığını görüyoruz.

Ama aslında post-truth dediğimiz şey, seçim dönemlerinde özellikle propaganda dediğimiz şeyden çok farklı değil mekanizma olarak. Farkı şöyle; özellikle sosyal medyanın hiper demokratik bir doğaya sahip olması (bir yanılsama olarak da olsa) mimarisi, gelir modelleri, teknoloji devleri, küresel birtakım oluşumlar vs. derken, medya teknolojilerinin geldiği noktada ‘post-truth’un karşımıza çıkış biçimi daha kuşatan bir biçim.

"GÜVEN ÖNEMİNİ KAYBETMİŞ DURUMDA"

Daha kuşatan olsa da propaganda ile ciddi farkları var mı?

Yukarıdan aşağı doğru inen ya da tabanda oluşan karşı propaganda aksiyonlarından farklı olarak, post-truthun yarattığı gerçeklik ve hakikat bozulması; son derece kuşatan, her yerde var olan, doğru ile yanlış arasındaki çizginin önemsizleşmeye başladığı bir durum. Öyle bir şey ki; doğru ya da yanlış fark etmemeye başlıyor. Aslında buna post-truth denildiği kadar post-trust’da denilebiliyor. Yani “güven sonrası çağı”, “güven ötesi çağı”…

Ben kendi araştırmalarımda da buna rastlıyorum. Örneğin Kovid döneminde sağlık bakanının ifadelerine, vaka sayıları ile ilgili verilen bilgilere, resmi kaynaklara çok güvenmediğini söyleyen bir görüşmecim vardı. Ama güvenmemesine rağmen; bu güvensizlik onun oy verme davranışını ya da siyasetle ve kamusal alanla nasıl ilişki kurduğunu belirlemiyordu. Güven önemini kaybetmiş durumda. Tıpkı “gerçek” ile “gerçek olmayan” arasındaki çizginin önemini kaybetmiş olduğu gibi…

"HAKİKATİN ORTAYA ÇIKMA GİBİ BİR HUYU VARDIR"

‘Gerçek’ ve ‘gerçek olmayan’ arasındaki çizgide Türkiye özelinde bakacak olursak… İktidarın son 20 yıllık döneminde “algı operasyonu” kavramı dillerden düşmedi mesela. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası haberler, pandemi dönemi açıklanan rakamlar, en son deprem dönemindeki yayıncılık iktidar tarafından “algı operasyonu” olarak değerlendirildi. İktidarlar bu “algı”, “post truth” ve “gerçek” arasındaki bağı nasıl şekillendiriyor?

Post-truth, dezenformasyon, algı operasyonu... Bütün bu ifadelerin imlediği bir süreç var ama “Adını sen koy” dercesine iktidar sahibi kimse adını o koyuyor.

Mesela bugün sokak röportajlarında dezenformasyon olarak nitelendirildiğini ve cezalandırıldığını görüyoruz değil mi? Ya da iktidarın hoşuna gitmeyen, işine gelmeyen herhangi bir haberin “yanlış haber” olarak ifade edildiğini görüyoruz. Ama bu durum sadece Türkiye'ye özgü değil. Bunu Donald Trump da Orban da veya başka popülist liderler de çok etkin bir biçimde kullanıyorlar.

Küresel olarak hoşa gitmeyen her şeyi “dezenformasyon” torbasının içine atıp değişik bağlamlarda, değişik mekanizmalarla cezalandırmaya dönük bir eğilim olduğunu görüyoruz.

“Algı operasyonu” ifadesi ise çok karşımıza çıkan bir ifade. Nasıl oluyor mesela? Herhangi bir olayla ilgili birtakım gazetecilik faaliyeti ile ortaya çıkan gerçekler hemen “Bu bir algı operasyonu, iktidar karşısındaki kişilerin ürettiği bir algı” diye imlenebiliyor.

Aslında olayların “gerçek” mi, “gerçek olmayan” mı, “yanlış” mı olduğunun adını koymak da; büyük bir iktidar mücadelesi. Burada; yargı, kurumlar, medya organları vb. odaklar, “isim koyma” konusunda daha güçlü gibi görünebilirler. Ama “Hakikatin ortaya çıkma gibi bir huyu vardır”, bu da çok doğru. En nihayetinde adı “dezenformasyon” konulsa bile dezenformasyonun ne olup ne olmadığı, objektif olgularla sahada zaten kendini gösteriyor. Bugün veya yarın zaten ortaya çıkacaktır.  

İKTİDARLARI PERÇİNLEMEK İÇİN KULLANILAN YASALAR

Türkiye’de 2022’de “dezenformasyonla mücadele” adı altında bir “sansür yasası” Meclisten geçirildi. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın pek çok bölgesinde de “Dezenformasyonla mücadele ediyoruz” diyerek yasal düzenlemeler yapılıyor. Ancak bu düzenlemeler siyasi iktidarları korumak amacı taşıyor gibi. Bu durum böyle midir, yoksa amaç başka bir şey midir? 

Burada sorun regülasyon yani denetim meselesi. Türkiye'de geçen “dezenformasyon yasası”nda, hem farklı yerlerde ve ülkelerdeki yasalar örnek gösteriliyordu. Ama bütün bu tartışmalar “ifade özgürlüğü” ya da “dezenformasyonun yayılması” ve “bunun getirdiği sorunlar” ikiliği üzerinden yapılıyor.

Halbuki bu yasalar kolaylıkla, biraz önce de konuştuğumuz gibi, iktidar araç gereçlerini elinde tutan odakların iktidarını perçinlemek, sürdürmek için kullanılan yasalar olabiliyor. Buradaki muğlaklık o kadar büyük ki…

Mesela “terör” kategorisinin işe geldiği gibi esnetilmesi, en ufak bir karşıt fikrin “terör” torbasının içine atılagelmesi gibi; dezenformasyon da benzer bir biçimde esnetilebilen bir kategori oluyor. Ve yasal olarak devletler eliyle regüle edildiğinde, bunun devletlerin lehine kullanılan bir araç olabildiğini kolaylıkla görüyoruz. Tabii ki bu her yerde aynı değil. Ama otoriter ya da otoriterleşen rejimlerde bunun böyle olduğunu küresel olarak görüyoruz.

MESLEK ÖRGÜTLERİNİN DENETİM MEKANİZMALARI

Tüm bunlara karşı ne olmalı sizce?

Burada başka bir kavramın gündeme gelmesi gerekiyor bence o da “öz denetim” yani “self regülasyon.” Devletlerin denetlemesinden ziyade yurttaşların, kurumların, gazetecilerin, meslek örgütlerinin kendi denetim mekanizmalarını, transparan bir biçimde, ortaklaşarak ortaya koymaları önemli bir gelişim alanı.

“Dezenformasyon yasası” gibi denetim mekanizmalarının ağırlığını azaltmak, en azından sansür mekanizmasına dönüşmesini engellemek ya da bununla ilgili farkındalık yaratmak öz denetimi daha ciddiye alıp alanını genişletmekle mümkün olabilir.

ÖNCEKİ HABER

CHP Milletvekili Mahmut Tanal, polislerin Polenez Fabrikasında sucuk yemesine tepki gösterdi

SONRAKİ HABER

12 Eylül Darbesi 44. yılında Samsun'da bir kez daha lanetlendi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa