07 Ekim 2024 04:44

Erhan Keleşoğlu: Toplumsal mücadelenin sertleşeceği bir çağa giriyoruz

Filistin ve Ortadoğu çalışan, Siyaset Bilimci Erhan Keleşoğlu ile 7 Ekim’den bugüne yaşananları, 1. yıl dönümünde yeniden ele aldık.

Erhan Keleşoğlu | Fotoğraf: Evrensel

Paylaş

Elif GÖRGÜ

İsrail’in abluka altında tutarak 2.3 milyon nüfuslu bir açık hava hapishanesine dönüştüğü Gazze’nin etrafına inşa ettiği 65 kilometrekare uzunluğundaki, 6 metre yüksekliğindeki duvar, 7 Ekim 2023 tarihinde, hiç beklenmedik şekilde delindi. Arap ülkeleri İsrail ile normalleşme kuyruğuna girmiş, İsrail Başbakanı Netanyahu Türkiye ziyaretine hazırlanıyordu. Başta Hamas olmak üzere Filistin direniş grupları bu duvarı ilk defa aşarak İsrail topraklarına, adını Aksa Tufanı koydukları saldırıyı düzenledi. 1200 İsrailli öldürüldü. 200’ün üzerinde İsrailli Gazze’ye kaçırıldı. 1 yıl sonra bugün İsrail, 8 Ekim’den itibaren başta Gazze olmak üzere tüm bölgede terör estirmesinin ve bugün İran’la doğrudan savaşı kışkırtmasının gerekçesini hâlâ 7 Ekim günü olarak açıklıyor.

Filistin ve Ortadoğu çalışan, Siyaset Bilimci Erhan Keleşoğlu ile 7 Ekim’den bugüne yaşananları, 1. yıl dönümünde yeniden ele aldık.

7 EKİM ÖNCESİ İSRAİL PROTESTOLARLA SARSILIYORDU

7 Ekim’e gelmeden önce bir bölgede Ortadoğu’da ve uluslararası alanda durum neydi, kısa bir hatırlayarak başlayabilir miyiz?

7 Ekim’in öncesinde, 2023 yılının yazında, İsrail çok kitlesel protestolarla sarsılıyordu. Bir kere bunu hatırlatmakta fayda var. İsrail siyaseti içerisindeki seküler partiler ve toplumun seküler kesimleri ile dindar-milliyetçi kesimleri arasında bir kültürel-siyasal mücadele cereyan etmekteydi ve bu kültürel mücadelenin yargı aygıtı ile İsrail siyasetine yansıması söz konusuydu. Netanyahu ve oluşturmuş olduğu faşizan koalisyon yargıya müdahale etmek için yasal düzenlemeler yapma niyetindeydi ve yargı bağımsızlığını varlıklarının güvencesi sayan İsrailli toplumsal kesimler de, sokağa dökülerek İsrail’in gündemini meşgul etmekteydi.

Aynı zamanda uluslararası alanda da Netanyahu Hükümeti Suudi Arabistan’la bazı müzakereler yürütmekteydi ve İbrahim antlaşmalarının devamı olarak Suudi Arabistan’ın da İsrail’i tanıyacağı bir bir yol haritası oluşmak üzereydi. Tabii ki Suudi Arabistan’ın Filistin meselesinde herhangi bir gelişme olmadan İsrail’i tanıması, kritik bir eşiğin aşılması olacaktı. Çünkü aynı Suudi Arabistan 2002 yılında Beyrut’taki Arap Birliği zirvesinde, İsrail’in işgal altındaki topraklardan yani Batı Şeria, Gazze şeridi, Doğu Kudüs ve Golan Tepelerinden çekilmesi karşılığında tüm Arap devletlerinin İsrail’i tanıması planını ortaya koyan devletti ve önemli bir bölgesel güçtü.

Filistin meselesinde Suudi Arabistan’ın böyle bir tavır takınması, Filistin halkının aleyhine ciddi bir gerileme anlamına gelecekti. İşte tam bu uğrakta 7 Ekim saldırısı gerçekleşti. 7 Ekim’de Hamas liderliğindeki silahlı güçler, Gazze’nin çevresindeki duvarları yıktılar, İsrail’e sızarak askeri ve sivil hedeflere saldırılar düzenlediler. Sonrasında İsrail’in tüm Gazze halkını kolektif olarak cezalandırmaya yönelik soykırım operasyonu geldi.

Zaten İsrail’in böyle bir teamülü var. Kendisine karşı girişilen hareketlere karşı Filistinlilerin kolektif olarak cezalandırılması, İsrail’in temel eylem tarzı. 7 Ekim sonrasında da İsrail önce kesif bir hava bombardımanı başlattı. Ardından da kara operasyonuna girişti.

7 EKİM DEVLETLERİN KADİRİ MUTLAK OLMADIKLARINI GÖSTERDİ

Peki 7 Ekim nasıl bir milat oldu? Birinci yıl dönümü yaklaşırken analizler yeniden başa, 7 Ekim 2023 tarihine dönmüş durumda ve bölgesel çatışmanın fitilini yakan, Filistin halkının ezilmesine neden olan bir milat olduğu yönünde değerlendirmeler de var bir yandan…

Tarihsel olayları böyle sonuçlarından yola çıkarak değerlendirmemiz doğru değil. Tarihsel olay ve olgular, oluş anında, yapılageliş anında açık uçlu olgulardır, yani tarihin hangi yöne akacağı çok farklı dinamiklerle şekillenir. Dolayısıyla bugünden bakarak tarihsel olay ve olguyu, bugünün olayları ve olgularıyla, o olaylar dizisinin yaratmış olduğu sonuçlar manzumesiyle değerlendirmek doğru bir tutum değil. İlkin bunun altını çizmek gerekiyor.

İkincisi 7 Ekim İsraillilerin hiç beklemediği bir olaydı. Şimdilerde yine komplo teorisyenleri tarafından İsrail’in bilerek böyle bir saldırının önünü açtığına dair bazı değerlendirmeler görüyoruz. Özellikle 17 Eylül’de Lübnan’da çağrı cihazları patlatıldıktan sonra bunlar gündeme geldi. “İsrail böylesine kudretli bir istihbarat ağına sahip olurken 7 Ekim’den nasıl haberi yoktu?​” deniyor. Emperyalizmin ve böyle güçlü devletlerin muzaffer göründüğü anlarda, onların her şeyi yapmaya muktedir oldukları, kadiri mutlak olduklarına dair değerlendirmeler ortaya çıkıyor. Ancak tarih böyle ilerlemiyor. Bu tür güçlü yapıların da zaafları olduğunu biliyoruz, belli anlarda bu zaafların ortaya çıktığını biliyoruz ve o anlardan birisi yaşandı. Netanyahu Hükümeti kibirden malüldü. O ve faşist koalisyon yandaşları kendilerini her şeyi yapmaya muktedir görüyordu. Tüm dikkatleri Batı Şeria’daki yerleşimlerin genişletilmesine odaklanmış bir durumdaydı. Gazze’yi ve çevresini kontrolden sorumlu güvenlik güçlerinin ve istihbarat aygıtının bütün dikkatini Batı Şeria’ya yönlendirdiği bir andı. Yahudi yerleşimciler Filistinlere yönelik eylemler yapıyorlardı. Filistinlerin de karşı eylemleri, direniş eylemleri oluyordu. Dolayısıyla bu konjonktürde İsrail açısından Gazze cephesinde bu güvenlik açığı oluştu.

Sonrasında bu İsrail içerisinde de çokça tartışıldı. Özellikle muhalif İsrail basınına bakarsanız, bu istihbarat zaafının nasıl ortaya çıktığını okuyabilirsiniz. Belli anlarda istihbarat raporları gitmiş, bunlar sümen altı edilmiş, görmezden gelinmiş vs. yönetimden kaynaklı bir zafiyet ortaya çıkmış.

GAZZE’DE BİR SOYKIRIM SÜRECİ İŞLİYOR

Burada biraz halkın örgütlü gücünü de küçümseme var sanırım, değil mi?

Tabii ki, o da var. Yani Hamas bir operasyon odası oluşturmuş ve siyasi kanadına dahi bilgi vermeden, hiçbir bilgi sızdırılmadan bir süreç yürütülmüş. Bu çok başarılı bir süreç yönetimi. Uzun süre bunun hazırlığı yapılmış ve sonrasında uygun an kullanarak harekete geçilmiş ve başarılı olunmuş. Bana kalırsa Hamaslıların ve beraber hareket ettikleri unsurların dahi beklemedikleri bir başarıya ulaştı bu Aksa Tufanı harekatı ve sonrasında da cezalandırma operasyonu geldi ve bu soykırım seviyesine ulaştı. Yüz binlerce insanın evinin yıkıldığı, Gazze içerisinde mülteci konumuna düştükleri bir seviye. Zaten Gazze’nin yüzde 80’inden fazlası, 1948 Harbi’nden sonra, Nekbe adıyla bilinen felaketten sonra oraya sürülmüş olan insanların torunlarıydı. Tekrar mülteci durumuna geldiler. Gazze içerisinde sıkışmış vaziyette, belli yerlere sığınmak zorunda kaldılar. Şu an bir soykırım süreci işliyor.

İsrail Hamas’ı tamamıyla yok etme hedefiyle bunu yaptığını söylüyor ancak tüm bir halkı cezalandırma, etnik temizlik yapma ve soykırım amacıyla operasyonunu sürdürüyor.

NETANYAHU SOYKIRIM ARACILIĞIYLA İKTİDAR KRİZİNİ ERTELEDİ

O zaman, dönüp bu bir yıla baktığımızda, bu İsrail için bir “Allah’ın lütfu” mu oldu?

Evet çünkü Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere Batı’nın ön koşulsuz desteğine mazhar oldu ve soykırımcı politikalarını hayata geçirebildi. Netanyahu’nun ve ortaklarının arayıp da bulamadıkları bir şeydi bu. Siyasi ikballeri açısından bu böyle, çünkü çok sıkışmışlardı, İsrail toplumunun önemli bir kesimi bu hükümete karşı seferber olmuştu. Sokak gösterileri devam ederken bu olayın gerçekleşmesi, bu krizin atlatılması, en azından ertelenmesi yönünde de ciddi bir imkan verdi. Ancak bu imkanın kısa vadeli olduğu aşikar, orta-uzun vadede İsrail devletinin imajı ve meşruiyeti giderilmesi çok güç bir yara aldı.

ABD’NİN AMACI BÖLGEDEKİ İŞLERİNİ VEKİLLERİ ÜSTÜNDEN SÜRDÜRMEK

Peki bir yıl sonra bugüne geldiğimizde, İsrail’in giderek yayılan bu vahşeti hâlâ ABD ve genel olarak Batı emperyalizminin hedefleriyle uyuşuyor mu?

Bir yıl sonrasında bölgeye baktığımızda Gazze yıkılmış durumda. Soykırım devam ediyor. Gazze’yle dayanışma adına harekete geçen Hizbullah’ın neredeyse tüm üst kadrosu suikastlarla tasfiye edildi. Bu aşamada İsrail psikolojik üstünlüğü eline almış görünüyor. İsmail Haniye’nin Tahran’ın ortasında suikastla öldürülmesi de ciddi bir demoralizasyon etkisi yarattı. Hem bölgedeki direniş unsurları açısından böyle bir etkisi oldu hem de Filistin halkının mücadele kapasitesi açısından bir gerileme anlamına geldi.

Ancak emperyalist güçlerin bölgeye ilişkin ana hedefi bölgede kaynakların düzenli şekilde merkez ülkelere aktarılması, lojistik hatların güvenliği, bölgedeki enerji kaynaklarının sevkiyatında süreklilik üzerine kurulu statükonun korunması. Bu bağlamda ABD artık kendi askeri gücüyle bunu sağlama yerine bölgedeki vekilleri üstünden işleri gördürmeyi amaçlıyor. İsrail’in bu saldırgan politikasının orta ve uzun vadede statükoya zarar vereceği ortada, İran’ın ve vekillerinin bölgedeki etkisinin azaltılması ile yetineceklerdir.

‘ULUSLARARASI DÜZEN’İN TABUTUNA SON ÇİVİYİ İSRAİL ÇAKTI

Bütün bunlar olurken ABD öncülüğünde bir ateşkes müzakereleri süreci yürütüldü. ABD dışişleri bakanı gerilimi düşürme adı altında on kere Ortadoğu’ya geldi ve birçok ülkeyi gezdi. Uluslararası Adalet Divanı yargı süreci başlatıldı. Birleşmiş Milletlerde oturumlar yapıldı. İsrail’e on iki ayda işgali sona erdir talimatı verildi… Bütün bunlar toplamda İsrail’e zaman kazandırma dışında ne işe yaradı? Uluslararası etkileri açısından ne anlam ifade etti bunlar?

Şimdi şöyle söyleyelim, uluslararası sistem bir değişim dönüşüm içerisinde. Yani İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulmuş olan uluslararası nizam; kurumlarıyla, değerleriyle ortadan kalkıyor. İsrail’in giriştiği soykırım süreci ve işgal olgusu, bu nizamın ortadan kalktığının bir delili oldu. Uluslararası ilişkilercilerin tabiriyle “kural temelli uluslararası düzen” yok. O düzenin tabutuna son çivileri de İsrail çaktı.

Neden bunu söylüyorum? Çünkü uluslararası hukukun, savaş hukukunun, insancıl hukukun, Birleşmiş Milletler Şartı’nın tüm gerekleri İsrail tarafından çiğnendi, yok sayıldı. İsrail soykırım suçunu işledi, savaş hukukunu çiğnedi; işgale, yerleşimlerin inşasına devam etti, Birleşmiş Milletlerin Filistinlere Yardım Kurumu UNRWA’nın kurumlarına, okullarına saldırdı, hastaneleri bombaladı ve neticesinde İsrail’e karşı hiçbir yaptırım uygulanmadı. Bu yaptırım eksikliği, bu nizamın kurumsal açıdan ortadan kalkmakta olduğunu gösterdi bize. İsrail’in arkasındaki Amerikan desteği, aslında İsrail’in neye hizmet ettiğini de gösterdi. İsrail devleti, bölgede Amerika’nın emperyalist çıkarlarına hizmet eden bir mızrak ucudur.

Bunu en çıplak haliyle gözlemleyebildik. Bence en dramatik olgu, soykırım yapan bir hükümetin başının Amerikan Kongresinde ayakta alkışlanmasıydı, yani bundan daha dramatik bir sahne olamazdı. Bunu dahi gördük.

ABD İSRAİL’İ KONTROL EDEMİYOR SÖYLEMİNİ ASLA KABUL ETMİYORUM

Peki hâlâ ABD çıkarları açısından uyumlu bir noktada mı İsrail bugün? Şöyle konuşuluyor çünkü: ABD İsrail’i dizginlemeye çalışıyor, kontrol etmeye çalışıyor…

Böyle bir şeyi asla kabul etmiyorum. Zaten Kongrede olanlar bunu bize gösteriyor. Bu Amerikalıların durumu kurtarma söylemi. Askeri olarak yığınak yaptılar bölgeye. İsrail’e yüzlerce ton, belki binlerce ton silah ve mühimmat desteği yaptılar. İsrail’in bu savaşı sürdürebilmesi için milyarlarca dolar yardımda bulundular. Dolayısıyla asla katılmıyorum. Amerika Birleşik Devletleri eğer Netanyahu Hükümetine “Hemen şu an savaşı durduruyorsun yoksa bütün yardımları keserim, bölgedeki asker desteğimi de çekerim” deseydi, böylesine bir pervasızlıkla Netenyahu hareket edebilir miydi? Edemezdi.

Amerikan desteğiyle buraya kadar geldiler ve hâlâ da devam ediyorlar.

Donald Trump’ın gelişiyle herhangi bir değişiklik olacağını düşünüyor musunuz?

Trump’ın olası gelişiyle Netanyahu’nun işaret ettiği İran’a karşı savaş seçeneğinin daha da gündemde olacağını düşünüyorum. Çünkü Trump geçtiğimiz başkanlık döneminde nükleer antlaşmayı feshetmişti ve İsrail’in de savaş yanlısı politikalarını devam ettireceğini de görüyoruz. Trump’tan da “En İsrail yanlısı başkanım, hatta Yahudi’yim” gibi bildiğimiz Trump retoriğini dinliyoruz.

Netanyahu’nun İran’a, İran halkına yönelik konuşması da böylesine bir savaşa cüret edebileceklerinin işareti. İran’ın geçtiğimiz hafta 180 adet balistik füze ile İsrail’deki askeri hedeflere yönelik gerçekleştirdiği misilleme saldırısının ardından İsrail’in nasıl cevap vereceği önemli. Burada ABD’nin nasıl bir tavır izleyeceği asıl belirleyici olacak.

ERDOĞAN FİLİSTİN MESELESİNİ DE KENDİ SİYASAL ÇIKARLARINA ALET ETTİ

Burada bir parantez açarak Türkiye’ye geçmek istiyorum. AKP iktidarı tüm bu süreçte sizce nasıl bir sınav verdi, bölgede yaşananları nasıl araçsallaştırdı?

Bana kalırsa Erdoğan Hükümeti son yirmi sene izlediği politikalarla tutarlı bir hat izledi. O hat nedir? İç siyasetteki kendi çıkarlarına uygun bir pragmatik hat. Erdoğan hükümeti iç siyaset, dış siyaset ayrımını flulaştırırdı ve dolayısıyla Filistin meselesini de kendi siyasal çıkarlarına alet etti. Yerel seçimler sırasında İsrail ile ticaretin eleştirilmesiyle, bunun başta Yeniden Refah olmak üzere belli siyasal partiler için bir oy artışına neden olduğunun görülmesiyle daha sert bir üslup takındı. Formal olarak İsrail’le ticaretin durdurulduğu söylendi ama bunun dolaylı yollardan sürmekte olduğunu biz görebiliyoruz. Aynı zamanda Azerbaycan’dan gelen petrolün de İsrail’e akmakta olduğunu hatırlatmakta fayda var.

Sert söylem de eskisi kadar etkili olmuyor sanırım, ne dersiniz?

Eskisi kadar etkili olmuyor çünkü bunun bir karşılığının da olmadığını, yani Türkiye’nin elinde İsrail’i durduracak bir araç olmadığını kamuoyu fark etmiş durumda. Dolayısıyla çok etkili olduğunu söylemek mümkün değil.

Erdoğan’ın Meclis açılışında “İsrail’in bir sonraki hedefi Türkiye” diye bir iddiası oldu. Siz ne dersiniz böyle bir ihtimal var mı, yoksa bu da sadece retorik mi?

Retorik, yani Türkiye’ye sıçraması olasılığını ben çok düşük görüyorum yani İran’ın yaptığı misilleme ardından İsrail’in kapsamlı bir cevap vermesi durumunda çıkacak olası bir karşılıklı çatışma halinde dahi Türkiye’nin bu savaşa müdahil olmayacağını düşünüyorum. NATO çizgisi dışına çıkmayacaktır ama bu savaşa da dahil olmayacaktır.

İSRAİL LÜBNAN’DA 2006’DAN DAHA BAŞARILI OLABİLİR

Lübnan’a geçersek... İsrail’in Lübnan’a yoğun saldırıları var ve karadan birlikler girmeye başladı. Bu arada Hizbullah son birkaç hafta içerisinde lideri dahil komuta kadrosunda ciddi kayıplar yaşadı. Ve şimdi sahada karşı karşıya geliyor İsrail ile. Bu süreç Hizbullah ve genel olarak Lübnan için nelere yol açacak sizce? 2006 ile benzerlikleri ve farklılıkları var mı?

2006’dan bu yana İsrail örtülü operasyon kapasitesini çok geliştirmiş. 2006’da Hizbullah’ın lider kadrosunu İsrail bu kadar iyi tanımıyordu, alt ve orta düzeydeki Hizbullah kadrolarının bilgilerine hakim değildi, istihbaratı zayıftı, çok daha sıkı bir örgüttü Hizbullah.

Bu son saldırılar neticesinde, özellikle Suriye savaşına dahil olmasından sonra Hizbullah’ın İsrail ve Amerikan istihbaratı tarafından çok daha iyi tanınır, sızılabilen bir örgütsel yapıya, bir gevşekliğe sahip olduğunu anlamamız mümkün oldu. İçeriye sızılmış, örgütsel yapısı deşifre olmuş. Hem çağrı cihazları hem de ertesi gün telsizler aracılığıyla yapılan saldırı ne denli derin bir sızma olduğunu bize gösterdi. Nasrallah’a karşı gerçekleştirilen suikastın arifesinde de neredeyse üst yönetim kademesinin tamamı tasfiye edilmişti. Nasrallah’a yönelik saldırıda da yaklaşık 85 ton bomba kullanılmış, tamamıyla yok etmeye yönelik bir saldırı. Ve kimse o saldırıda öldürülen yüzlerce sivili sormuyor. Ayrıca İran’ın Kudüs gücünün Lübnan komutanı da aynı saldırıda hayatını kaybetti.

2006’dan bu yana İsrail hava savunma kapasitesini de oldukça geliştirdi. Füzelere karşı kullandığı Demir Kubbe hava savunma sistemi etkin şekilde çalışıyor ve bu füzelerin tesirinin azaltılmasında büyük oranda başarılı oldu. Hizbullah’ın seçenekleri ise kısıtlıydı. Lübnan içerisindeki silah depoları, füze rampaları dediğim gibi istihbarat gücüyle keşfedilmiş, açığa çıkarılmış durumda. Ve İsrail engelsizce kullanabildiği devasa hava gücüyle bunları bastırmakta 2006’ya göre daha başarılı. Tabii kara saldırısı başka bir şey. Yeni bir cephe anlamına geliyor, Hizbullah son on sekiz sene içerisinde kara saldırısına karşı ciddi bir hazırlık yapmıştı. İlk izlenim Hizbullah militanlarının düzenli ordu formatında değil gerilla tarzı bir taktikle savaşmaya devam ettikleri yönünde. Tüm kayıplara ve komuta-kontrol açısından yaşanan sıkıntılara rağmen direnme iradelerinde bir azalma yok görünüyor. Hizbullah bir halk hareketi, işgale karşı direnişten doğmuş bir halk hareketi ve hâlâ güçlü toplumsal desteği haiz, Şii toplumu haricinde de, Lübnan’ın diğer kesimleri nezdinde de muteber bir örgüt. İsrail bunu bildiğinden hareketin güçlü olduğu bölgeleri (Güney Lübnan, Beyrut’ta Dahiye bölgesi ve Bekaa Vadisi) bombalayıp insansızlaştırmaya çalışarak, terör yöntemleriyle sivil halkı göç etmeye zorlayarak kirli bir savaş stratejisi yürütüyor.

İRAN REJİMİ VAROLUŞSAL TEHDİTLE KARŞI KARŞIYA

Peki İran’ın pozisyonunu bütün bu süreçte nasıl değerlendiriyorsunuz?

İran askeri, iktisadi, siyasi imkan ve kabiliyetleri sınırlı bir ülke. Şam’daki büyükelçiliğinin İsrail tarafından bombalanmasına 14 Nisan’da gerçekleştirdiği misilleme sırasında da bu sınırlarını görmüştük. İsmail Haniye suikastına uzun süre yanıt verilmemesi ise büyük bir baskı oluşturmuştu. Çünkü bu İran’ın caydırıcılığının azaldığını, emperyalistlere ve İsrail’e rejimin zafiyetlerini gösterdiği yönlü okumalara sebebiyet verdi.

İran rejimi aynı zamanda içeride hassas dengelere dayanan bir rejim. Uzun süredir toplumsal protestolarla uğraşan, rejimin meşruiyetinin sorgulandığı, varoluşsal tehdit içerisinde yaşayan bir rejim. Dolayısıyla İsrail’e kitlesel bir karşılık verilmesi halinde ABD’nin de dahil olacağı bir savaşla karşı karşıya kalacağını ve bunun neticesinde de rejimin tehlikeye düşeceğini öngörerek aynen nisan ayında olduğu gibi salt İsrail’in askeri tesislerini hedef alan sınırlı bir saldırıyla yetinmeyi uygun gördü. Ardından İranlı yetkililer İsrail’in karşılık vermemesi halinde çatışmayı bir üst boyuta sıçratma arzusunda olmadıklarını ilan ettiler. Mücadeleye bölgedeki vekilleri ile devam etmeyi tercih ediyorlar.  

SAVAŞ KOŞULLARINDA ÇİN VE RUSYA’NIN BÖLGEYE ETKİSİ ZAYIF OLACAKTIR

Çin ve Rusya aslında 7 Ekim öncesinde Ortadoğu’da da çeşitli ilişkilerde ilerleyen bir seviye tutturmuş görünüyorlardı. Onlar açısından da bir kesintiye uğradı gibi görünüyor bu süreç. Ortadoğu’daki son durum bu iki güç açısından nasıl bir sonuç yarattı sizce?

Rusya, Ukrayna savaşı ile birlikte Doğu Avrupa’ya odaklanmış durumda. Bütün askeri, iktisadi ve siyasi gücünü Ukrayna savaşına endekslemiş durumda. Suriye iç savaşında Esad rejimine destek oldular, askeri unsurları gönderdiler ancak şu aşamada Suriye’deki güçlerinin önemli bir kısmını da Ukrayna’ya yönlendirdiklerini görüyoruz. Bu yüzden Rusya’nın hem askeri hem siyasal nüfuzu bölgede zayıflamış durumda. Çin açısından bakıldığındaysa Çin diplomatik ve iktisadi gücünü kullanarak bölgeye nüfuz etme peşindeydi. Ancak sıcak savaş koşullarında Çin’in bölgedeki etkisinin zayıf olacağını değerlendirmek gerekir.

Çin’in bölgeye sevk edebileceği bir askeri gücü yok. Dolayısıyla Doğu Akdeniz ve Batı Asya’da, Batılı emperyalistlerin Çin ve Rusya gibi küresel rakiplerine kıyasla baskın olduğunu söylememiz gerekiyor.

ABD, Ortadoğu’dan çekilecek iddiasından başka bir noktaya mı geldik o zaman?

Evet, ABD ağırlık merkezini Pasifik tarafına kaydırma eğilimindeydi. Konjonktürel olarak İsrail’in giriştiği bu bölgesel savaşla birlikte tekrar askeri yığınak yaptığını görüyoruz, ancak bu askeri yığınağın ben kalıcı olacağını düşünmüyorum, yani İsrail’in giriştiği savaş sonrasında askeri yığınağın tekrar Pasifik’e ve Doğu Avrupa’ya doğru yönleneceğini değerlendiriyorum.

KISA VADEDE EMPERYALİSTLER KAZANIYOR AMA UZUN VADEDE NÜFUZ KAYBI OLACAK

Savaş sonrası dediniz, bu savaş sonrası nasıl olacak? İsrail saldırganlığı nasıl durdurulacak?

Bir belirsizlik hâkim ancak güçler arasında ciddi bir siklet farkı var. Kısa vadede ben emperyalistler açısından bir üstün gelme halinin olduğunu düşünüyorum ama orta ve uzun vadeye yayıldığı zaman bölgedeki ve uluslararası alandaki meşruiyetlerinin hiç olmadığı kadar azalacağını, mevcut çatışmanın bu güçler açısından ciddi nüfuz kaybına yol açacağını değerlendirmekteyim.

SAVAŞLARIN YAYGINLAŞACAĞI, TOPLUMSAL MÜCADELELERİN SERTLEŞECEĞİ BİR ÇAĞA GİRMEK ÜZEREYİZ

Bu arada dünya genelinde önemli kitlesel protestolar da oldu ve devam ediyor. Bunlar hiçbir işe yaramadı mı?

Net olarak söyleyeyim, yaramadı. Hükümetler nezdinde bir karşılığı olmadı. Çünkü uluslararası sistem değişiyor. Daha güç ağırlıklı, güç merkezli politikalar devreye giriyor. Sağ, otoriter politikalar tüm dünyada yükselişte. Neoliberalizm çökerken yerine daha eşitlikçi, özgürlükçü rejimler kurulması becerilemedi. Yani ilerici, sosyalist, demokratik güçlerin bu manada bir gerileme içerisinde olduğu aşikar ne yazık ki. Eğer bu trend devam ederse savaşların yaygınlaşacağı, daha sert toplumsal ve siyasal mücadelelerin olacağı bir çağa girmek üzereyiz.

EKSİK OLAN İŞÇİ ÖRGÜTLERİNİN ZAYIFLIĞI

Peki bu tablo nasıl tersine çevrilebilir? Bu güçler ne yapmalı? Eksik olan ne?

Eksik olan, ezilenlerin örgütlerinin, eyleme kapasitelerinin zayıflığı. İşçilerin örgütleri zayıf, sosyalist örgütler de işçi örgütlenmesinin zayıf olmasından mütevellit olarak zayıflar, eyleme kapasiteleri azalmış durumda. Diğer ezilen örgütlerinin eyleme kapasitelerinin ve yüksek siyasete etkilerinin de azalmış olduğunu değerlendirmek mümkün. Bunun neticesinde işte bu saldırganlık, bu savaş politikaları baskın geliyor, elleri kuvvetleniyor.

ÖNCEKİ HABER

"Nasrallah 21 günlük ateşkesi kabul etmişti, İsrail reddetti"

SONRAKİ HABER

Ülkenin dört bir yanında Reşit Kibar için yaşam nöbeti 

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa