EPR paradoksu: Kapitalizme karşı mücadelede kuantum fiziğinin rolü
“Susup hesap mı yapacağız, yoksa geçtiğimiz yüzyıldaki büyük bilim insanlarımız gibi umudumuzu eylem yoluyla mı ifade edeceğiz?”
Fotoğraf: Pixabay
Erdal ADALI
Bilkent Üniversitesi
EPR Paradoksu, kuantum mekaniğinde birbirinden ne kadar uzak olursa olsun iki parçacığın nasıl birbirine bağlanabildiğini sorgulayan ve ünlü bir sorudur. Bu soruyu ortaya atan üç bilim insanı Einstein, Podolsky ve Rosen olmakla birlikte, daha sonra bu teori üzerine David Bohm da çalışmalar yapmıştır. Popülerleşen paradoksun ardında bilim tarihinde bastırılmış, politik duruşlarıyla kariyerlerinden fedakârlık etmiş dört sosyalistin birbirine bağlı yaşamları yatmaktadır. Paradoks, kısaca şöyle işlemektedir: İki parçacık “dolaşık” olduğunda, birbirlerinden ne kadar uzakta olurlarsa olsunlar, bir parçacığın başına gelen diğerini hemen etkiler ve bu olay, ışık hızından daha hızlı gerçekleşir. Einstein, Podolski ve Rosen; Bohr ve Heisenberg'in sübjektivizminden gelen muğlak ve genellikle mistik yorumlarıyla yetinmeden, Bohr’un “sus ve hesapla” sloganından tatmin olmayarak bu çalışmayı yapmıştır. Üç bilim adamının fikri aslında diyalektik materyalizmin temel ilkelerine dayanır. Bu ilkelerden birincisi, bilimdeki en önemli devrimlerden biri olan nesnel gerçekliğin zihinler ya da ruhlar tarafından belirlenmediğinin keşfedilmesidir. İkincisiyse, felsefenin (spekülasyon ve tanrılardan arındırıldığında) bilim için deneysel gözlemlerin kendisi kadar önemli olmasıdır. Bu yüzden, üç bilim insanı, yaptıkları çalışmayla kuantum fiziğinin temellerini sorgulamak pahasına materyalist bir yorumunu talep etmişlerdir. Bu yolla materyalist anlayış, sistemde küçük parçacıkların belirsizliğini açıklayabilecek ölçülebilir fiziksel değişkenler gibi gerçek faktörler bulmaya çalışmıştır.
FİZİKTE MATERYALİST FELSEFE
Üç bilim insanı bahsi geçen etkileşimin olabileceğine inanmamışlardı. Çünkü bu olay, fizik kurallarını, özellikle de hiçbir şeyin ışıktan daha hızlı gidemeyeceği fikrini çiğniyor gibi görünüyordu ve tüm fiziksel yasalarla tutarlı bir teori istiyorlardı. Bu, diyalektik materyalizmin üçüncü önemli yönü: Her alt disiplinin (kuantum fiziği gibi) ve disiplinlerin birbiriyle bağlantılı olduğu ve kuantum teorisi ile izafiyet teorisini ayrı ve bağımsız olarak ele almanın yanlış olacağı. Bu nedenle kuantum mekaniği anlayışımızda bir şeylerin eksik olduğunu, bu üç bilim insanı ortaya koydukları paradoksla göstermek istemiştir. Bu paradoksun ortaya atılmasından sonra Einstein’ın materyalizmi sorgulamasından ilham alan Bohm da bu görevi üstlenmeye başlamış ve sonuç olarak De-Broglie’nin “Pilot Dalga Teorisi”ni geliştirmiştir. Yani, materyalist felsefe ve fizik arasında karşılıklı bir ilişki her zaman vardı, her ikisi de birbirini güçlendiriyordu. EPR Paradoksu, aradan geçen süreçte hala bilim insanlarının araştırmakta olduğu kuantum mekaniğinin şaşırtıcı yönlerini vurgulamaya devam etmektedir.
BİLİM MÜCADELE İÇERİSİNDE GELİŞİYOR
Bahsi geçen bilim adamlarından Boris Podolsky’nin, Cincinnati Üniversitesi’ndeki görevine son verilmesi, 1940’ların başında ABD’deki siyasi baskının sert gerçekliğini fazlasıyla yansıtmaktadır. Podolsky'nin SSCB’de doğmuş ve araştırma yapmış geçmişi, ABD’nin “Red Scare” döneminde onu hedef haline getirmişti. Bu, ABD sermaye sınıfının 1930’lu ve 1940’lı yıllarda CPUSA’nın önderliğinde fabrikalardan üniversitelere kadar tüm iş yerlerine yayılan ve giderek güçlenen işçi sınıfı hareketine bir tepkisi olarak ortaya çıkmıştı. Komünist parti üyeleri, tam olarak bu gelişmelerin yaşandığı dönemde Amerikan tarihinde görülmemiş bir şekilde kitlesel ölçekte takip ve takibata uğramıştı. Podolsky’nin durumu, mücadeleleriyle dünyayı değiştirmeye inanan ve bununla ilişkilendirilen ve “susup hesap yapmamayı” amaçlayan pek çok kişinin karşılaştığı mücadelelerin simgesi olmuştur. Benzer bir kaderi, bir Ivy League üniversitesi olan MIT’deyken sorunlarla karşılaşan ve hikayemizin diğer kahramanı olan Nathan Rosen da paylaşmıştı. MIT’de Rosen’in savaş karşıtı görüşleri onu öne çıkarıyordu. Hükümete ve büyük sanayilere sıkı sıkıya bağlı olan üniversite onun bu duruşunu hoş karşılamadı. Sonuç olarak Rosen üniversite yönetiminin baskısıyla 1941 yılında MIT’den ayrılmak zorunda kaldı. Rosen’in öyküsü, emperyalizm ve militarizm güçlerine karşı duran dürüst bilim insanlarının, kişisel ve mesleki olarak büyük bedeller ödeseler bile verdikleri mücadeleyi yansıtmaktadır. Hikayemizin diğer kahramanı Bohm’sa, yine aynı sebeplerden, yani CPUSA ile ilişkili olduğu ve Princeton laboratuvar sendikasının örgütlenmesinde merkezi rol oynadığı söylendiği için Princeton’dan haksız bir şekilde ihraç edilmişti.
“TARAFSIZ” BİLİM KİMİN TARAFINDA?
Bilimsel idollerimizin birçoğunun politik ve ideolojik mücadeleleri onları “tarafsız” gösterme çabasıyla hikayelerinden çıkarılmıştır; oysa onları kendi alanlarında dominant dogmatik fikirlere felsefi olarak meydan okumaya iten şey tam da ideolojileri ve siyasetleridir. Üniversiteler kapitalizm altında ivme kazanmaya başlamış olsa da, egemen sınıfın gerçek çıkarları bu sistemle kâr rejimini sürdürmektir ve bu da gerçekte hiçbir zaman amacı insanlık için bilim olan (“eğer” ve “ama”lar olmaksızın) bir bilim insanları topluluğu ile bu sistemin uyum içinde olamayacağını göstermektedir. Aydınlık bir gelecek için eylem ışığında umut oluştuğunda, bilimin kapitalizmle “evliliğinin” imajı havaya dağılır ve geride yalnızca kapitalizmi tanımlayan irrasyonaliteyi bırakır. Maalesef tüm bunlar sadece uzak bir anı olarak kalmamıştır, bu çirkin tarih tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de aynı şekilde devam etmektedir. Üniversitelerimizin etrafındaki savaş endüstrisi kıskaçları, devlet üniversitelerindeki zoraki rektör atamaları ve ticarethaneleşmiş üniversiteler aracılığıyla gördüklerimizin hepsi aynı eski temel sorunun yeni tezahürleridir. O zaman biz, şu soruyu her zaman aklımızda tutmalıyız: “Susup hesap mı yapacağız, yoksa geçtiğimiz yüzyıldaki büyük bilim insanlarımız gibi umudumuzu eylem yoluyla mı ifade edeceğiz?”