Bilim, akademi ve toplum
Bir vakitler insan aklının en soylu ürünü olan bilim şu anda kapitalist egemenlerin bir aracı.
Fotoğraf: Joshua Hoehne/Unsplash
Engin Poyraz ERDEM
Boğaziçi Üniversitesi
Bulunduğumuz vakitten bilim ve felsefe tarihine baktığımızda, bilime ve bilimsel düşünceye bakışın tarihsel koşullarla beraber değiştiğini görürüz. Bir vakitler insan aklının en soylu ürünü, umut verici, maddi iyilik kaynağı olarak görülen bilim; geçtiğimiz yüzyılda çağın büyük sorunlarının kaynağı olarak görülüyor, uygarlık açısından yararı sorgulanıyordu. Eskiye nazaran bilim ve toplumsal gelişim arasındaki etkileşimin daha çok sorguya müsait olduğunu söylemek abes kaçmaz. Bu noktada, bilimin ne olduğu ve olması gerektiği üzerine iki yaygın yaklaşımı değerlendirebiliriz. İlk yaklaşım, bilimi pratik işlev kabuğundan sıyırır, onu bir amaç ve saf düşünce etkinliği olarak ele alır. Gözünü, evrenin ve yaşamın kökeni, ölüm ve ruhun bekası gibi kabaca mistik diyebileceğimiz alanlara diker; “toplumsal işlevini” ise dinin müttefiki ve tamamlayıcısı olarak belirler. “Saf” bilim, yalnızca entelektüel/genel kültürün bir parçası, soyluların ve yüksek sosyetenin bireysel uğraşısıdır. Diğer bir yaklaşımda ise bilim, gücü ve doğayı kavrayıp ona egemen olmanın aracısı olarak görülür. Bilimin işlevi, insanlığı evrensel mutluluğa ulaştırma ve acıları dindirme sorumluluğuyla şekillendirilir.
TOPLUMSAL BİR OLGU OLARAK BİLİM
Toplumlar tarihinin gelişim seyri, insanlığın hangi dönemde ne üretmiş olduğundan çok yaşamak için gerekli olan şeylerin nasıl ve hangi araçlarla üretildiğiyle yakından alakalıdır. Yöntemleri ve araçları kapsayan bu üretim sürecinin tarih içinde sürekli dönüşüm yaşadığı, bu dönüşümünse doğrudan veya dolaylı olarak toplumsal ilişkileri dönüştürdüğü görülür. Bilimsel üretim, toplamdaki üretimin bir yönünü; doğayı kavramada ve onu var “insan için olan hale” getirmede yöntem ve araçların keşfini, icadını ve gelişimini kapsar. Bilim, insanlığın toplam bilgi ve teknik birikimi üzerinde yükselen, insanın birlikte gerçekleştirdiği toplumsal etkinliktir. Gelişim seyri, tarihin her döneminde toplumsal etkinliğin bir parçası olagelmiş, toplumsal olandan etkilenmiş, onu etkilemiştir; çünkü az önce belirttiğimiz gibi bilim, toplumsallığı etkileyen üretim sürecinin bir parçasıdır. Bilimin üretilme ve kullanılma biçimini belirleyen nihai etmense genel olarak üretimin nasıl ve hangi ilişkiler çerçevesinde yapıldığını kapsayan üretim ilişkileri olmuştur. Yaptığımız bu tespitler ışığında başta bahsettiğimiz bu yaklaşımların bilim ve toplum arasındaki etkileşimi karşılamakta yetersiz olduğunu söylememiz gerekir. Bilim, ilk yaklaşımda olduğu gibi yalnız bireysel entelektüel çalışmalara ve saf merak duygusuna biçilen değerle ölçülemez; bunun ötesinde büyük bir toplumsal önem taşır. Öte yandan bilim, ikinci yaklaşımın iddia ettiğinin tersine insanlık tarihinin içinden geçtiği toplumsal dönemlerde -köleci toplum, feodal toplum veya şu an içinde bulunduğumuz kapitalist toplum- doğrudan doğruya insanlığın refahı için de kullanılmamaktadır.
BİLİMİN EGEMENLERİN ARACI HALİNE GELMESİ
Bilimin toplumdan, toplumun bilimden etkilendiğini söyledik. Pergelin bir ucunu bilimde bir atılımın gerçekleştiği, ekonomik ilişkilerin önceki dönemlere göre karmaşıklaştığı, eğitimin kurumsallaştığı, Orta Çağ boyunca bilimin üzerine kara bir sis olarak çöken dogmatik ve kurumsal dinin etkisinin yavaş yavaş dağıldığı 17. ve 18. yüzyıllara koyarsak, bilimin giderek hayatın daha fazla alanına daha güçlü bir etkide bulunduğunu görebiliriz. Bilimin yıldızının parladığı bu periyot, modern bilimin de temellerinin atılmaya başlandığı; toplumsal alanda egemenlerce araçsallaştırılan birtakım tahakküm biçimlerinin -buna kurumsal nitelik kazanan dini örnek gösterebiliriz- altının bilimle oyulduğu bir dinamikteydi. Bilimin açıkladığı gerçeklerle ayılan kitlelerin varlığından söz edebiliriz. Bu dönem ayrıca, kârı artırma güdüsü üzerinde şekillenen bir toplumsal sistem olan kapitalizmin, insanı makinenin bir uzantısı haline getirmeye başladığı, tam da bu ayılma halinin rüzgarlarını kendi arkasına almaya çalıştığı dönemdir. Kronoloji çizgisinde iki yüzyıl sonra denk geldiğimiz çetin dünya savaşları çağında bilimin herkes için değil, giderek palazlanan kapitalist üretim ilişkisinin egemenleri için, onların istediği ve izin verdiği ölçüde geliştiğini görürüz. Nükleer silahlar, atom bombaları, savaş teknolojileri, toplama kamplarındaki binlerce esirin laboratuvar fareleri misali üzerlerinde denenen “tıbbî” deneyler, daha niceleri… Nazım Hikmet’in bir dörtlükle hatırlattığı gibi “Kapıları çalan benim, kapıları birer birer/ Gözünüze görünemem, göze görünmez ölüler/ Hiroşima'da öleli oluyor bir on yıl kadar/ Yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar.”*
Günümüze dönelim. İçinde bulunduğumuz üretim tarzı olan kapitalizm koşullarında bilim de doğa ve onun kaynakları da kapitalizm koşullarına egemen olan üretimde kullanılan araçların kapitalistlerce özel mülk edinilmesinin ve kâr ile rant güdüsünün aracı haline gelir. İlk ve son güdüsü kâr elde etmek olan, rekabete mahkûm kapitalizm, bilimsel gelişmeleri daha fazla kâr için daha çok güç ve etkinlik sağlamak üzere kullanır. Güncel bir örnek üzerinden ele alalım. Dünyanın dört bucağında Ukrayna-Rusya, Filistin-İsrail gibi sıcak çatışmaların yaşandığı yerlerden savaş tamtamlarının yükseldiğini duyuyoruz. Üniversiteler bünyesinde yönetimler ya da çeşitli öğrenci kulüpleri eliyle savaş-askeri sanayi konferansları ve seminerleri düzenlendiğini, çeşitli savaş sanayi şirketlerinin teknokentlere konuşlandığını görüyoruz. Sermayesini ülkelerinin dışına, farklı topraklara taşımak isteyen, bunu da savaşları körükleyerek yapan burjuva sınıfı, bilimi ve teknik gelişmelerin odağını savaşlar üzerinde toplamakta. Ne entelektüel kazanç ne de insanlığın evrensel mutluluğu; bilim egemenlerin aracı.
*Kız Çocuğu-Nazım Hikmet