26 Eylül 2024 04:20

Şair Mustafa Köz: Kayıpların özgürlük düşlerine armağan bırakmak istedim

Mustafa Köz ile “Uyandım, Dünya Diye Bir Yerdeyim” isimli son şiir kitabını okurları için konuştuk.

Mustafa Köz (Fotoğraf: Şeyma Akcan)

Paylaş

Cenk KOLÇAK

Mustafa Köz’ün mayıs 2024’te “Ve Yayınları” tarafından yayımlanan şiir kitabı “Uyandım, Dünya Diye Bir Yerdeyim”, Türkiye’nin acıyla, kederle, öfkeyle, adaletsizlikle, arayışla ve bekleyişle dolu belleğine inşa edilen bir hafıza mekanı. Şairin dünya diye uyandığı bu yerde 1995 yılından beri her cumartesi günü, Galatasaray Meydanı’nda kayıpları için adalet bekleyen “Cumartesi Anneleri”nin sesi var. Köz bu eserini “O çocukların taptaze anılarına, uçsuz bucaksız düşlerine küçücük bir andaç olsun, unutulmasınlar diye…” niyetiyle açıklıyor.

Yeryüzünün kayıpları bütün insanlığın ayıbı olduğu için kitap sadece “Cumartesi Anneleri” üzerinden okunmamalı, kitaptaki şiirler aynı zamanda Kolombiyalı, Şilili, Filistinli, Arjantinli kayıp yakınlarının da sesi. “İki kök deniz lavantası getirdim sana” diyor şair kitaptaki son şiirinde, 1936 yılında henüz 38 yaşında öldürülerek kaybedilen ve hâlâ kemikleri bulunamayan Granadalı Şair Federico Garcia Lorca’yı, Şilili kayıp yakınlarını ve çiçek satıcısı Sevda’yı da bu uzun ağıda ekleyerek.

Kitabın sonunda yer alan Açık Tutun Kapınızı, bir son söz mü yoksa elden ele paylaşılarak çoğaltılması gereken bir baş söz mü, bunu eseri okuyanlara bırakalım. Mustafa Köz ile “Uyandım, Dünya Diye Bir Yerdeyim” isimli son şiir kitabını okurları için Evrensel’de konuştuk.

‘TOHUMUN İÇİNDEKİ SU, GÜÇLÜDÜR ÇAĞLAYANDAN’

Sondan başlayalım. Tohumun içindeki sudan ve o suyun gücünden bahsedelim. Kitapta yer alan şiirler Cumartesi İnsanlarının sesi, bekleyişe ağıt. Bu yüzden mi umudu bırakmıyor şiirler?

Sondan başlamamız iyi oldu. Elimizde umuttan başka hiçbir şey kalmadı neredeyse. Umut, her zaman bir son dilek, son yakarıdır. Bunun için de oldum olası umuda inanmadım. Üstelik böylesi bir acıda umut, gereksiz bir beklenti. Kaldı ki otuz kırk yıldır anneler ve kayıp yakınları, umut edecek bir şey aramıyorlar. Yalnızca oğullarının, kızlarının mezarlarını istiyorlar. 

Onlar için umut yok artık ancak kitaptaki şiirler “kalanlar”ın öfkesi, acısı olarak çırılçıplak duruyor belleğimizde. Şiirler, acıyı anımsatmak için yazılmadı. Onu sonsuzca yaşıyor anneler.  Ama yine de evrensel bir beklentiden söz edebilirim. Yeryüzünü daha iyicil, daha özgür kılabilmek için şair, annelerin acılarını kendi yarası bilmeli. Şiir, bu yaraya ne kadar merhem olabilir bilmiyorum doğrusu. Şiirlerle bir bellek oluşturmayı denedim. Son sözde de söylediğim, sizin de alıntıladığınız gibi kayıpların özgürlük düşlerine birer armağan bırakmak istedim sadece.

‘ANNELERİN ÇOCUKLARI İÇİN SÖZLERİ KIVILCIM OLDU’

İlk günden bugüne Cumartesi Annelerinin yanında olduğunuzu biliyoruz. Uyandım, Dünya Diye Bir Yerdeyim’in aklınızda ve kalbinizde parladığı ilk kıvılcımdan bahsedebilir misiniz? Bu bekleyişteki yeriniz neydi? Kaç yılın şiirleri bunlar, geride kaç cumartesi eskitti?

Biliyorsunuz Hasan Ocak’ın Beykoz’da ıpıssız bir kimsesizler mezarlığında “meçhul kişi” adıyla bulunmasından sonra bu ıssızlık sese dönüştü, 27 Mayıs 1995’te Cumartesi Anneleri ve kayıp yakınları oğulları, kızları için Galatasaray’da oturma eylemine başladı. Öncesi de var kayıpların. ‘90’ların başında Ağar-Çiller cinayet şebekesi, derin devlet, ülkenin vadilerini, mezralarını, koruluklarını, kuyularını, nehir yataklarını koca bir mezarlığa çevirdi.

Kayıplarla ve dönemin iktidarının acımasızlığıyla o yıllarda tanıştım. 1996’da Uluslararası Kayıplar Kurultayı kurucularından, çağrıcılarındandım. Anneleri o yıllarda tanıdım. Bu yıllardaki bellek çalışması, yıllar sonra şiire döndü. Yaklaşık on yıllık bir yazma sürecinin sonunda şiirler bir araya geldi. Kitabın oluşumunda annelerin oğulları, kızları için söyledikleri lirik, acılı sözler şiirlerin ilk kıvılcımları oldu diyebilirim. Şiirler de o sözlerle açıldı.

Sadece bu son eseriniz değil, bugüne kadar yazdığınız tüm eserlerinizde toplumcu bakış açısı hakim. Şiirleriniz toplumsal olayları; ülkedeki ve dünyadaki eşitsizlikleri, zorbalıkları estetize ederek kimi zaman mistik, felsefi ama her zaman naif ve akılcı bir dil ile ele alıyor. "Uyandım Dünya Diye Bir Yerdeyim", sizce "Cumartesi Anneleri" ve tüm yeryüzü kayıplarına nasıl ve nereden bakıyor?

Şunu biliyoruz ki sözcükler bizden uzun yaşayacak, kayıpların hatıraları da. Nasıl ki o çocukların kaybedilme hikâyeleri varsa hatıraları da var. İyi insanların hatıralarıysa hayatlarından uzundur. Onca zaman sonra onları unutmamışsak, onlar için yıllardır buluşuyorsak onların yarım kalmış şarkılarını da söylemek bizim için bir süreğen bir eylem değil mi?

Uyandım Dünya Diye Bir Yerdeyim, kayıpların ruhlarında biriken sözcüklerle yazıldı. Onlar söyledi, ben yazdım. Onların direnciyle, annelerin sabrıyla ve öfkesiyle zamana işlendi şiirler. Yeryüzünün bütün kayıplarının hikâyeleri ve hatıraları aynı aslında. Cumartesi Anneleri ve bu ülkenin kayıpları için bir tanıklık desek de bir sabah evinden çıkıp da akşam dönmeyen Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya bütün oğullar kızlar için bir andaç, bir anıt sayabilirsiniz kitabı.

‘ŞİİRİN ÇEKİRDEĞİ İNSAN VE ONUN TOPLUMSALLIK ALANI’

Şiire dair genel bir soru sormak istiyorum. Şiir, edebiyat ve sanat, içinde yazıldığı çağın tanıklığını yaparak geleceğe bir not düşüyor elbet. Uyandım, Dünya Diye Bir Yerdeyim de tam olarak bu tanıklığın söz dizimi, bir toplumsal bellek örneği. Sizin de kayıpları arayış biçimiz belki de. Şiir ile oluşturulan bu bellek yazımının bugün Türkiye’de durduğu yer neresi?

Çok söyledim, yeniden söyleyeyim. Bugünün şiirinden “insan”, elini ayağını çekti. İnsan olmayınca bellek de silikleşir. Şair, belleğini yalnız “güzel söz söyleme” için kullanmaya başlamışsa “öteki” için söyleyecek sözü kalmaz. Saf şiir dediğimiz tam da budur. Sözü süse bezeğe bularsanız şiirin özünü retoriğe, anlamsızlığa kurban edersiniz. “Toplumsal bellek” dediğiniz olgu, bu özün içindedir.

Şiirin çekirdeği, “insan” ve onun toplumsallık alanıdır. Bu alan daraldı şiirde. İyi şairleri var ülkenin ancak onlar da şiiri bir dil estetiği sanıyorlar yalnızca. Yeryüzünün acılarından uzaktalar. Çekirdeğin kabuğuyla ilgileniyorlar, içiyle değil. Oysa çekirdek, kabuk kırıldığında toprağını genişletebilir. O toprak, toplumdur. Kabuğu kırsalar şiirlerinin özünün ve biçiminin zenginleşeceğini görecekler. 

Şiirleriniz evrensel meselelerin kazısını yapsa da dikkatimi çeken şey, şiirlerinizdeki yerel kimlik, motif, kültür ve ağızların her zaman için başarılı bir şekilde işleniyor olması. Bunun için şairdeki gözlem yeteneğinden ve öneminden biraz bahsedebilir misiniz?

Sıkıntılı bir adamım ben. Bir yerde çok duramıyorum. Yolculuklara çıkıyorum. Hiçbir yere gidemesem kendime gidiyorum. Öncesinde söz ettiğiniz felsefe ve akıl, kendime yolculuklarımda yöntem öneriyor bana. Şiirin akla gereksinimi var. Şiir, aklın ayak izidir çünkü. O olmazsa duyarlık da vicdan da olmuyor. Şiir de... Onlarla buluyorum yolu. O yolda başkalarının hayatı da var kuşkusuz. Onların kültürel –toplumsal kimlikleri de...

Bunlar besliyor şiirimi. Bir şiirimde, “Ben görmekten yapılmış bir adamım.” demiştim. Sıkıntılı ve görme arsızı bir adam... Kendimi ve dış gerçekliği gözlemleyerek, tema ve biçim yönünden sürekli değişen bir şiirin peşinde yürüyüp duruyorum. Bu değişim kimileyin kişisel ve evrensel varoluşa, kimileyinse devinen, çatışan toplumsal ilişkilere, dünyanın kanına kahrına dair olabiliyor.

Ortak acılarımız bize coğrafyamızın bakiyesi mi? Yoksa acılarımız da evrensel mi? Öyleyse, ortak acılarımızın paydası olan kayıplarımız ve dahi Lorca bizi ve bizim onları arayışımızı görüyor mu sizce?

Şair, vicdanıyla yazar hayatı; ruhuyla yaşar. Bu ruh yoksa onca söz boşuna. Şairin ruhu gölge veren bir ağaç gibi sarar insanlığı. Serinlemek isteyen, o ağacın gölgesine girebilir. Evrenseldir o ağaç. Meyvenin verdiği gizi de zamanı da bilir, onu sarıp sarmalayan acıları da... Gazzeli bir annenin gözyaşının rengiyle, Arjantinli, Türkiyeli bir annenin gözyaşının rengi aynıdır.  Şair, vicdanıyla görür bunu, görmelidir. Kayıplar da hâlâ bizi görüyorlar. Franco faşizminin 1936’da öldürdüğü İspanyol şiirinin hüzünlü şarkıcısı Lorca da onca uzaktan, onca zamanın içinden bize bakıyor. Bunun için şiiri ve şarkılarıyla yaşıyor.

Son olarak, Çiçek Satıcısı Sevda’ya sorsak, sizi nasıl anlatır?

Sevda, Kadıköy sokaklarının birinde çiçek satıcısı. On yıl önce İspanya’dan bir sekiden deniz lavantası getirmiştim. Sevda’ya gösterdim lavantaları. Hiç şaşırmadı, bütün yalınlığıyla “Abe, bizim lavantalara benziyor bunlar!” dedi. Bu söz, çiçekler gibi İspanyol Lorca’yla bu ülkenin kayıplarının aynı olduğunu düşündürdü bana. Sonrasında “Deniz lavantası getirdim sana Granada’dan / Garcia’nın kalbinden derilmiş, kırık kederli”...“Ülkende, Granada’da ya da Santiago’da / onlar ki sokak ortasında iki mor yalnızlık” dizelerini düşürdü önce kâğıda. “Şair, Çiçek Satıcısı Sevda, Kayıplar ve Deniz Lavantaları” şiiri yazıldı sonra.

Sevda, şair diye bilmiyor beni. Hep çiçek alan bir abiyim onun için. Onun da özyurdu çiçekler. Yeryüzüne onların iyiliğiyle bakıyor. Onun yurduna ayak basmış herkes o iyilikten payına düşeni alıyor, böyle düşünüyordur sanırım benim için. Bir gün tanıştırayım sizi de. Siz sorarsınız beni. Bakalım arkamdan ne söyleyecek!

ÖNCEKİ HABER

Karadeniz'de rant, felaketi doğuruyor

SONRAKİ HABER

Konya’da tünel inşaatında TIR iskeleye çarptı: 4 işçi yaralı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa