Yönetmen Murat Fıratoğlu: Olanaksızlıklar yeni olanaklar yaratıyor
Murat Fıratoğlu’nun “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri” filmi Adana Altın Koza Film Festivali’nde “En İyi Film” Ödülünü aldı. Fıratoğlu, "Olanaksızlıklar yeni olanaklar yaratıyor” diyor.
Merve TUR
Volkan PEKAL
Adana
Murat Fıratoğlu’nun oyunculuğunu ve yapımcılığını da üstlendiği ilk filmi “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri” 81. Venedik Uluslararası Film Festivali’nde “Orrizonti Jüri Özel Ödülü”nü kazandıktan sonra 31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde de “En İyi Film” Ödülünü aldı ve büyük ilgi gördü.
Film, domates kurutma işinde çalışan Tarım İşçisi Eyüp ile patronu Hemme arasında bir anlaşmazlığın patlak vermesiyle başlıyor. Eyüp, patronu Hemme’yi öldürmeye karar verip Siverek sokaklarında yola çıkıyor. Yolculuk boyunca hem Eyüp’ün hikayesinin derinliklerine iniyoruz hem de Siverek’teki gündelik yaşamın dokusuna tanık oluyoruz.
Filmin karakterleri, mekanları, hatta ağacı ve uçan sineği bile o coğrafyanın parçası; oyunculuklar ve tepkiler ise oldukça doğal. Prodüksiyon aşamasında maddi zorlukların işleri zorlaştırması beklenirken, oyuncu kadrosunun akrabalardan ve kent sakinlerinden oluşması ve yönetmenin başrolü kendisinin oynaması bu doğallığı doğuran etkenlerden biri.
“Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri”ni Yönetmeni Murat Fıratoğlu ile konuştuk.
Öncelikle film nasıl ortaya çıktı?
Çocukluğumdan beri çeşitli hikayeler yazıyordum. Bu hikayelerden çekim koşulları daha rahat olan hikaye bu hikayeydi. Ardından Siverek'teki mekanları ve oyuncuları düşünerek hikayeye son şeklini verdim ve senaryoyu tasarladım.
‘BAŞTA HOBİ GİBİ GÖRDÜLER’
Bağımsız bir yapım olarak karşılaştığınız zorluklar neler oldu?
Bence bir yola çıktığınız zaman varmak istediğiniz yere bir şekilde varıyorsunuz. En büyük zorluk tabii ki benim yapımcı olmamam. Benim böyle bir kimliğim, eğitimim yok. Ben kendimi bildim bileli hikayeye meraklı bir insanım. Kitap okuyorum, çok film izliyorum. Sinemayı çok sevdiğim için zaten bunu yapmak istedim. Çok izleyince de çok düşünüyorsun. 20 yıllık bir emek veya deneyimim üzerinden ortaya çıkmış bir yapım var. Kendimce bir şeyler biliyorum ve bildiğim kadarıyla bildiğim bir şey yapmaya çalıştım.
Ailem, herkes çok yardımcı oldu. Film çekme ile ilgili ısrarımı görünce “En azından avukat, mesleğini icra ediyor” diyerek hobi gibi gördüler. Onları öyle kandırdım(!) Onlar işin ciddiyetini farkına yeni varıyorlar. Keyifli bir sonuç çıktı.
‘PROFESYONEL OYUNCULARLA İLETİŞİME GEÇEMEDİM’
Film ekibinde aslında oyuncular arasında ailenizden insanlar var. Siz başrol oyuncususunuz. Eyüp karakterini neden siz canlandırdınız?
Sinemada bir adım yok, ilk deneyimim. Bu yüzden profesyonel oyuncularla iletişime geçemedim. Yazsan da cevap vermezler. Esmer, zayıf bir karakteri düşünmüştüm. Ondan dolayı ben oynamak zorunda kaldım. Benim için de daha konforlu oldu. Çünkü ne yapacağını birine anlatmaktansa kendim oynamam daha rahat oldu.
Oyuncuların yerelden olması anlatım açısından bir kolaylık sağladı mı?
Kesinlikle. Çünkü bir Siverek hikayesi anlattım. Siverek'te yaşayan insanların oynaması daha konforlu. Çünkü onlarla kuracağım diyaloğu biliyorum. Hemme karakteri Salih Abi geçmişinde bu işleri yapmış, oynadığı rolle ilgili her şeyi bilen bir insan. Her şeyde zeka çok önemli bence. Yani zeki insanlarla çalışıyorsunuz. Filmdeki yaşlı amca benim kendi amcam. Ama ne dediğimi anlıyor. Bak dedim ki “Beni engellemen gerekiyor, eve gidince benim gitmeme izin verme.” O kendi cümleleri ile oynayarak bunu yaptı. Çok doğal yani. Replik vermedim. Replik versen yapamaz ki. Diğerlerinde de aynı. Profesyonel olan Ali Barkın Birkan, Güneş Sayın… Onlar da çok yardım ettiler bana. O konuda çok şanslı olduğumu hissediyorum.
‘MEKANI BİLMEK GÜVENLİ GELDİ’
Çekim mekanları oldukça dikkat çekiciydi. Domates tarlası önemli bir yer tutuyordu. Mekan seçimi süreci nasıldı? Filmin atmosferine nasıl bir katkıda bulundu?
İstanbul'da yaşıyorum. Siverek’e gittiğim zaman son dönemlerde yürüyüşlere başlamıştım. Dolaşarak Siverek’i keşfediyordum. Filmde görünen o ağacı gördüm mesela. “Burada film yapılır” dedim. Sonra domates kurutma mekanları, oyuncular, benim dert edindiğim konular bir araya gelince böyle bir şey çıktı. Hikaye anlatmaya karar verdikten sonra her şey bir anda dizilmişti. Domates sahnesi, ilk yıl ciğercide geçiyordu. Daha küçük bir bütçe vardı. İkinci yıl bütçeyi biraz büyütünce “Burası olsun” dedim. Mekanların bildiğim yerler olması daha güvenli geldi. Ayrıca bütçenin sizi kısıtlaması yaratıcı çözümler getirmenizi de sağlıyor. O an bir sürü şey düşünüyorsunuz. Bence o minimal anlatı ve olanaksızlıklar yeni olanaklar yaratıyor.
‘1969’DA OLSAYDI, EYÜP DE BELKİ ZULME KARŞI ÖRGÜTLENECEKTİ’
Eyüp'ün içsel çatışmasını nasıl inşa ettiniz? Özellikle kasabalıların sıradan ve önemsiz işleriyle sürekli oyalanıyor. Çevresiyle olan ilişkisi vs. açısından karakterin içsel çatışmasını bunlar nasıl besledi?
Mekan, oyuncular, sanatla ilgili tasarım ve görüntüyle ilgili tasarım yaparken, hikayeyi yazarken “Şu şuna hizmet etsin” gibi bir şey yapmadım. Tamamen sezgisel davrandım. Bunun daha faydalı olduğunu düşünüyorum. Karakterle ilgili söyleyeceğim bu ama filmle, filmin tansiyonuyla ilgili birtakım sıralama yapmıştım. Hani o bir müzik eseri gibi. “O müzik ne zaman yükselecek, ne zaman düşecek?” onlarla ilgili bir tasarım vardı. Yani akışı canlı tutacak bir tasarım vardı.
Filmin final sahnesi çok etkili. Nasıl tasarladınız? Seyircide nasıl bir etki bırakmasını istediniz?
Günümüzde bir sürü olumsuzluk var. Hiçbir şey yapmıyoruz ama çok konuşuyoruz. Artık örgütlenmiyorsun, dayanışma yok, paylaşım yok. Karakterin çok pasif görünmesi beni çok rahatsız etti. Çünkü burada “Zulme karşı çok da uğraşmayın, dansınızı edin” gibi bir algı da olabilir. Sonra şöyle düşündüm; günümüz zaten böyle. Ben günümüzü anlatıyorum. Ben bu filmi 1969’da tasarlasaydım, büyük ihtimalle Eyüp de diğerleri de belki zulme karşı örgütlenecekti. Kimi o sahneyi seviyor, kimi hiç sevmiyor yani. İzleyen herkes kendince yorumluyor sonuçta.
Tarlada çalışan işçilerin görüntüleri için de durum benzer. “Sanat yapalım” dediler. Ben istemiyorum. Adam “Nike” giyiyor. 1960’lardaki gibi şalvar mı giydireyim? Saçma yani. Herkes olduğu gibi… “New York” yazan şapka takmış. Kıyafetlerde “Lacoste”, “Armani” yazıyor. Orada her şey gerçek. Sanatı orada yapmadım. Sanatı mekan tasarımında yaptım. Kocaman kayaların önünde karakteri küçülterek yaptım veya araba sahnesinde çocuk adamı iki büklüm yaparak yaptım.
Görüntü yönetmeni, sanat yönetimi ekibi, teknik ekiple iş birliği süreciniz nasıldı? Filmde teknik ekibin yaratıcı kararlarına ne ölçüde yer verdiniz?
Ne yapacağım kafamda önceden belliydi. Filmi kafamda çekmiştim zaten. Ama filmi onlarla beraber yaptık. Bir sahnede sesçi bir şey söylemiştir, bir sahnede görüntü yönetmeni bir şey söylemiştir. Beraber yaptığımız bir iş sonuçta.
Film izleyicide “Bunu ben de yaparım” hissiyatı uyandırıyor. Basit bir anlatım var...
Filmdeki sadelik ve basit bir anlatım olması nedeni ile izleyiciye “Bunu ben de yaparım” hissi geçiyor. Ama bu hissin oluşması aslında iyi bir şey. Benim kişisel kanaatim bu çok güzel bir şey. Film için güzel bir iltifat.
Gelecek projeleriniz hakkında neler söyleyebilirsiniz? Başka temalar var mı?
Film çektikten sonra en azından oyuncularla veya görüntü yönetmeniyle konuşurken daha rahatım. Önceden hiçbir şeyim yoktu. Yeni projeler de var ama hangisinden başlayacağıma karar vermedim.