Bir kavram: Kadın cinayetlerinde iktidarın sorumluluğu ve rolü
Kadına yönelik şiddet, kadının toplumdaki ikincil konumu sayesinde doğan ve bu ikincil konumu güçlendiren bir biçimde ortaya çıkan şiddet türüdür.
Fotoğraf: Eda Aktaş/Evrensel
Bir olay: İkbal Uzuner ve Ayşenur Halil cinayetleri
4 Ekim 2024 Cuma günü İstanbul’da henüz 19 yaşında olan İkbal Uzuner ve Ayşenur Halil isimli iki kadın, Semih Çelik isimli erkek tarafından katledildi. Cinayetin ardından kadınların güvenlik ve hukuki yaptırım taleplerinin önce çıktığı eylemler tüm Türkiye’de ses getirirken özellikle üniversitelerde binlerce kişilik görkemli katılımlarla hafta boyunca sürdü.
Bir kavram: Kadın cinayetlerinde iktidarın sorumluluğu ve rolü
Kadına yönelik şiddet, kadının toplumdaki ikincil konumu sayesinde doğan ve bu ikincil konumu güçlendiren bir biçimde ortaya çıkan şiddet türüdür. Fiziksel, psikolojik ve ekonomik yansımaları olabilen bu tür şiddeti mümkün kılan, yine bu alanlardaki yaygın uygulamalar ve politikalardır.
Kadının toplumdaki ikincil konumuna ilişkin sorun, cinsiyet temelli şiddetin doğada her zaman var olduğu iddiası gibi belirlenimci yaklaşımlarla ele alınamaz. Aksine bu ayrım, toplum içi ilişkilerde ve tarihsel gelişiminde anlaşılmaya mahkumdur. Çünkü kadın kimliğinin kendisi, kadın vücudunun bir mülk olarak görülmesi, ev içi emeğin tek bir cinsiyetin üzerine yıkılması, kadın bedeni üzerinden üretilen söylemlerin günlük dilde yerleşimi gibi örneklerle insanlık tarihi ile birlikte değişmiş ve kadınların toplumdaki konumuna eş olarak tanımlanmıştır. Bu eşitsizliğin değerlendirilebilmesi için şiddetin ortaya çıktığı koşulların, nasıl ve neden gerçekleştiğinin bir devlet politikası olarak ele alınması gerekliliği ön plandadır.
SUÇ TOPLUMSALDIR
Suçun işlenmesine giden süreç, suç gününe kadarki tüm toplumsal ve politik adımların bir yankısıdır. Bu, “şehirde kamu düzenini, huzur ve güvenliğini sağlayan kuruluş” olduğu iddia edilen emniyet güçlerinin kararlarını ve eylemlerini doğrudan yönetme ve yönlendirme hakkını elinde tutan iktidarın, söz konusu taciz, istismar ve cinayet gibi suçların sistematik bir biçimde tekrarlanmasında en az failler kadar sorumlu olduğunu ortaya çıkarır.
Şiddeti engellemek, önlemek veya bir daha yaşanmamasını sağlamak için gerekli önlem ve yaptırımlara, İstanbul Sözleşmesini yürürlüğe sokulması, 6284 sayılı kanunun işletilmesi, infaz kanunundaki değişikliklerin geri çekebilmesi ve cezasızlığın son bulması örnek gösterilebilir.
İstanbul Sözleşmesi gibi uluslararası veya 6284 sayılı kanun gibi ulusal hukuki düzenlemelerin her biri, kâğıda geçirildikleri meclis salonlarından ibaret olmayarak, her biri ayna tuttukları toplumsal mücadelelerin yazılı ifadeleridirler. Bir başka deyişle, tarihî bakımından da toplumsal geleneklerin kurumsallaşmalarıyla ortaya çıkan hukuk kavramı, ayrı bir toplumsal unsur olarak gelişimini; çıkar çatışmalarına, rakip sınıflar arasındaki çekişmelere vb. sahne olan, bir bütün olarak karmaşık ve çelişkili karakteri reddedilemeyecek bir insan birlikteliğine, yani sınıflı topluma borçludur. Ne var ki, hukuk, antidemokratik bir biçimde kendi etkisi altındaki tüm toplumun katılımı ve onayı ile değişmediği veya onaylanmadığı gibi, bu antidemokratik karakter hukukun yalnızca “özgürleştirici” olmasına değil aynı zamanda bir baskı aracı hâline gelmesine de hizmet eder.
SINIF-GÜÇ İLİŞKİLERİNİN HUKUK BELİRLENİMİ
Bu anlamıyla, kuvvetler ayrılığı gereği hukukun uygulanmasından sorumlu devlet birimi olan yürütme; hükümetin ve ona bağlı kolluk güçlerinin denetimindedir. Denetim sahibi güç olan hükümet ise bugün, bir çelişki ile karşı karşıyadır. Türkiye’de kadın ve sınıf mücadelesinin görece daha güçlü olduğu bir dönemden kalan hukuki uygulamalar (İstanbul Sözleşmesi örneğinde olduğu gibi) kolaylıkla kaldırılamamaktadır. Ancak bu hükümler, onları yasalaştıran (aynı zamanda onların garantörü de olan) örgütlü taleplerin ve mücadelenin zayıflaması ile birlikte bir bakıma “boşluğa düşmüş”, uygulanmayarak geçiştirilebilir hâle gelmişlerdir. Yasaların keyfi bir biçimde uygulanıp-uygulanmadığı son yıllar, Türkiye’de sınıf mücadelesinin farklı duraklarında farklı sınıf-güç ilişkileri vb. dinamiklerin üzerinde inşa edilmiş pek çok yasanın, Başkanlık sistemi ile birlikte “tek adam rejimi”nin ilan edildiği ve politik dengenin hızlıca kaydığı bir süreçteki çatışmaların bir yansıması olarak, güçlü ve örgütlü olanın kendi yararına hukuku tahrip ettiği bir döneme işaret eder.
Bu keyfi irade, yani hukuku uygulatacak örgütlü güç, emniyet güçlerinin özelinde tüm devlet teşkilatının arkasında devletin özünü teşkil eden kapitalist tahakküm aracını deşifre eden anlardan biri olarak belirir.
Emniyet güçlerinin kadınların güvenliğini sağlama konusundaki çelişkili konumu; sayısız kayıp ihbarı, uygulanmayan uzaklaştırma emirleri vb. arasında bir kadın cinayetine karşı bir araya gelen kadınların karşısında otobüs dolusu polis yığılması gibi örneklerde yaygın bir tartışma hâline dönüşebilecek kadar apaçık ve usulsüz olduğu dönemlerden biri bugündür.
Bu örnekler, emniyet güçlerinin hukuku uygulamanın aksine, hukukun aksini uyguladığı ve mevcut yasalarca hukuki ve haklı kabul edilen pek çok hak mücadelesini kriminalize etmekte görevlendirildiği durumlarla da zenginleştirilebilir. Bunun en uç örnekleri ise Ülkü Ocakları iltisaklı bir grubun pazartesi günü Ankara Üniversitesinde düzenlenen basın açıklamasına saldırı girişiminde bulunmasının ardından saldırganlardan değil basın açıklamasına katılan öğrencilerden birinin göz altına alınması veya As Plastik grevinde jandarmanın grev kırıcılık yaparak yasayı patronu korumak için fabrikanın önünde nöbet tutması gibi yakın zamanlı uygulamalardır.