03 Ekim 2024 04:15

Arsuz’da arada kalmış bir ‘Ev’

Talin Azar’ın kaleme aldığı “Ev, İskenderun Sancağı 1934”, ünlü Fransız Pilot Maryse Hilsz’in uçağının 1934’te Arsuz’a zorunlu iniş yapmasıyla başlıyor.

Fransız Pilot Maryse Hilsz

Paylaş

Sedef AKÇAY

Bazı kitaplarla kurduğumuz bağlar özeldir. Şimdi bahsini edeceğimiz kitabın bende oluşturduğu yer gibi. İstos Yayınlarından çıkan Ev, İskenderun Sancağı 1934 kitabını görür görmez çok heyecanlandım. Bu heyecanıma sebep kuşkusuz doğduğum, büyüdüğüm toprakları anlatan bir kitapla karşılaşıyor olmaktı. Arsuz’da geçen bir hikayeden esinlenilmiş yine Arsuzlu biri tarafından yazılmış kitap. Üstelik hikayenin başkahramanı Fransız kadın pilot, 1934 yılında Arsuz’da günlerini geçiriyor. Oldukça merak uyandıran ve şaşırtan bir durum bu. Önce, bu hikayeyi nasıl daha önce duymadım diye, sonra da 1934’lerde bir kadın pilotun Arsuz’a yolu nasıl düşer ki diyerek şaşırdım.

ROMANIN GÜCÜ: KURGU

Kitabı kısaca özetlemek gerekirse: Talin Azar’ın kaleme aldığı eser haziran 2023’de İstos Yayınlarının Neaturkika dizisinin ilk kitabı olarak yayımlandı. Kitabın editörlüğünü de Meltem Oral ile Foti Benlisoy yaptılar. Kitap, ünlü Fransız Pilot Maryse Hilsz’in uçağının 1934 yılında Arsuz’a zorunlu iniş yapmasıyla Hilsz’in, Arsuz’un ünlü, zengin ailelerinden Maliklerin evine misafir olmasını merkezine alıyor. Romanın gücü olan şey de burada devreye giriyor: Kurgu.

Maryse Hilsz’in Arsuz’a gelişi gerçek, Malikler diye bahsi geçen aileyse kurgu. Talin Azar romanın başındaki notlarda bu durumu çok iyi açıklamış, “Ev neredeyse kelimesi kelimesine gerçek bir hikaye olabilirdi. Fakat gerçek bütün detaylarıyla aktarılabilir mi? Öte yandan anlatıcı, hayal gücüne ne ölçüde hakim olabilir ki?​” Kitabın sonunda Maryse Hilsz’e ait fotoğraflar, Hilsz’in Arsuz’a zorunlu iniş yaptığını aktaran L’Est Republican haberi, yine Hilsz’in Arsuz’daki günlerinde Sayegh (Sayek) ailesiyle geçirdiği vakitlerden fotoğraflar yer alıyor. Malikler diye kurgulanan ailenin Sayekler olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek.

GÖRÜNMEZ SINIRLAR, YAPAY BİR DÜŞMANLIK…

1934 yılında özel idare statüsüyle Alexandrette Sancağı (İskenderun Sancağı) Fransa’nın Suriye’deki manda yönetimine bağlı olarak yönetiliyordu. Arsuz da bu sancağın nahiyelerinden biri. Ne var ki sancağın sonu yaklaşıyordu. Böylesi bir siyasi atmosferde bölgede yaşayan halklar değişimin her an gerçekleşebileceğini ve bu değişimde ne yapmaları gerektiğini tam olarak bilememenin sancısını yaşıyorlardı. Roman dönemin bu karmaşasını, arada kalmışlığını ve bölgede yaşayan halkların çeşitliliğini çok güzel anlatmış. Tabii bu çeşitlilik içerisindeki dönemin getirdiği gerilimler de şöyle ifade ediliyor romanda: “Tarafların birbirlerine hiç güveni kalmamıştı. Hiç olmadığı kadar düşmandı herkes birbirine. Aleviler Sünnilere, Hristiyanlar Müslümanlara, Türkler Araplara, Fransızlar Türklere… Görünmez sınırlar halkı birbirinden uzaklaştırıyor, yapay bir düşmanlık şehrin sokaklarında kol geziyordu. Yapay sevinçler ve yapay düşmanlıklar. Muğlak bir toplum…” Yıllardır bir arada ve barış içinde yaşayan halklar siyasi kışkırtmalar ve güvensizlik düşüncesiyle birbirinden uzaklaşır olmuştu. Romanda Malik ailesinin reisi Alexander Malik’in düşüncelerinden bu karmaşayı görebiliyoruz: “Nüfus karışmıştı. Herkesin birbirinin etnik kimliğiyle ilgili aklı da fikri de karışmıştı. Adana’daki Ermeni olaylarından kaçıp gelenler Türk tarafı için büyük tehdit olarak algılanıyordu. Bütün Ermenilere potansiyel Arap ya da Fransız destekçisi ve Türk düşmanı olarak bakılıyordu. Kendisi Ortodoks Hristiyandı. Cahil ve fanatik birileri sırf bu yüzden pekala kendisini de tehdit unsuru olarak algılayabilirdi. Bu da Fransız hakimiyetini ve korumasını seçmek için dolaylı fakat bir diğer etkendi işte.” İşte böylesi bir dönemi anlatıyor “Ev”. Üstelik bunu kurguyla birlikte yapıyor olması kuru bir tarih anlatısının ötesinde insanı o yıllara ve o duygulara götürüyor.

Tüm yaşananların sonucu olarak bildiğimiz üzere ilerleyen yıllarda Hatay Meclisi kurulacak ve 1939’da Hatay Türkiye’ye katılacak. Bu dönemde birçok Ermeni, Hristiyan başlarına neyin geleceğini bilemedikleri için geçmişlerini, topraklarını, mallarını bırakıp göç ettiler. Mesela Hatay denilince turistik olarak mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri sayılan Türkiye’nin tek Ermeni köyü Vakıflı neden tek Ermeni köyü? Nereye gittiler, neden bir tek orada kaldılar?... Burada aslında toplumsal olarak hafızasız bırakılmanın, çarpık bir bilinçle tarihe bakıyor olmamızın yansımalarını görüyoruz.

Maryse Hilsz’in hayatını biraz araştırınca aslında ne kadar önemli biri olduğunu da görüyoruz. Yoksul bir aileden gelip, kadınların kısıtlı haklara sahip olduğu bir dönemde pilot olmayı başarmış. Bunun yanı sıra Hilsz, 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgali altındaki Fransa’da işgale ve iş birlikçi rejime karşı Fransız direnişinde önemli bir rol oynamış. Böyle güçlü bir karakterin romanda anlatımı da aynı şekilde kararlı, cesur ve asi. Hilsz, Arsuz’da geçirdiği günlerde evin büyük oğlu, “yakışıklı bahçıvan” lakabını taktığı Paul’e aşık oluyor ve kısa da olsa bir ilişkileri oluyor. Tüm duygusuna rağmen bu ilişkiyi geride bırakıp hayatına, özgürlüğüne, ilk aşkı olan göklere dönüyor Hilsz. Bir diğer dikkat çeken nokta da şu; Maryse Hilsz, Arsuz’a gelince Malik ailesiyle rahatlıkla Fransızca konuşabildiğini görüyor ve çok şaşırıyor. İskenderun’da yapılan bir davete katıldıklarında şaşkınlığı daha da artıyor. Çünkü dünya büyük bir kaos, yoksulluk ve buhran içinde ve İskenderun gibi küçücük, hiç bilmediği bir yerde bambaşka hayatlar yaşanıyor. Tabii burada sınıfsal farkların yansımalarını da görüyoruz, burjuvalar koşullar ne olursa olsun aşağıdan sınıflara kıyasla karmaşadan çok daha farklı şekillerde etkileniyor.

‘ANTAKYA TARİH BOYUNCA YERLE BİR OLSA DA HEP DİRİLDİ’

Romanda yer yer Arapça, Fransızca konuşmalar da var. Bu da romana ayrı bir zenginlik katmış. Arsuz’da, Samandağ’da, Defne’de, İskenderun’da aslında Hatay’da hâlâ Araplar yaşıyor ve Arapça konuşuyorlar ama tabii ana dilinde eğitimin olmadığı ülkemizde dil de zamanla unutuluyor tıpkı geçmiş gibi. Romanda berber Abdo iki dilli olmayı ve ne yazık ki ikisinde de yarım olmayı şöyle özetliyor “Khvaca bağğhhd-el [sonra] bu yaş. Olduk elli beş! Arapça öğrenmemişik yazmayı. Türükçeyi mi öğreneceyiz? İmkanı yok, mabisir, ma mümken [Olamaz, mümkün değil].”

Talin Azar’ın bir konuşmasından anımsadığım kadarıyla, küçük bir hatırlatma yapmak isterim, kitap 6 Şubat depreminden sonra yayımlandı ve deprem bir süredir kenarda duran kitap çalışmasını hızlandırdı. Çünkü hafızaya sahip çıkmak gerekiyordu ve kitap da artık bu görev bilinciyle okurlarıyla buluştu. ‘Ev’in satışından İstos Yayınevinin katkılarıyla depremzede öğrencileri destekleme çabasında olduklarını da ekleyelim.

Kitabın teşekkür kısmından alıntıyla bitirelim:

Ev sayenizde yaşayacak.Ev bildiğimiz Hatay, Antakya tarih boyunca yerle bir olsa da hep dirildi…”

ÖNCEKİ HABER

Bakırhan'dan Bahçeli ile tokalaşma açıklaması: Olması gereken bir tabloydu

SONRAKİ HABER

Siyasi partilerden AYM başkanına ziyaret: “Can Atalay konusundaki ısrarımız devam edecek”

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa