Uzayan gençliğin çelişkili eğilimleri
"Yıkılmakta olan toplumsal anlatılar ve hayaller, gençlerin kendilerini tekinsiz, bıkkın, (Bir görüşmecimin dediği gibi) sallantıda, 'yıkık' hissetmesine neden oluyor."
Cansu CEYLAN
Gençlerle birlikte çalışan, söz üreten, mücadele yürütenler olarak ısrarla tekrarladığımız bir cümle var: Türkiye’de seçim yaklaşınca gençler siyasetçilerin, gazetecilerin, karar alıcıların gündemine oturuyor; sonra bir anda ortadan kayboluyor. Seçimlerin yanına başka başlıklar da ekleniyor: Barınma krizi, yoksulluk, genç işsizliği... Fakat bir şey değişmiyor: Gençler yine iktidar ya da muhalefet partilerinden siyasetçilerin karşı tarafı eleştirmek için araşsallaştırdığı bir toplumsal grup olmaktan öteye gidemiyor. Gençlerin gündelik yaşam koşullarını, hayat mücadelelerini, hayallerini ve umutsuzluklarını anlamadan, yani gençlerle ilgili tartışmalara gençleri katmadan bu duruştan bir adım öteye gitmek zor gibi gözüküyor.
GENÇLİK: TEHLİKE Mİ? LOKOMOTİF Mİ?
Bütün bunların yanına son dönemdeki genç kadın cinayetleri de eklenince gençlik, artan toplumsal şiddetin cisimleştiği fakat bir o kadar da bireyselleştirilerek tartışıldığı bir grup olarak tekrar gündeme oturdu. Bu gündem çerçevesinde gençleri "tehlikeli bir grup" olarak gören ve ezoterik açıklamalardan sosyal medyanın zararlarına, alkolden uyuşturucuya kadar çeşitli konular üzerinden gençlerin “kötü alışkanlıklardan” korunması gerektiğini savunan bir yaklaşım öne çıkıyor; bu yaklaşım, gençlere sürekli gözetim ve müdahale edilmesini öneriyor.
Oysa gençler uzayda “yetişmiyor.” Her birey ve toplumsal grup için geçerli olan, gençler için de geçerli: Toplumsal koşullar gençlerin günlük yaşamlarını, duygularını, düşüncelerini şekillendiriyor. Artan kadın düşmanlığı, ırkçılık, hayvan düşmanlığı, çete-mafya ilişkileri başta olmak üzere yükselen toplumsal şiddete karşı çıkıp ses çıkarmak, bunları getiren politikalara karşı örgütlenmek kadar bu şiddetin parçası olmak da toplumsal koşulların bir ürünü. Durum böyleyken bir yandan bugünün gençlerinin yetiştiği toplumsal koşulları, bir yandan da gençlerin hayat koşullarını ve yaşamlarını anlamak önem kazanıyor.
Gençleri “tehlikeli” olarak tanımlayan yaklaşımın öteki yüzünde ise gençleri “ilerici” olarak tanımlayan, onlara toplumu değiştirme ve dönüştürme misyonu yükleyen, kendiliğindenci yaklaşım yer alıyor. Oysa gençler, gün geçtikçe ana akımlaşan toplumsal kutuplaşmanın ve şiddetin de taşıyıcısı haline gelebiliyor. Gençlik Örgütleri Forumunun 2024’te yaptığı araştırmaya göre gençlerin kendini en uzak hissettiği toplumsal gruplar Afgan ve Suriyeli göçmenler ile LGBTİ+’lar. Fakat aynı zamanda gençlerin yüzde 74’ü anayasada kişisel özgürlüklerin kısıtlanmaması gerektiğini belirtiyor. Öyle gözüküyor ki gençler arasında toplumsal kutuplaşma ana akımlaşırken bu, tek yönlü bir eğilim değil. Aksine, kutuplaşma demokratik eğilimlerle bir araya geliyor, çelişkili bir görünüm ortaya çıkıyor.
GELECEKSİZLİK, UMUTSUZLUK…
Makro analizlerden, gençliğin eğilimlerini genelleştiren verilerden gündelik hayata, sahada karşılaştıklarımıza, gençler olarak kendi hissettiklerimize döndüğümüzde bu resmi biraz daha tamamlarız belki. Uzunca bir süredir “umutsuzluk” ve “geleceksizlik” kavramları Türkiye’de gençlerin ruh halini tanımlarken en çok kullanılan kavramlardan. Şimdi bu kavramların yanına bir de “yalnızlık” ekleniyor. Gençlerin gençler olmadan tartışılmasına alan açılan her anda gençlerin duygu ve düşüncelerini tanımlama, bu tanımlamalar üzerinden de siyasi ve toplumsal eğilimlerine dair bir çıkarım yapma çabaları da hız kazanıyor. Bu bağlamda “geleceksizlik” ve “umutsuzluk” kavramları da durağan, değişmeyen, bireysel pozisyonlar olarak tanımlanıyor. Bu kavramları o kadar sık kullanır olduk ki, özellikle gençler bağlamında bu duyguların ne anlama geldiğini, içeriğini, hangi toplumsal pozisyon alışları beraberinde getirdiğini düşünmüyoruz. Bu kavramlar artık birer boş gösterene dönüşmüş durumda.
Oysa geleceksizlik, umutsuzluk, öfke, bıkkınlık, toplumsal gidişattan ve bireysel hayatlarımızdan memnun olmama gibi karmaşık duygular, duygularımızın bir gün içindeki ya da son beş yıldaki ortalamasını aldığımızda öne çıkan duygular olsa da her an her davranışımızda, her bireysel ya da toplumsal tepkimizde bu duygular öne çıkmayabiliyor. Hangi anlarda bu duyguları hissediyoruz, bu duyguları hissetmek bize ne yapıyor, bu duyguları hissetmemek için neler yapıyoruz gibi sorular bu noktada önem kazanıyor.
2021 yılında gerçekleştirdiğim saha çalışmamdaki, öncesinde gençlik mücadelesindeki, sonrasında sivil toplum alanındaki gözlemlerime göre gençler için bu duygular çok farklı kombinasyonlarda bir araya geliyor. Örneğin, görüştüğüm bazı gençler (özellikle genç kadınlar) başka bir yaşama, başka bir Türkiye’ye dair umutlarını zayıf da olsa dile getiriyor. Fakat bunu yaparken kendi bireysel hayatlarına dair umutsuzluklarını vurguluyorlar. Başka bir örnekte gençler toplumsal gidişattan duydukları rahatsızlığı en çok akranlarıyla, yakın arkadaşlarıyla, yoldaşlarıyla bir araya gelerek hafiflettiklerini anlatıyor. Fakat bu yakınlıklar aynı zamanda durmadan ülke sorunlarının konuşulduğu ve umutsuzluğun pekiştiği alanlara da evrilebiliyor. Ya da sohbetin ortasında umutsuzluktan kurtuluşun yegane yolunun çok önemli bir sosyal destek mekanizması haline gelen yakınlıkları geride bırakmak pahasına yurt dışına taşınmak olduğu dile getirilebiliyor.
YIKINTILARIN ORTASINDA
Ekonomik kriz, genç işsizliği, artan toplumsal kutuplaşma ve şiddetin ortasında gençlerin taşıdığı farklı duygulanımsal salınışları, umudu, umutsuzluğu, bekleme ve sıkılma halini anlamaya çalışırken karşıma çıkan en güçlü eğilim, gençlerin var olan toplumsal tahayyülleri ve vaatleri takip edemediği ya da takip etmeyi reddettiği. Biraz daha açmak gerekirse, toplumsal olarak gençlikten “yetişkinliğe geçiş”; eğitimden çıkış, istihdama geçiş, güvenli bir sosyal hayat ve kendi evini/aileni kurmak gibi ölçütlerle tanımlanırken şiddeti artan ekonomik krizle birlikte gençler bu izleği takip etmekte zorlanıyor. Yalnızca Türkiye’de değil, dünyada da neoliberal güvencesizleşmenin getirdiği güvencesiz çalışma ve yaşam koşulları nedeniyle gençlik uzuyor.
Bir yandan toplumsal olarak kendi otonomimizi kazandığımız yetişkinliğe geçiş tahayyülü başta olmak üzere meritokrasi miti, devlete ve hukuka güven, yakın ilişkiler gibi tahayyüller sarsılırken gençler bunların yerini alabilecek, başka bir yaşama, alternatif bir dünyaya dair tahayyülleri kurabilmiş değil. Bireysel hayatlarımız ve toplumsal gidişat bildiğimiz şekilde ilerlemeyi bırakmışken kendimize, geleceğimize, topluma ve dünyaya dair kavrayışımız da belirsizliklerden nasibini alıyor.
Sosyal medyada sıkça karşımıza çıktığı şekliyle “yıkıklık” tam da böylesi bir toplumsal ve duygusal bir araya gelişi anlatıyor bana kalırsa. Yıkılmakta olan toplumsal anlatılar ve hayaller, gençlerin kendilerini tekinsiz, bıkkın, (Bir görüşmecimin dediği gibi) sallantıda, “yıkık” hissetmesine neden oluyor. Toplumsal şiddetin ve kutuplaşmanın farklı yüzlerinin bu çatlaklara sızması nasıl kaçınılmazsa daha eşit, daha demokratik, temel hak ve özgürlüklerin mücadelesini vermek zorunda kalmadığımız bir dünya hayalinin de bu yıkıntılar arasında yeşermesi bir o kadar kaçınılmaz.
Evrensel'i Takip Et