Basın, güven ve süreç
Bu seferki aralanma, çözüm zeminine geliş sürecinde olan biten, daha öncekilere -ateşkesler, Habur süreci, Oslo görüşmeleri- göre, her açıdan daha kapsamlı ve şeffaf olmanın yanında, toplumsal sempati, kabul görme yönü de daha güçlü, dolayısıyla çözüm olasılığı da daha fazladır. Nitekim yansımalar bunları doğrulamaktadır. Şüphesiz bunu sağlayan Öcalan’ın, kimsenin reddedemeyeceği bir perspektif/proje içeren 21 Mart 2013 çağrısı oldu.
Tek başına CHP ve MHP’den yükselen tepkilerin altında ise, çağrının ve söylemin büyük bir toplumsal kabulle karşılanması yatıyor. Şimdi herkes bunun sonrasının merakında. Yani pratikte ne olacağı konusu…. İlk pratik adım PKK’nin ateşkes ilanıyla geldi. Hükümet cephesinde Akil İnsanlar oluşturma çabaları var. Bundan sonrası açıktır ki karşılıklı adımlarla ilerleyecek. Dayatma ya da şart yok ortada… Ancak taraflardan birinin atacağı adımın, diğer tarafça güçlendirilmesi de zorunlu. Bunun kısaca ifadesi GÜVEN sağlamadır: Sürecin selameti, çözümün geliştirilmesi kadar kalıcılığı da bu GÜVEN’in büyütülmesi ile başa baş yürüyecek.
Sürecin sağlıklı işlemesi için, deyim yerindeyse olan herhangi bir yol kazasına karşı, sadece hükümet ve Kürt tarafına değil, çözümden yana tüm toplumsal kesimlerin sahiplenmesi gerekiyor; en çok da, ezilen, dışlanan, ötekileştirilen, mağdur edilenlerce…
Ve bir de toplum nezdinde büyük güven yitimine uğramış olanlar var ki bunların başında da basın ve yargı gelmektedir. Bu analizin bundan sonraki kısmı, basının günümüzde uğradığı büyük güven kaybının önlenmesi, güvenin yeniden sağlanması için bir imkanın ortaya çıkmış olmasıdır.
Basının diplerde dolaşan güven endeksi, yani basına güven duyulmayışın altında yatan faktör, Kürt sorununda izlediği yayın politikası ve pratiğidir. 30 yılı aşkındır yaşanan savaşın, bu güne uzanması ve muazzam tahribatında basının da epey bir günahı vardır. Çok uzağa gitmeye gerek yok, son iki yılda otuz yıllık pratiğe ters düşen güvenlik politikaları, “terörle mücadele” konseptiyle değil, demokratikleşme barış, hak ve özgürlüklerle sağlanmasını savunan onlarca gazetecinin –Nuray Mert, Banu Güven, Ece Temelkuran, Mehmet Altan, Yıldırım Türker, Ali Akel, Ahmet Altan ve daha onlarcası- işten atılmasına, pasifleştirilmelerine neden olanlara baktığımızda.
Yine Türkiye’yi bir anda dünyada en çok gazetecinin hapse atıldığı ülke yapan 20 Aralık 2011’deki 45 basın emekçisinin toplu tutuklanmasında,ve sonrasında da duruşmalarında medya tarafından gösterilen ilgisiz tavır, Kürt sorunundaki tıkanma ile buna dair hükümetin/devletin izlediği “terörle mücadele” konseptinin basındaki görüngüsüdür elbette. Daha önce olduğu gibi, bugün de büyük medyanın ağırlıklı bakışı ve izlediği yayın politikası, devletin/iktidarın söz konusu konseptiyle aynı.
Medyanın ağzındaki sakız misali çiğneyip durduğu “terör”, “terörist”, “terör örgütü”, “terörle mücadele” vb. tanımlama ve vurgular tam da “Medyanın Terörizm ifadesini kullanış şekli devlet dışı aktörlere odaklanma eğilimi” (Kuatab, Bauma ) olup, nerede durduğunu gösteriyor. Somut örnek ise, Antep’teki bombalı eylem ile Uludere’de 35 köylünün bombalanmasında ortaya koyduğu tutumdur.
Bir diğer farklı örnek ise, Türkiye-Suriye karşılaştırılmasıdır. “Bir devletin bir isyanla karşılaşması durumunda medyanın kamuoyu üzerindeki etkisiyle devletin tarafında yer almakta” olduğu (Kutab-Bauma) söz konusu karşılaştırma, yani Türkiye-Suriye ya da PKK ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) hatta tek başına PYD-ÖSO’ya yaklaşımlarında çok açık ve net ortaya koymaktadır (bak. medya).
Bunun izahı şudur: “Eğer bir isyan, bir devlet tarafından destekleniyorsa, söz konusu devletin bir çok kurumu ve bu devletin müttefikleri onları “gerilla”, ya da “özgürlük savaşçıları” olarak adlandırmaktadır (Kuatab, Bauma). “Özgür Suriye Ordusu” ve “özgürlük savaşçıları” ne kadar da benziyor! Şüphesiz basının bu duruma düşmesinde, iktidarların/devletin baskısı, patronların otosansürü –iktidarla ilişkileri bozma kaygısı- önemli bir rol oynar ama…
Aması şöyle ki; az sayıdaki karşı duruşlar hariç, basına yerleştirilmiş son jenerasyonda da, ağırlıklı bakış, Kürt kimliğinin reddini içeren ve on yıllardır yaratılmak istenen asimilasyoncu düşüncesinin dışavurumudur. Dolayısıyla basında özellikle de görsel ve işitsel medyada, Kürt meselesine “Terörle mücadele” penceresinden bakılmakta, farklılıklar ve bundan kaynaklı hak talepleri (anadilde eğitim, ibadet vs.) bölücü ve tehdit şeklinde bir tanımlama ile servis edilebilmektedir. Bu, her ne kadar ekonomik/sosyal baskılarla yapılabildiği gibi bzim örneğimizde bir tür genetik hale gelmiş bir tarafgirlik de mevcuttur.
Hasan Cemal dahil işten atılanlara dönük sessizlikte, basın ve medyada oluşturulan ekonomik, sosyal, hiyerarşik “iyi imkanlardan” –ve işsizlik korkusu- kopmamak kadar bu ideolojik tarafgirlik var.
Bu, tam da devletin, iktidarın arzuladığı bir süreçtir. Böylelikle her iki taraf da birbirini besleyip güçlü kılabilmektedir.
Ancak bu tablo, Medyanın-Basının 4. Kuvvet olgusunu -halk adına denetleyicilik ve özgür haber ve bilgi edinme hakkı- tersyüz etmektedir. “Halkın eğemenliği ile devletin eğemenlik ilişkilerinin tersine çevrilmiş” (J.C. Paye), olduğu günümüzde, basının halk adına denetleyiciliği büyük oranda büyük sermayeden yana yön değiştirmesidir. Türkiye’de ise bu karşımızda alenen durmaktadır. Elbette bunun karşıdan yansıması olarak koca bir güvensizlik de.
Tüm bu olan bitenlerin yaratımı olarak güvensizlik, bir bumeranga dönüşüp basını vurmuş, vurmaya devam etmektedir.Gazeteciye de biçilen misyon bu tabloda özne değil, nesne olmaktır. “Gazetecinin güçlü kanılardan arınmış olması, deneyim ve inançlarını peşkeş çekişi, kapitalist şeyleşmesinin doruğudur” derken Bertrand Russel, tam da günümüzde basın emekçisinin bu yolla ne kadar bireyselleştirilip örgütsüzleştirildiğine, toplumsallıktan uzaklaştırıldığına işaret etmektedir haliyle.
O nedenle bu süreci, basının da yeniden güven kazanabileceği bir imkan, zemin olarak vurgulamak önemlidir. Yeni bir doğuş ya da çıkış ancak çürümenin olduğu bir yerde mümkündür. Zira çürüme aynı zamanda yeni bir şeye dönüşmenin de zeminidir.
İkinci neden, basının yüzyılların damıtımı ile oluşturulan etik ve meslek ilkeleridir. Gerek UNESCO’nun İletişim Araçlarının Temel İlkeleri Bildirgesi, gerekse Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumlulukları Bildirgesi, basın ve medyanın, Barıştan, hak ve özgürlüklerden yana olup, ırkçılık ve savaş kışkırtıcılığıyla mücadeleyi, öncelik yaptığı insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı ve bilginin ve haberin özgürce dolaşımını esas aldığını söyler.
Ve gerçek bir demokratikleşmenin basın özgürlüğüyle, özgür bir basının da demokratikleşme ile başa baş yürüdüğü açıktır.Haklar için olduğu kadar, “Özgürlük de verilmez, alınır” dolayısyla bu zemin basın için de özgürleşme fırsatı içeriyor. Çünkü “basın, hükümet ve paranın gücüne bağımlı olmadığı zaman özgürdür (Albert Camus). Ve en önemlisi, “bir müttefik olarak basın özgürlüğüne ihtiyacı vardır, hakikatin (J. Keane).
Kürt sorununun çözümünün Türkiye’nin demokratikleşebilmesinin de olmazsa olmazı olduğu (genel bir kabul gördüğü) bu günlerde, basına düşen tarihi görev, gerçek bir demokratikleşmeyi engelleyecek, aksatacak, çelecek, bozacak tüm giriş ve gelişmeleri deşifre etmek; halkları bu konuda doğru bilgilendirmektir. Elbette iyi bir özeleştiri ve bir daha buna dönüşmemenin mekanizmalarını da oluşturarak. Yeniden 4. Kuvvet haline gelme ancak bu şekilde, bu yolla güven elde edilebilecektir.
*1 No’lu F Tipi Kapalı Cezaevi Adalet Şube İzmit/Kocaeli
Kaynaklar:
Kutab-Bauma, Sayed- Gary.
İslam ve Demokrası.
Paye, Jean Claude.
Hukuk Devletinin Sonu..
J. Keane, Medya ve Demokrasi
UNESCO’nun İletişim Araçlarının
Temel İlkeleri Bildirgesi,
Türkiye Gazetecileri hak ve
Sorumlulukları Bildirgesi
EdelmanTrustPerometr’ın 26 ülkede yaptığı ankete göre medyaya duyulan güven global ölçekte %57,
Türkiye’de %26 civarında
“Newroz’da Türk bayrağı asılmadı” tepkisi de bu boşta kalmanın bir sonucu. Şimdiye kadar hiçbir Newroz’da Türk bayrağı asılmadığı da ayrıca biliniyor. Her iki partinin yaklaşımının bir tür ayak diretme olduğu açıktır.
Evrensel'i Takip Et