Kürt sorunu ve kökenleri
AKP iktidarının ilk yıllarında Erdoğan’ın “düşünmezseniz yoktur” dediği Kürt sorunu, ilerleyen yıllarda Suriye ve Orta Doğu’da başlayan ilk karışıklıkla yeniden iktidarın aklına geldi.
Nurgül DENİZ
Diyarbakır
Cumhuriyetin 101. yılına girerken 101 yılın tartışmasını hala verirken buluyoruz kendimizi. Kürt sorununa çözüm talebi son gelişmelerle beraber kuvvetle haykırılırken “Kürt sorunu var mı?” sorusu sosyal medyada sorulmaya başlandı. Kürt sorununun iyice anlaşılması için 101 yılın bir şeceresini çıkararak sorunun sınıfsal temelini saptamak gerekli.
KAPİTALİZM VE TÜRKİYE’DE ULUS TARTIŞMASI
Türkiye’de burjuvazinin ilk siyasi temsilcisi olan İTC, yaratmak istediği ulus devlet inşası başta gayrimüslimleri imha ve asimile etme çabalarıyla başladı. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na Pantürkist hayallerle giren İTC’nin 1916’da Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı devam ederken Kürt ve Ermeni kasaba ve köy isimlerinin askeri güç eşliğinde değiştirilmesi için emir çıkartması, Kürt milliyetçiliğinin de reaksiyoner bir biçimde gelişmesinde etkili oldu.[1]
Kurtuluş Savaşı sırasındaysa verilen mücadele dolayısıyla Misak-ı Milli’nin Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı” belirtilmiş, Türkler ve Kürtler kurtuluş mücadelesinin iki temel unsuru sayılmıştır. M. Kemal, Kurtuluş Savaşı’nın örgütlemek üzere oluşturulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne bağlı olan Vilâyât-i Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-i Milliye Cemiyeti’nin Diyarbakır Şubesinin açılışına gönderdiği mektupta şöyle diyordu: “Yabancı istilasına uğrayan memleketi düşmandan temizledikten sonra, Kürt kardeşlerinin haklarına riâyetkar olacağız.”[2]
Sonuçsa Kürtlerin zaten kendilerini seçimlerle temsil edeceği söylemiyle, bir yandan da anayasada “Devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin Türk” olduğu değişmez maddeyle kazındı. Güncelle bağlantıyı kuralım o zaman: 101 yıl sonrasında bile Kürtler kendilerini mecliste temsil etmeye çalışırken tutuklanıyor, seçtikleri belediyelere kayyum atanıyor. Partileri düzenli olarak kapatılıyor.
Şeyh Said ve Dersim isyanlarına geldiğimizde şu noktayı belirtmek gerekiyor: Osmanlıdan başlayarak merkezileştirme politikalarına bağlı olarak Kürt beyliklerin/mirliklerin tasfiyesi, dini önderler olan şeyhlerin (Alevilerde Seyyidlerin) aynı zamanda kendi sınıfsal pozisyon ve çıkarlarını korumanın da bir gereği olarak ulusal önderlik rolüne soyunmalarının önünü açmıştı. Dolayısıyla Şeyh Said’in ve Seyit Rıza’nın başını çektiği isyanın dini bir boyutunun olması, ulusal karakterinin göz ardı edilmesinin ve Kemalizm’in desteklenmesinin gerekçesi yapılamaz.[3] İsyanları sadece dini boyutundan dolayı desteklemediklerini söyleyenler Ağrı İsyanı söz konusu olduğunda gerçek yüzlerini gösteriyorlar.
Meclis Başkanı Abdülhalik Renda Raporu’nda (1925) çözüm adına asimilasyon politikası önerilirken aynı yıl Dahiliye Vekili Cemil Uybadın tarafından hazırlanan raporda ise, Kürt sorunu “dış güçlerin kışkırttığı bir sorun” olarak tanımlanıyordu. Dersim üzerine Umum Müfettişi İbrahim Tali Öngören (1930), Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak (1931), Başvekil İsmet İnönü (1935), Umum Müfettişi Abdullah Alpdoğan (1936) tarafından hazırlanan raporlarda sorun bir “eşkıyalık sorunu” olarak tanımlanarak çözümü adına askeri operasyon (imha), zorunlu iskân ve asimilasyon politikası öneriliyordu. Bu dönemde Umum Müfettişi Şükrü Kaya (1931) ve Celal Bayar (1936) tarafından hazırlanan raporlarda ise, sorunun çözümü için bölgenin sosyoekonomik olarak kalkındırılması gerektiği vurgulanıyordu.[4] Bu raporlar “dış güçlerin kışkırtması”, “eşkıyalık”, “ekonomik geri kalmışlık” gibi farklı tanımlamalar altında Kürt sorununu kendisi dışında tanımlamalarıdır.
GÜNÜMÜZ KÜRT ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİNİN TEMELLERİ
Bunun sonrasında Kürt hareketi 1950’lerin sonuna kadar bir suskunluk dönemi geçirdi. Bu suskunluk isyanlar sonrasında bölgedeki yoğun baskı ve zorunlu iskân olarak gösterilebilir. Bu baskılar “Kürt uyanışı” diyebileceğimiz dönemde tüm gücüyle devam ediyordu. Öyle ki, TİP, Kürt sorununu Türkiye’de yaygın olarak tartıştığı konuya “Kürt Sorunu” değil “Doğu Sorunu” diyebiliyordu. Ancak bir yandan da Kürt aydın hareketi ve zayıf da olsa gelişmeye başlayan Kürt işçi sınıfı oluşmaya başlamıştı.
İşçi sınıfıyla kır ve kent emekçilerinin mücadelesinin yükselişe geçtiği bu dönem içinde şekillendikleri siyasal atmosferin bir sonucu olarak kendilerini “Marksist-Leninist”, “sosyalist” olarak tanımlayan ama asıl olarak ulusalcı bir nitelik taşıyan ve ulusal kurtuluşu hedefleyen bu örgütlerin Kürdistan’da örgütlenip halk içinde kitle desteği kazanmaya başladığı bir dönem oldu. Bunun sonucunda çıkan terör tartışmaları da hep devlet terörünün göz ardı edilmesiyle veriliyor.
80 darbesiyle artan baskılar ve Diyarbakır cezaevindeki işkencelerle birlikte Kürt halkı önceki isyanlardan farklı olarak kitlesel biçimde politikleşip örgütlenmeye başladı. Bu süreç PKK’nin diğer örgütler arasından sıyrılıp daha fazla bilinmeye ve katılım almaya başladığı dönem. Ancak esas kitlesel katılımlar binlerce köyün boşaltıldığı ve yakıldığı 90’larda oldu. Yine bu dönemde boşaltılan köylerden kent merkezlerine göçenler, buraların ucuz iş gücünü oluştururken kentlerin çevresinde gettolaşan yeni yerleşim yerleri kurdular. Bir taraftan PKK’ye katılımlar artarken bir taraftan da kentlerdeki Kürtler yeni bir siyaset üretmeye başlamışlardı. PKK 90’lı yılların başından itibaren devlete yönelik çeşitli saldırılar gerçekleştirmeye başlamıştı.
Yine 90’lı yıllarda Irak’ta Federe Kürdistan Yönetiminin oluşması Türkiye bakımından da artık Kürt sorununun inkarını imkansız hale getirmişti. Irak’ın içi karışıkken bir federasyonla Kerkük ve Musul’u (petrol) da alabileceği hayalleriyle Özal anneannesinin Kürt olduğunu hatırlamış, Barzani ve Talabani ile ilişkiler kurmuş, icabında bir federasyondan kurulabileceği söylemişti. Ancak ABD ordusunun Irak’a girmesiyle federasyon da Kürtler de tekrar unutulmuştu. 90’lar halkın hafızasına köy yakma ve boşaltmalar, faili meçhuller, DGM’ler ile kazınacaktı.
AKP iktidarının ilk yıllarında Erdoğan’ın “düşünmezseniz yoktur” dediği Kürt sorunu, ilerleyen yıllarda Suriye ve Orta Doğu’da başlayan ilk karışıklıkla yeniden iktidarın aklına geldi. Suriye’de başlayan karışıklıktan pay kapma ve bölgesel liderlik hesabıyla Kürt hareketiyle görüşmeler başlattı. Bir taraftan içerden çözüm süreci devam ederken Rojava ’da TSK ile birlikte savaşmayı reddeden özerk bir yönetim ortaya çıktı. Çözüm süreci, bölgesel liderlik ve başkanlık hayalleri gerçekleşmeyince ‘buzdolabına’ kalkacaktı. Bu süreci belediyelere atanan kayyumlar, tutuklanan siyasetçiler, sınır ötesi operasyonlar izleyecekti.
Bugün geldiğimiz noktada bölgede artan gerilimlerle birlikte burdaki gücünü tesis etmek, güçlendirmek için desteğe ihtiyaç duyan cumhur ittifakı yine çözümden söz etmeye başlamış durumda. “Güçlü bir iç cephe” oluşturmak iddiasıyla halka çözüme açık oldukları mesajını vermekte. Ancak çözüm sürecinin sonlandırılışı ve devamında artan zor ve baskının halkın hafızasındaki yeri taze ve dolayısıyla iktidara güvensiz ve somut adım bekliyor.
100 yılını aşan Kürt sorunun bu kısa tarihçesini burada sonlandırmanın yolu o somut adımları atmaktan geçiyor.
KAYNAKÇA:
[1] Kutlay, N. (2014) Osmanlı’dan Günümüze Kürtler, Dipnot Yayınları, Ankara, sf. 98.
[2] Kutlay, age, s.113.
[3] Karadaş Y. (2023) Cumhuriyetin 100. yılında Kürt sorunu: Hep aynı nakarat!, Teori ve Eylem.
[4] Cumhuriyet Tarihi Kürt Raporları (2013) Al Jazeera. https://l24.im/aUqY