Nobel Ödülleri’nin “tarafsız” tarihi ve Acemoğlu
Birçok eksiği bulunan bu makalenin nasıl Nobel Ödülü gibi “büyük” bir onura erişebilmesi sermayenin kurduğu ideolojik hegemonyayı gözler önüne seriyor
Penisilini keşfeden Sir Alexander Fleming'e 1945'te verilen Nobel Tıp Ödülü madalyası İskoçya Ulusal Müzesi'nde sergileniyor. | Fotoğraf: Osama Shukir Muhammed Amin/FRCP CC BY-SA 4.0
Dinamitle beraber 355 farklı patentin sahibi Alfred Nobel; patlayıcılar, savaşlar ve tahribatla anılmak yerine, adını insanlığa fayda sağlayacak bir mirasla özdeşleştirmeye karar verir ve vasiyetinde her yıl 5 alandaki buluş ve atılımlara takdim edilmek üzere kendi vakfından fonlanan Nobel Ödülleri’ni oluşturur. Nobel Ödülleri, bilimsel çalışmalar, sanat ve barış adına bu ödüllerin dağıtılmasını insanlığın ortak geleceği için bir katkı olarak hayal ediliyordu. Ancak Nobel Ödülleri’nin tarihinin “ödüllendirilen” kimi haklı çalışmalar kadar es geçilen çalışmaların ve isimlerinin tarihi olduğunu söylemek pek de yanlış olmaz. Akla gelen ilk örneklerden Rosalind Franklin’in DNA yapısının keşfindeki katkısının görmezden gelinmesi, Lise Meitner’ın atom çekirdeğinin parçalanmasındaki devrim niteliğindeki buluşuna rağmen ödülsüz bırakılması, bilim dünyasında kadınların karşılaştığı engellerin yalnızca birkaç örneği. 2023 yılına kadar verilen Nobel Ödülleri’nin toplamda 980 kişiye verilmiş olup, bunların yalnızca 65’inin kadın olması bu iddiayı desteklemektedir. Sadece kadınların yok sayılmasından ibaret bir tarih de değil Nobel Ödülleri’ninki. Bilimsel olanın patentleştirilmesi gerektiğine yönelik hâkim düşüncenin karşısında, herkes için erişilebilir hâle getirme amacıyla, keşfettiği çocuk felci aşısının patentini almayarak “Güneşin patentini alabilir misiniz?” diyen Jonas Salk da ödüle “layık görülmeyenlerden.” Ödüllendirmenin en fazla üç kişiyle sınırlı tutuluyor oluşu da bilimin kolektif bir birikim sonucu geliştiği gerçeğini ve 3’ten fazla kişinin emeğin katkısını gölgede bırakıyor.
Genel kanının aksine, Nobel Ödüllerinin verilmesinde politik ve ideolojik önyargıların da rol oynadığı örnekler yaygındır. X-Ray kristallografinin mucidi olan John Desmond Bernal’in 3 öğrencisi Dorothy Hodgkin, Aaron Klug ve Max Perutz kimya alanında Nobel sahibi olurlarken, Bernal’in 2’si Hodgkin’in ve Perutz’un çalışmalarında tuttuğu önemli yere rağmen, toplamda ise 4 kez aday gösterilmesine rağmen ödülü niçin alamadığı akademik çevrelerde soru işaretleri uyandırmış, sıklıkla Bernal’in bilim insanı kimliği gizlemeden sürdürdüğü dünya barışı ve sosyalizm mücadelesi sebep gösterilmiştir.* Bunun dışında Sovyetler Birliği’nde gerçekleşen pek çok önemli gelişme ve buluş yok sayılmış, birkaç Sovyet bilim insanı (örn. Landau, Pavel Çerenkov, Igor Tamm vb.) dışında kimseye ödül verilmemiştir. Edebiyatta ise Sovyetler’e karşı sürdükleri açık düşmanlık ve politik tutumları, Pasternak ve Soljenitsin gibi isimlerin ödül sahibi olmasını engellemek bir yana, teşvik edici olmuştur. Keza, Mihail Gorbaçov’un Nobel Barış Ödülü almış olması bunu neredeyse kanıtlar niteliktedir.
NOBEL EKONOMİ ÖDÜLÜ: PİYASA DOSTU KURUMLAR
Geçtiğimiz hafta Türkiye’nin gündeminde de “kurumların nasıl oluştukları ve refahı nasıl etkiledikleri hakkındaki çalışmaları” referansla Daron Acemoğlu Simon Johnson ve James Robinson’a verilen Nobel Ekonomi Ödülü vardı. Nobel Ödülleri’nin toplamında da mutlak bir objektiflikten söz edilemeyeceğini belirtmiş olsak da Nobel Ekonomi Ödülü’nün diğer tüm ödüllerin aksine Alfred Nobel’in rızası dışında, 1969’da İsveç Merkez Bankasının teşvikleriyle verilmeye başlanması da ayırt edicidir. Politik iktisadın yeni-kurumsalcı ekolün bu üç öncü isminin incelemelerinin merkezindeki temel tez, “kapsayıcı” olarak nitelendirdikleri kurumlara sahip olan ülkelerin kişi başına düşen milli gelir anlamında “zengin”, “dışlayıcı” olarak nitelendirdikleri kurumlara sahip olanlarınsa “yoksul” olduğu. Bugün dünya ülkeleri arasındaki servet dağılımı ise Avrupalı yerleşimcilerin (büyük oranda hastalıklara bağlı olarak) ölüm oranlarının düşük olduğu yerlerde “mülkiyet özgürlüğünü güvence altına alan” kurumlar inşa edebildikleri, ölüm oranının yüksek olduğu yerlerdeyse bunların aksine “sömürgeci” kurumları inşa ettikleri iddiasıyla açıklanıyor. Ampirik verilere dayanma iddiasıyla yola çıkan araştırmalarda, ödül sahiplerinin, ana akım dışı pek çok iktisat çevresinde anakronist bulunan bir yaklaşımla Kuzey Amerika’nın 1600’lerdeki kolonizasyonu sırasında İngiliz manifaktürünün hammadde ihtiyacıyla, 200 yıl kadar sonra dünya kapitalizminin gelişkin bir döneminde Batı Avrupalı ülkelerin “Afrika Talanı” olarak adlandırılan 40-50 yıllık periyotta sanayilerinin hammadde ihtiyaçları için sürdürdükleri sömürgecilik faaliyetlerinin özdeşleştirildiği göze çarpıyor.
Bu iddialarda İngiltere’nin aynı iş gücü ihtiyacına sahip olmadığı için yerli Amerikalıları katledebilme/topraklarından sürebilme refleksi gösterebilmesinin aksine, Afrika’da madenlerde vb. çalışacak kalabalık bir iş gücüne ihtiyaç duyulmasından bu “ampirik” incelemede söz edilmemektedir.
Aynı şekilde, yüzyıllar boyunca farklı bölgelerde farklı biçimlerde yaşanan (Mauritus gibi ülkelerde 1960’larda başlayan turizm ağırlıklı yoğun yabancı sermaye yatırımları ve bunun referans alınan zamana kadarki kişi başına düşen GSYİH’e yansıması vs.) gelişmeler verilmemiş, çalışma oldukça soyut kıyaslama ve varsayımlara mahkûm kalmıştır.
Öne sürülen en önemli tezse “mülkiyet hakları”nı güvence altına alan, “özgürlükçü” kurumlara sahip ülkelerin daha gelişkin ekonomilere sahip olması gerektiğidir. Yeni-kurumsalcı ekol, serbest piyasa ve özel mülkiyet karşısında bir gelişim gösteren tarihsel SSCB, Prusya, Japonya ve güncel Çin örnekleri ise “Çin istisnası” terimiyle mistikleştiriyor ve bilimsel bir açıklamadan kaçınıyor. Bu örneklerin, dünya tarihini açıklamak gibi büyük bir iddiada olan bir teoriyi kolayca çürütülebilecek olmaları bir yana, anlatı; kurumlar ve iktisadi temel arasındaki ilişkiyi tamamen ters bir biçimde ele alıyor.
Söz konusu kurumların hâlihazırdaki sınıf-güç ilişkileri ve üretim araçlarının gelişkin düzeyine denk düşen ve onların sonucu olarak ve sıklıkla da hâkim sınıfın bir baskı aracı olarak ortaya çıktıkları yeni-kurumsalcılıkta tamamen göz ardı edilir; kurumlar-ekonomi ilişkisi dışsallaştırılır.
Üstelik ters olan sadece anlayışları değil aynı zamanda matematikleridir de. Zira, Daron ve çalışma arkadaşları; matematiği, maddi gerçekliği açıklamak bir yöntem olarak kullanmayı bir kenara bırakarak “kurumların ekonomiye olan etkisine güvenilir bir ölçek” bulamadıklarını itiraf ettikleri hâlde, bunu, analizlerini temellendiren denklemde bir değişken olarak göstermekten de çekinmemişlerdir.
Özetlenenlerin dışında hem metodolojik hem matematiksel birçok eksiği bulunan bu makalenin nasıl Nobel gibi “büyük” bir ödüle erişebilmesi meselesiyse, yukarıda Sovyetler Birliği örneğinden de çıkarılabileceği gibi, yeni-kurumsalcı ekolün, iktisadın ana akım teorilerinin en yalnız olduğu politik iktisat alanında yaygınlaştırılmasının kime çıkar sağlayacağıdır. Uluslararası ilişkilerin, bölgesel savaşlarla beraber daha da kutuplaşma eğiliminde olduğu günümüzde, Nobel Ödülü, Batı ülkelerindeki medyanın Rusya ve ABD emperyalist blokları arasındaki çekişmeyi, “özgür Batı, otoriter Rusya’ya ve Çin’e karşı” algısı oluşturarak manipüle etme çabasının bir parçası olarak görülebilir. Daha kapsamlı ve bütünlüklü Marksist veya post-Keynesçi çalışmalar, akademide dışlanırken yeni-kurumsalcı çalışmaların tüm eksiklerine rağmen bu kadar gündem edilmeleri, sermayenin kurduğu ideolojik hegemonyayı gözler önüne serer.
* https://www.iucr.org/news/newsletter/volume-29/number-3/John-Desmond-Bernal-his-contributions-to-crystallography